21 Şubat 2018 Çarşamba

Elma sirkesinin mucizeleri


Fotoğrafçıdayım, biraz bekleyin lütfen dediler, bekliyorum. Güler yüzlü bir  çalışan, içer misin diye sormadan önüme çay koyduğunda onun gibi gülümsedim,  sehpa üzerindeki çorum hakimiyet gazetesini karıştırıyorken içeri bir kadın girdi. Fotoğrafçı kapısını   hastane acil kapısı gibi açmıştı. Çantasından bir kaç fotoğraf çıkarıp fotoğrafçının masasına koydu.
-Bunlar kocamın fotoğrafları , yastığa baskı yapıyormuşsunuz, arkadaşım tavsiye etti sizi , hani ....çalışan ....adlı hanım, 
-Tanıdım, dedi fotoğrafçı, nevresime de baskı yapıyoruz, iki yastık bir nevresim paket fiyatımız var, düşünür müsünüz? 
-...
Fotoğrafçı masada ki fotoğrafları aldı, 
- Sizin fotoğrafınız nerede bunların hepsinde eşiniz var, sorusu cevapsız kaldı.
Lütfen oturun bekleteceğim dedi.
Kadın yanıma oturdu.
Titreyen elleri ile çantasını nereye koyacağına karar veremedi, güler yüzlü çalışan ona da bir çay bırakırken " abla iyi misin" dedi. Kadının  gözlerinden birden bire yaş akmaya başladı. 
-Eşime sürpriz yapmak istiyorum, onu nasıl sevdiğimin bir ispatı olsun istedim, onu nasıl çok sevdiğimin....Gözyaşları ince dudaklarına ulaşırken, elindeki çay tepsisini  bırakıp bir peçete uzattı güler yüzlü çalışan.
Üzülme abla , dedi, ne güzel kadınsın, sevilmeye layıksın.
Sevilmek nasıl bir şey ki hiç hissedemedim dedi kadın,  peçete ile gözyaşlarını silmedi,   peçeteyi sıka sıka avuçlarında yok etti. 
Oğlunuzun fotoğrafları hazır diye çağrıldığımda aklımda elma sirkem vardı.





















Bu yaz bahçemden yüzlerce kilo elma topladım, çoğunu dalında bıraktım, arılara, kuşlara, kurtlara, yerdeki kaplumbağalara...

Elma sirkesi kurdum, eski usullere göre. Kurduğum sirkeyi bilenlere gösterdim, sirkelerimin üzerinde  kalın tabakalar ile  sirke analarını gördüklerinde olmuş, güzel olmuş dediler.
Bunca sirkeyi ne yapacaktım, salatada kullandım,  temizlikte kullandım, bardakları parlattım, camları aynaları sildim, bir köşeye kap içerisinde sirkeli su koydum, gidip gelip elimi daldırıp koltuklara halılara sürdüm, Pıtpıtın beyaz uzun tüyleri böylece elektrik süpürgesi, yapışkanlı rulolara göre  daha kolay temizlendi. Sirkeli suya daldırıp ellerimi kendini taratmayan Pıtpıtın tüylerinde başında gövdesinde kuyruğunda gezdirdim . Bir baktım Pıtpıtın tüyleri daha az dökülüyor, tüyleri lüle lüle...Pıtpıta özendim. Şampuanı bıraktım, saçlarımı sadece su ve elma sirkem ile yıkamaya başladım, başlarda tahta gibi oldu, tek parça halinde havada ve mat, ışıltısız  ama saçlarımın dökülmesi " zınk " diye durmuştu. Şampuanı çok arasam da  ileride kel kalma ihtimalime karşı hiç kullanmamaya sabır ettim. Haftalar sonra saçlarım  yumuşadı, Pıtpıtın tüyleri gibi lüle lüle oldu. Elma sirkesinin mucizesine kendimi inandırmıştım.
Şimdi fotoğrafçıdan çıkmış evime giderken " sevilmeye ihtiyaç duymak " nasıl bir şey diye düşünüyorum. Sevilme ihtiyacı insanı  bir fotoğrafçı dükkanına sürükleyip, nasılda küçük düşürebiliyordu...  Sevilmediğini düşünen birini anlamam çok zordu oysa fotoğrafçıdaki güler yüzlü çalışan çok iyi anlamıştı. Hiç sevmemiş bir kocanın fotoğraf baskısı yastığına baş koyma acısını hissedemezdim...
Elma sirkeli suya batırdıkça elimi her mikrobun, her lekenin, her üzüntünün üzerinde gezdirmek istiyorum.
Bilemediğim türlü türlü acılara, gözyaşlarına elma sirkesi iyi gelse, birden bire güler yüzlü biri tarafından ikram edilen çay gibi, mutlu edebilse....

13 Şubat 2018 Salı

Uzay Kampı, yarıyıl tatili



Kış gidiyor. Mevsimler , huyu değişmiş  eski dostlarım gibi , tanıyamıyorum.
 Yarıyıl tatilinde uzay kampına gitti, tüm aile katkıda bulundu , karne hediyesiydi.
Onsuz iki hafta geçirecektim.
 Gecenin bir vakti hep aynı vakitlerde gözüm kapalı  onun odasına gidiyorum,  uyuyan yüzüne yaklaşıp  uykulu kokusunu içime çekerek öptükten sonra yere düşen yorganını üzerine örtme alışkanlığım,  bozulmamış düzgün yatağını görünce yok oluyordu.  Şimdi bu yatakta değildi, uzay kampındaydı, az kaldı gelecekti. Yatağıma geri dönünce uykum kaçıyordu,  evinden uzakta başka yataklarda rahat uyuyabiliyor muydu, annesini çok özlemekten uykuları kaçıyor muydu ? Yoksa gecenin bu vakti sessiz sessiz ağlıyor muydu, hissediyordum işte, benim de uykularım kaçmıştı...
Gün aydınlanmadan telefonum çalıyor, heyecanlı  mutlu bir çocuk sesi  ," anne duşumu aldım kahvaltıya iniyorum , bugün çok yoğun program var ,akşama kadar arayamam " diyordu, arkasından onu çağıran çocuk sesleri geliyordu, şaşırıyordum, konuştuğum , benim oğlum muydu?
Akşamları derin bir uyku için gündüzleri çok yorulmalıyım. Her sabah yürüyen Nariye' yenin peşine mi takılayım diye düşündüm. Vazgeçtim.Spor kıyafetlerimi giyinip  parkın çevresinde kırmızı zeminli yürüyüş parkuruna gittim. Herkes ile beraber aynı tempoda yürümeye başladım. Küçük parkın küçük çevresinde turlanırken , kafesinde silindir üstünde koşan deney faresine benzettim, kendimi. Konuşmak, anlatmak, ihtiyacı öyle ağır bastı ki, bir kaç gün sonra Nariye'ye ile  esnaf kepenklerinin açılmadığı bir vakitte, çarşı içinden geçerek yürümeye başladım. Nariye her gün bu saatlerde yürüyordu, biliyordum,  Çorum'da ki tek arkadaşımdı.
Daracık kaldırımlarına arabaların park ettiği sokakları ile bu saatlerde hala uyuyan   gün görmüş kişilerin, emeklilerin oturduğu Bahçelievler mahallesinden çıkıp, Bahabey ve Gazi caddesinde kepenkleri   kapalı gösterişli dükkanların önünden geçiyoruz. Yavruturna mahallesine giriyoruz, yabancı harfli küçük eğreti dükkanlar çoktan açılmış,  siftah için bekliyorlardı. Bu sokağın  çocukları sabahın bu saatinde oyunlarını çoktan kurmuşlar , bilmediğim bir dilde bildiğim eski bir oyunu oynuyorlardı.


Sek sekin kutularında yabancı harfler...
Ulu mezarlığın sokağında çorbacı, pideci, hırdavatçı, anahtarcı, büfeci...  Bu vakitlerde hava çok soğuk oluyordu,  güneş içinde erkendi, bu daracık sokakları ısıtmasına daha bir kaç saat vardı.
 İki kat yünlü  çorabım içi kürklü botlarım, atkım şapkam vardı  ellerim şişme montumun cebindeydi. Hiç durmadan konuşuyorum, konuşacak ne çok şeyim varmış diyerek hayret ederek, konuştukça ısınırım zannederek.
Kaldırımsız sokaklarda sohbetime öyle dalıyordum ki arkamdan çalan kornalar ile hoplayarak susuyordum.
Nariye ile yürürken aklıma  yakın zamanda izlediğim "Persona" geliyordu. Çok konuşan Alma ile hiç konuşmayan Elisabet'in mecburi  birlikteliği...

Dönüşte güneşli yollarda yürüyorduk,  kepenkler açılmış, canlanmış vitrinlere bakabiliyorduk. 
Eve geldiğimde yürümek iyi geldi, diyordum.
Ayazı hissetmek, güneşi görmek, dar sokaklarda iç dökmek , iyi geldi diyorum.
Bozulmamış yatakları, masaları, çekmeceleri düzenleyip, kirlenmemiş yerleri temizleyerek, ertesi gün yine yürüyeceğim, aynı sokaklarda farklı şeyler konuşacağım diye umutlanarak günümü sonlandırmaya hazırlanırken,

 yatmadan önce arıyordu, o gün ne yaptıysa hızlı hızlı anlatıyordu, uzay mekiği, mars, ay, yıldızlar...Her gece rüyama giriyordu anlattıkları, uzay mekiği, mars, ay, yıldızlar...Gökyüzüne bakıyorum , benim tanıdık gökyüzümdü açık mavi,beyaz bulutlar... Kocaman bir makine giriyordu rüyama, mavilik yarılıyor, yabancı bir yere koyu bir bilinmezliğe doğru kayboluyordu. Korku ile uyanıyordum.

Odasına gidip perdeyi açıp gökyüzüne bakıyorum. Bütün evlerin ışıkları sönmüş, yıldızlar çok yakın ve parlak. Oğlumun odasında, onun penceresinden beri karanlık gökyüzüne bakarken kendimi Nariye'ye yakın hissediyordum, Alma'nın nasıl Elisabet'e dönüştüğünü  bu gecede bu pencerede  anlıyordum...Kendimi her şeye yakın hissediyordum. Okuduğum kitapların izlediğim filmlerin kahramanlarına, üşümüş köpeklere, kıraç bir toprağa, tablodaki o resme,  mezbahanede sıraya konulmuş koyun tavuk ineğe,  yaprakları bitlenmiş benjamine, anneme, çamaşır suyu ile solmuş yer bezime dönüşüyordum.
Çankırı Çorum yolu üzerindeki bu bozkırda birden bire arabanın önüne atlayan o yavru tilkiye dönüşüyorum.  Eli tüfekli avcılardan korkamayacak kadar açım, aç karnım için dolanıyorum, açlığım bu bozkır gibi , sonsuz...
Dilini bilmediğim çocuklar oluyorum, sınırları tebeşir ile çizilmiş sek sek oynuyorum, sınırı geçen yanıyordu. 


Yok olduğumu hissetmek huzur veriyordu.   Bir yer bezi, bozkırda yalnız bir tilki , dar sokaklarda boş boş konuşmak için can atmazdı, içi kürklü botlar giymezdi, vitrinlere bakarak hayal kurmazdı. Hafiflemiştim. 
Aslında ben hep böyleydim, gece uykumdan kalkıp gökyüzüne   bakardım, yıllardır İstanbul daydım, İstanbul 'da böyle karanlık yoktu,  geceleri görülen yıldızları yoktu, belki bu yüzdendi, İstanbul'da sırf kendimi bilmem.
Sabah olunca karanlık kayboluyordu, herkes kendi gibi görünüyordu. 
Kaldığım yerden anneliğime devam etmek için, Uzay kampından Çorum'a yanıma gelmesini bekliyorum.










10 Ocak 2018 Çarşamba

Ne yapardın anne?

 Uyusun diye   odasının  ışıklarını kapatıyorum. Yatağından kalkmadan karanlıktan beri soruyor,  ev ödevlerinin cevaplarını fotoğraflayıp sınıf arkadaşlarından birine yollamak istemesi  yanlış mı doğru muymuş. Hemen, yanlış diyerek nedenini açıklamaya çalışırken neden böyle bir şey yapmak istediğini soruyorum. 
Anaokulundan beri yarıştırılmaya alışık , birinciliğin de sonunculuğunda tadını iyi biliyor. Her okulun iyi ve kötü öğrencileri var, dersi dinleyenler ödevlerini yapanlar başarılı söz dinlemeyen sorumsuzlar ise başarısız.
Sınıflar arası yarışlar yapılıyormuş, düşük puan alan öğrencilere diğer sınıf arkadaşları  ; " sınıfımızın başarısı senin yüzünden düşüyor" "senin yüzünden hepimiz mağdur " oluyoruz diye kızıyorlarmış. Öğretmenlerinden biri  sıfır hata yapanları sinemaya götüreceği vaadinde bulununca  yanlış şıkları işaretlemiş. Tembelde olsa yaramazda olsa o benim arkadaşım, sinemaya  gelemeyecekse ben de gitmek istemedim, o da sinemaya gidebilsin diye ... cevapları bu yüzden yollamak istiyorum,  Ne düşünüyorsun anne?
İstanbul'daki evimin balkonuna bir güvercin yuva yapmıştı. Şofben ile baca arasına sıkıştırdığı küçük  yuvasında her gün onu izlemiştim. Yavrularına yemek getirmek için her gün betonların arasına uçuyor kursağındaki lokma ile balkonuma geri dönüyordu. Bir gün yavruların bağrışları ile balkona koştum, anne güvercin balkon kenarında oturuyordu, yuvasına aç yavrularının yanına gitmiyordu. Balkon kenarına kursağındakileri çıkarmış, bekliyordu.
Annelik yoluma ışık tutan , önümü gösteren bu  güvercini sık sık hatırlıyorum,   yine geldi  bu karanlık odada kararlı kanat seslerini duyuyorum...
Ne düşünüyorsun anne?
....
Kardeşlerim olsaydı , onlarla beni yarıştırır mıydın anne? Yemeğini bitireni, yatağını düzelteni daha çok mu severdin? Dış kapıya fotoğrafını asıp gururum diye yazar mıydın? Birinci gelen kardeşimle mi sinemaya giderdin?
....
Kanat seslerini duyamaz oldum, güvercin kayboldu, karanlıklar içinde bıraktı beni...

Yaşantımın anlamı için değerlerime bağlı kalmaya çalışıyorum, doğruluk bunların ilki. Doğru olmak için çaba gösteriyorum, doğru bir şekilde sevebilmek, doğru bir şekilde işimi yapabilmek ...Bazen doğruluk yerine  olması gerekenlere yüzümü çeviriyorum. Bir çocuk nasıl doğru yetişir üzerine kafa yormadan  olması gerekene ( okula) yöneliyorum.

Bu sabah yine yetkili kişiye  bir dilekçe hazırladım, arkadaşların birbirlerini sevebilecekleri ortam oluşturmalarını ,her öğrencinin kendini  eşit hissettiği yarıştırılmadan kaygısız ders dinleyebilme özgürlüğünü talep ettim.

4 Ocak 2018 Perşembe

Fatma'ya ev yoğurdu tarifim









Köyde yaşama planları kuruyorum. Hafta sonları bir kaç günlük   köy tecrübelerime göre çok acemiyim. Toprağı tanımıyorum, ne şekil kazılır nasıl bellenir bilmiyorum. Kazma ile beli ayırt edemiyorum. Kazma kürek ile çalışmaya başlasam  avuç içlerim su topluyor. Sobayı tanımıyorum, odayı dumana boğmadan soba nasıl yakılır bilmiyorum. Odun nasıl kesilir, ağaç nasıl budanır, hangi mevsim ne ekilir bilmiyorum. Ağaçların meyveleri ile reçel, pekmez, marmelat yapamıyorum. Oklavayla hamur açamıyorum, yufka yapamıyor, erişte kesemiyorum. Bahçenin yabani  otlarını tanımıyorum, yenir mi yenmez mi , bir tek ısırganı biliyorum, ısırgana da yaklaşamıyorum. Bahçemizin su kenarındaki ağaçlarına yuva yapan rengarenk kuşların adlarını bilmiyorum, ağaç dallarında meyvelerde sebzelerdeki böcekleri tanımıyorum, yararlı mı zararlı mı bilmiyorum. Kışın tosbağalar nereye gidiyor,  yazın sürü ile gelip onca ot varken yeşil fasulyelerimi yemelerine anlam veremiyorum. Köyde yaşamın gereklilerinden biri de eti, sütü, yumurtası için hayvan besleme iken ben o konulara uzak kalmak istiyorum, gördüğüm ineği tavuğu koyunu sevmekten başka aklıma bir şey gelsin istemiyorum. Et, süt, yumurta için hayvanlara yapılan eziyetler iştahımı kaçırıyor.  Tam da bu satırları yazarken arkadaşım Fatma'dan  mesaj geldi  " yoğurdu nasıl yapıyorsun " diye soruyordu, iki yüzlülüğümü ortaya çıkararak büyük bir heyecan ve istekle yoğurt yapma yöntemimi yazmaya koyuldum.( Oysa bu yazının konusu  köy de yaşam olacaktı , yoğurt yapmaya çevirdim)
Çorum'da öğrendim yoğurt yapmayı, günlük süt ilk şart diye başlayayım ( sütçüler ellerinde güğümleri plastik bidonları ile  kapı kapı dolaşıyor iken denetimli diye bir firmanın günlük sütünü alıyorum) Sütü kısık ateşte  ocağa koysam da  çelik tencerelerde mutlaka dibini tutturuyorum, bu tencere kayınvalidemin çeyizindenmiş bana verdi, bunun da bibi tutuyor (  bu dip olayına fazla takılmayalım)  diğer safhaya geçelim. Süt kaynamaya başlamadan önce bir kepçe ile yukarıdan aşağıya doğru karıştıracaksın , sütü aldığım yerdeki amca böyle karıştır diye tembih etmişti, neden dedi bilmiyorum belki kaymağı bol olur diyedir ama çok zevkli bir karıştırma, kepçeyi daldır süte, havaya kaldır ve boşalt, köpük köpük  oluyor tencere.


Süt ne kadar çok kaynarsa kıvamlı yoğurt oluyor ama çok kaynayan sütün vitamini gidebilir diye ben bir taşım kaynatıyorum( bir taşım demek bir kaç dakika fokur fokur kaynaması anlamına geliyor) Altını kapatıyorum. Şimdi işin en zorlandığım tarafı geldi, mayalanma derecesini ayarlamak ...
Bir derece ile sorun çözülür ama ben çok üşengecim serçe parmağımı daldırıyorum sütün içine , parmağım sütün içinde beşe kadar sayabiliyorsam mayalanma vakti geldiğine kanaat getiriyorum. Her defasında sürpriz ile karşılaşma ihtimaline açığım, süt gereğinden fazla sıcak ya da ılık ise yoğurt sünüyor, tutmuyor. Mayası tutmamış yoğurtlarımın arkasından kendimi  suçlarım, kahrolur, ağlarım ama yine de bir derece almaya üşenirim. 
Neyse diğer aşamaya geçelim parmakta hissedilen sıcaklıkta karar kılmışken cam kaplara sütü boşaltırım, küçük bir  kapta ise süt ile sulandırdığım bir kaç kaşıklık yoğurdu tencereye dökerim, tahta bir kaşık ile şöyle bir karıştırırım. ( Maya da ikinci önemli şart, market raflarındaki yoğurtlardan maya olmaz, peki nerden bulacaksın hakiki mayayı, ben bulamadım, marketlerde küçük plastikler içinde dörtlü satılan o peribiyotik yoğurtlardan alarak ilk mayayı oluşturdum) Şimdi sıra şaşmaz kesin sonuç veren tecrübeme geldi, geçen sene kayınvalidem  Çorum'a ziyaretime gelene kadar mayaladığım yoğurdu sarıp sarmalayıp ılık bir köşe arıyordum , " yoğurt kabını ağzı açık bir şekilde fırının içine koy, fırının  kapağını kapat ertesi gün fırının kapağını aç ve al dedi ( ona da bir arkadaşı söylemiş) . (Fırının dereceleri ile oynamıyorsun , fırın çalışmayacak. ) Fırından çıkarttığım yoğurt  (ağzı açık olduğu için) üstü sulanmamış oluyor, yoğurtlarım öyle taş gibi kalıp gibi olmuyor, sulu oluyor tadı ise biraz  mayhoş ...bir de babamdan öğrendiğim bir püf noktayı da ilave edeyim, yoğurdu kabından aldıkça kalan yoğurdu kaşığın tersi ile düzlüyorum, yoğurt kabın her tarafına eşit dağılıyor böylece çukurlaşıp içine suyu birikmiyor. (Yoğurt kabını kaşıkla sıvazladıkça her defasında babam aklıma gelir , mutlu olurum.) 
Canım arkadaşım bu tarifim ile yaptığın yoğurtlarında beni nasıl anarsın bilemiyorum... 
Bu hafta sonu köydeydik, annem mısır ekmeği yaptı kuzineye attı, ben de yoğurt yaptım, yoğurdun içine mısır ekmeği doğrayarak yedik...

İstersen mısır ekmeğinin tarifini de verebilirim...







3 Ocak 2018 Çarşamba

Ev Köpeği



Sevgili Lulu bu fotoğrafını gördüğümde nasıl sevindiğimi  bilmeni istedim, kendimi sana yakın hissettim, çünkü bu bakışların aynısı  bende de  var. 
CIA de havalı bir işin varmış.

Bebekliğinden beri bu önemli iş için eğitilmişsin, tam işinin meyvesini yiyecek iken iş sana ağır gelmiş, daha fazla sürükleyemeyeceğim bakışları atmışsın.
Ne istediğini de tam bilmiyorsun ama patlayıcı koklayarak ömrünü geçirmek istemiyorsun gibi. Senin yerinde olmak isteyen işsiz ne çok köpek var iken bu yaptığına şımarıklık , tembellik diyenlere karşı sadece bu bakışların var. Hayata bu bakışlar ile bakanların işi çok zor demek istiyorum ama cesaretini kırmayacağım .  Aslında bütün köpekler sahipleri ne isterlerse onu yapmaya can atarlar, hele sonunda güzel mamalar varsa burunlarını her deliğe sokarlar. Sen neden yapamadın diye sorgulamıyorum, anlıyorum seni .  Şimdi ev köpeği olmuşsun, mutluymuşsun. Önceden uyarayım patlayıcı koklamak kadar ağır gelebilir, kirli çorabı temiz sepetine atarlar ,bütün gün giyilmiş çorabı koklayarak bulmaya alışmalısın , dibi tutmuş yemeğin kokusu , çekilmemiş sifonlu tuvalet kokusu, nevresimlerdeki ter kokusu, kirli bebek bezi kokusu, kusmuklu önlük kokusu, çamaşır suyu kokusu, güneş görmeyen odaların rutubet kokusu, başkalarının ağız kokusu da evde yaşamayı seçmişlerin her gün koklamak zorunda olduğu kokulardan bazılarıdır ... Bunca yıl okudun ne iş yapıyorsun diye soranlara cevap olarak senin bu bakışlarını veriyorum , işte bu yüzden CIA ye kapak atmışsın, garanti bir işin var iken neden bu bakışlar diye sormuyorum, anlıyorum seni. Makamda mevkide parada pulda gözün yok,  hiçbir işin köpeği olmak istemiyorsun, kendi halinde sakin huzurlu yaşayıp gitmek istiyorsun, değil mi? Sen başkalarına aldırma, miskin değilsin, hayata küsmüş değilsin, amaçsız hedefsiz değilsin sadece diğerleri gibi değilsin kendin gibi olmayı seçtiğin için, istemediğin şeyi koklamaya devam etmediğin için , ev köpeği olmayı tercih ettiğin için Çorum'dan beri bir ev kadını olarak tebrik etmek istedim seni sevgili Lulu...

Lulu'nun haberi

http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-41687298


2 Ocak 2018 Salı

Katip Bartleby

Katip  Bartleby adlı hikayeyi Herman Melville yazmış. New York'da , işlek Wall Street yazıhanelerinin birinde üçüncü yazıcı olarak işe başlayan çalışkan  Bartleby'in değişimi anlatılır hikayede. Yoğun iş ortamı içinde Bartleby durgunlaşır, yavaşlar ve hiç bir şey yapmamayı tercih eder. Bütün gün hiç bir şey yapmadan ofisin penceresinden dışarı bakmaya başlar. Ofisin tüm pencerelerinden  görülen tek şey kararmış pislenmiş tuğlalarla örülü bir duvardır.


Merdivenlerden gelen su sesini duyduğumda mutfaktaydım, elimde karnabahar vardı, akşam sofrasına  karnabaharı ne şekilde çıkarsam diye düşünüyordum. Nariye gelmiş olabilir  diye kapıya koştum. Yukarıdan aşağıya doğru boşalan su sesine doğru bağırdım; Nariye hanım!...Paçaları kolları sıvalı eşarbı tepesinde bağlı Nariye elindeki süpürgesi ile yukarıdan beri göründü.
Sevgili okuyucu arkadaşlarım detaylarım ile ayrıntılarım ile sizi boğmak istemiyorum, Nariye evimdeydi, üçlü koltuğumun bir ucuna oturmuş, hırkasını çıkarmadan, kıvırdığı şalvar paçasını indirmeden ,konuşuyordu;

Annem  uzaklara gittiğinde uykularımı da  peşinden götürmüştü, , her gece yatağımda oturur pencereden karanlık bahçemize bakardım, kümese giren kurtları sessizce izlerdim, ağzında tavuklarımızdan biri ile geldiği karanlığa doğru koşarlardı. Tavuklarımızın kanat sesini duyardım, kurdun ağzından kaçmak için kanat çırpmalarını, çırpına çırpına karanlıkta kaybolduklarını izlerdim. Annem en çok babama hizmet ederdi, annem öldüğünde en çok babam öksüz kalmıştı. Evin tüm öksüzlerine yeniden  anne olmaya çalışarak   geçti çocukluğum. Oğlum öldüğünde ise  geride tek öksüz olarak beni bırakmıştı. Öksüzlüğümü giderecek tekrar eskisi gibi yaşantıma devam edecek bir şey aramadım.  Her gece oğlumun odasındaki pencereden  karanlığa baktım, karanlıklar içinden aç kurtların çıkmasını  beni de alıp götürmelerini diledim. Oğlum kitaplarının bazılarını pencere kenarına dizmiş, yatağı pencere kenarında.   Kaybolmayı beklerken oğlumun pencere kenarına dizdiği bu kitaplarını okumaya  başladım. Pencere önündeki kitapları  karanlıkta okumaya çalışırken aylar yıllar geçti , okuduklarımdan hiç bir şey anlamıyordum.  Katip Bartleby'i okurken oğlumun yatağında uykuya daldım ve bir rüya gördüm. Güneşli bir günde pencerem açık, mutfakta haşhaşlı tatlı çöreklerimden yapıyorum. Penceremdeki tül havalanıyor kabındaki hamurum kabardıkça kabarıyordu. İçerideki odalardan gülen insan sesleri geliyordu, seslere doğru gidiyorum, oğlum ile annem gülerek bana bakıyorlardı, ne zamana olur diyorlardı, haşhaşlı çörekler, haşhaşlı çöreklerini çok özledik diyorlardı, gülerek. Hava sıcacıktı,mutluluğu hissediyordum yıllar sonra, kabındaki hamur gibi mutluluk yüreğimde kabarıyordu. Oğluma anneme sarılıyorum, öpüyorum. Çörekleri fırına atayım diyerek mutfağa koşuyorum,  güneşin gittiğini görüyorum, artık soğuk geliyordu pencereden. Pencereyi kapatırken dışarı bakıyorum, tepelerin ardından silahlarını kuşanmış kahverenk üniformalı askerlerin geldiğini görüyorum. Askerler yanaştıkça güneş kayboluyor, hava kararıyor. Askerler evime iyice yaklaştığında yüzlerini görüyorum hepsinin yüzü kurt yüzü. Oğlum ile annemin olduğu odaya koşuyorum, hepsine tekrar sarılıyorum. Kahverenk, beklediğim ayrılığın rengiydi, korkunun, acımasızlığın,  rengiydi, kapıma kadar gelmişti. Beni alıp götüreceklerdi. Tek bir beni götüreceklerdi, sevdiğim hiç bir şeyi yanıma alamazdım, saklayamazdım oğlumu hırkamın altına. Kahverengine doğru  evimden çıkarken çırpınmıyorum, ağlamıyor, isyan etmiyorum, tecrübeliyim ayrılığın acısına. Sessizce vakurca ağır ağır ilerlerken
yarım kaldı diye  katip bartleby'i alıyorum yanıma.  Hırkamın altına kitabı koyarken aklıma  bir şey geliyor, gülüyorum. Çocukluğumda, karanlık çöktüğünde kümesimize dadanan kurtları hatırlıyorum, aç kurtlardan biri yine tavuklarımızdan birini boğazlamış kaçıyor, kurdun ağzında bir  tavuk, tavuğun kanatları arasında bir kitap var, ne yapsın tavukcağız kitabının bitmesine az kalmış, bırakmak istemiyor. Tavuk kümesinde hep  okuyordu, sonunun ne olacağını biliyordu, aç midelerin birine gidecekti ama işte okuyarak anlam katmaya çalışıyordu acılarına. Anlamlı acılar daha çekilir oluyordu. Ne yapsın zavallı tavuk işte, ölüme giderken son son kitap okumayı kendine yakıştırmıştı.

Uyandığımda koynumda Katip Bartleby , yarım kalmış her şeyi tamamlamam için yeni bir sabah daha verilmiş gibi kalktım oğlumun yatağından, okudum bitirdim kitabı.  Nariye üçlü koltuğumun bir ucunda konuşuyor, ben  diğer ucunda onu dinliyordum. Bir ara elimde sıkı sıkı tuttuğum karnabaharı fark ettim, Nariye hep konuşsun, hiç susmasın , bir daha kayıplara karışmasın diye soluksuz dinliyordum onu. Ben de okuyup bitirmiştim Katip Bartleby'i, hayatı bencilce tıka basa doyarak yaşamaya alışmış bu bedenden çıkacak cümlelerime ihtiyacı yoktu kitabın, merdiven yıkayıcısı Nariye , bu kitabı en iyi anlayandı....



25 Aralık 2017 Pazartesi

Yılbaşı hediyesi



Yılbaşı çekilişinde sınıfın en havalı kızı ona çıkmış. Kızın rengarenk tokaları , markalı montları botları varmış. Ayfon sekizine kılıf mı alsam diye kendi kendine konuşmaya başladı.  Bana danışmıyor, ya kitap ya da el emeği bir şey olsun diye akıl vereceğimi biliyor. Fikirlerim de yaşım gibi yaşlandı, eskide kaldı, artık benim aklımla  bir hediye paketlenmez, benim aklıma gelen hediyeyi bu sınıftan hiç kimse  beğenmez. Onun markaları Çorum'da yokmuş , alışveriş için hafta sonları Ankara'ya gidiyorlarmış, bu kıza ne hediye alınır ki diye kendini bunaltmasının altında başka bir şey aramadım, sessiz kaldım. Kitap gibisi var mıydı, günlerdir elimdeydi Katip Bartleby , tüm gün kirli siyah tuğlalara bakan adamın gerçeğin sırrına nasıl ulaştığını sorabilmek için Nariye'yi bekliyorum.

O  sabah yine   Nariye'yi bekledim.

Apartman yöneticisine sormuştum, aklına estikçe gelir nerde oturur kimin nesidir bilmem dedi.    Günlerdir onu bekliyordum, pencereden beri gözüm sokakta, bu şiddetli  bekleyişim onu bana yakın etti. Evinin yerini öğrenebilseydim, çat kapı gidecek kadar yakın..

Cuma günü öğle ezanı okunmadan önce Nariye'yi görme umuduyla Çorum mezarlığına gittim. Belki yine aynı gün aynı zamanda oğlunu ziyarete gelebilir diye. Mezarlığın giriş kapısında buluşacakmışız  gibi, örnek mezar nasıl olmalı tabelasını okuyarak, içeri giren çıkanları süzerek beklemeye başladım. Büyük gösterişli mezara izin yoktu, herkesin mezarı ve mezar taşı bir örnek olmalı,  boş olan yere sıra ile gömülmeli, akraba yanı,aile mezarlığı diye bir şeye izin olmadığını okudum. . Çorum mezarlığında havalı mezar yapılamayacağını tabelaları okuyarak öğrenmiş oldum.


Yarım saat kapıda , yarım saat de içeride beklerim diye  kaç saat bekleyebileceğimin  hesabını yaptım. Kapıda  beklemenin dikkat çekici olduğuna kanaat getirince  içeri girdim. Nariye olabilecek kişilere dikkat kesilerek mezar taşlarını okuyarak dolanmaya başladım. Hırkalı yün çoraplı terlikli biri gözüme çarpınca heyecanlanıyordum.   
 Bozkırın ayazı artık canlanmış, mezar üstündeki toprakları, kuş suluklarındaki suları  dondurmuştu. Bazı mezar başlarında plastik tabureler gördüm, bir amca bu taburelerden birine  oturmuş gül bahçesi gibi mezara Kur'an okuyordu, taşın yazısını okudum, karısı olmalıydı. Karısının sağında ve solunda yabancı erkek mezarları vardı. 
Ne Nariye'yi ne de oğlunun mezarını görebildim, dolanmaktan yorulmuş, soğuktan üşümüştüm. Girdiğim kapıyı da artık bulamam diye düşünürken servilerin arasından noel ağacı gördüm. Noel ağacına doğru yürüdüm. Duvarın arkasında Çorum'un tek alışveriş merkezini  ahl Park'ı gördüm. Alışveriş merkezini görmek  içimi ısıttı, duvarın öteki tarafına geçmek istedim. Plastik taburelerden güç alarak duvarı aştım. Noel ağacına doğru, hızlı adımlarla alışveriş merkezine girdim. Kalabalık bir kafeye oturdum, sütlü kahve söyledim. Kahvemi içerken
renkli vitrinlere, heyecanlı alışverişlere, dolu poşetlere baktım. Kahvemden sıcak bir yudum daha alırken , havalı kızlara ne hediye edilebilir diye alışveriş edenleri izleyerek  fikir sahibi olmaya çalıştım.



10 Aralık 2017 Pazar

Üç ayaklı kedinin ardından

Sokağımdaki  kedi bir haftadır ön sağ patisi üzerine basamıyor,  attığım sosislere üç ayağı ile koşmaya çalışıyor, bahçe duvarından atlayamıyor, ateş dikeni ağacına bile  çıkamıyordu.   Bir haftadır, nereye baksam  yere basamayan ön sağ patiyi görüyorum.  Dizimde bir sızı ortaya çıktı, yürütmüyor, aksatıyor, geceleri uyutmuyor.
Aksayan ayağımla Çorum veterinerlerini tek tek gezdim.  Başını elindeki telefondan  kaldırmadan konuşanı ,  daracık tek odasında büyükbaşlar için var olanı,  röntgen parasını, muayene parasını önden söyleyeni , inceliyorum, hiç birini gözüm kesmiyor. Belki ayağını daha kötü yapacaklar , belki hepsi para tuzağı, belki ön sağ patinin ciddi bir şeyi yok, kendi kendine iyileşir diye söylene söylene sokağımın yolunu tuttum.
 Yol üzerindeki marketten sosis aldım, kasadaki kıza " kediler için alıyorum "dedim, neden aldığımı sormadığı halde " ne iyi insansınız kedileriniz şanslı " dedi. Sokağıma gelince sakat kedimi arandım   bir tek onun yemesini istiyordum, sosisleri. Çöp tenekesinin ardından belirdi,  beni görünce üç ayağı ile koşmaya başladı. Sokağımdaki diğer kediler gibi asla kendini sevdirtmez, çok tedirgin yaklaşır, mamanın yanına ,ben uzaklaşmadan yanaşmaz,insanlardan çok korktuklarını hep belli ederler.  Zaten yanaştırmıyor, nasıl götürecektim ki veterinere diye verdiğim kararı haklı çıkararak uzaktan sosisleri  yemesini izledim.
Dizimdeki ağrıyı hissederek eve çıktım.
Havaların soğuduğu  geçen hafta aniden ortadan kayboldu kedi.
Mutfak penceresinden gözetledim durdum, görünmedi.
İki senedir her gün görünürdü, her gün sosis için beni gözetlerdi.
Bir başka şey daha dikkatimi çekti, sokağımda ki diğer kediler de yok olmuştu, hiç biri görünmüyordu. Aradan üç gün  geçince sokağı aramaya başladım, bunca kedi nasıl yok olmuştu.
Zehirlediler yine dedim. Zehirli bedenlerini çöp tenekelerinin içinde, çöp arabalarının içinde aradım. Başka bahçelere girdim, kurumuş yaprakların altına baktım. Öldürdüler dedim. Zehirlediler. Sokak ortasında sokağımdaki herkese bağırmak istedim, hanginiz zehirledi, çıkın ortaya, nereye sakladınız , nereye attınız ölülerini. Söyleyin, sizi ne zehirledi ki bu kadar kötüsünüz, diye bağırmak istedim. Zehirli beyinleriniz  ile daha ne kadar kötülük yapacaksınız diye bağırmak istedim.
Sessizce evime geldim, mutfak penceresinden dört gün daha boş sokağa baktım. Bakarken ağladım.
Boş sokaklarda kedi hayaletleri gördüm.
Penceremden bakarken boş sokaklara, başka bir şey daha gördüm, iki senedir kedileri gözetleyen, onları  sosis ile besleyen, "canım, aşkım, bir tanem "diye sevgi sözcükleri ile seven, iyi yürekli bir kadını, kendimi gördüm.
Bu sokağın en iyi insanı ben olmalıydım, benden önce sokak kedileri sosis yememişlerdi. Bir tas su koyan bile yoktu.  Ben onların  iyilik meleğiydim , yufka yürekli, hayvan severdim.
Bu acımasız sokakta tekim, benim gibi gözü yaşlı temiz kalpli bir insan daha yok.
Benim gibi başkalarının acılarına hassas olan var mıydı, yere basamayan bir kedi ayağının acısı yapışır mıydı vücuduna, günlerce aksak aksak yürür müydü evinin içinde iş yaparken  ve dışarıda...
Yoktu benim gibisi yoktu, sokakta değil bu şehirde yoktu benim gibi iyi yüreklisi...
Mutfak penceresinden sokağa bakarken kendimi görüyordum, kendimi gördükçe bu yoğun duygular içime sığmıyor, hüngür hüngür ağlıyordum.
Benim kadar güzeli, iyisi, naifi, yufka yüreklisi var mıydı, yoktu, ben tektim diye için için  ağladım durdum.
Bir hafta sonra ,bu pazar ,sabahın erken saatlerinde dışarının soğuğu içerinin sıcaklığı ile buharlaşmış penceremden bakarken başka sokaktan aksayarak gelen kediyi gördüm. Pencerenin buharını dağıtarak dikkatlice baktım, evet oydu gelen. Coşkuyla sokağa indim, beni görünce artık yere değdirebildiği ayağı ile az aksayarak koştu geldi.
Yokluğunu, insanlar tarafından öldürülmüş olduğuna bağlamışken, başka sokakların insanları onu kucaklayıp veterinere götürmüş olabileceği aklıma hiç gelmemişti.
Sonraki günlerde diğer kediler de saklandıkları yerlerden bir bir çıktılar.
Penceremin önünde kafaları yukarı doğru sosis beklediler.
Kedilere bakacak yüzüm kalmamıştı.
Sokağın değil dünyanın en kendini beğenmiş zavallı bir çare kadını , Çorum'daki sokağından gözlerini kedilerden kaçırarak sosis fırlatmaya devam  ediyor...









5 Aralık 2017 Salı

Nariye ile kitap buluşmaları

Mucizelere inanmıyordum. Buraya taşındıktan sonra  mucizelere inanacak kadar çaresiz kaldım.
  Cuma günü bir mucize oldu nihayet bir arkadaşa sahip olabildim, bencil yalnızlığımı giderecek bir ses bir renk gibi değil, yıkarak, yeniden dönüşüme sokan bir arkadaşlık... Arkadaşım ile her hafta buluşup , kitap üzerine konuşma kararı aldık. Ben ev hanımı, o merdiven yıkayıcısı,  konuşacağımız ilk kitap ise Herman Melville 'ın  Katip Bartleby kitabı.  Önce arkadaşım ile  nasıl tanıştığımı anlatayım

Cuma sabahı şehrin suları kesikti.
Pencereden araba camlarını kazıyanları görünce " borular mı dondu da, sular kesildi" dedim.
Çayımı aldım, koltuğa uzandım, pıtpıt kucağıma geldi, yalnızlığın , hiç bir şey yapamamanın, boş boş oturmanın verdiği suçlulukla tüylerini okşarken zil çaldı.
Merdivenleri yıkayan kadındı gelen, kollarını şalvar paçalarını sıyırırken çantasını içeri uzattı. Eczanelerin hediye ettiği, üzerinde büyük harflerle ECZANE yazan çantasını aldım. Çantanın fermuarı bozulmuş olmalı, çanta içindekilerini gösteriyordu,   boncuğu bol  tespih ile ince bir kitap hemen göze çarpanlardı  ... Çantayı masaya koyarken kitabın adını okuyabildim. " Katip Bartleby"  . Kitabı hatırladım, Herman Melville yazarıydı , yazarın iki kitabını tavsiye üzerine almış Beyaz Balina'nın birazını okumuş bırakmış, bu kitabı ise  hiç elime almamıştım. Kitabın bu çantada ne işi vardı diye hemen kafamdan bir kaç senaryo yazdım. Kadın işe koyulmaya hazır elini beline koymuş  kapı önünde beni bekliyordu.

Sular kesildi dedim, içeri gelseniz , birazdan geliyor, hep böyle oluyor.
İçeri girsin, yalnızlığım dışarı çıksındı. Çantada ki kitap için yazdığım hangi senaryom gerçekti öğrenmek de istiyordum.
Yüzüme baktı,  yüzümden ne kadar yalnız olduğum anlaşılıyordu , elini belinden alıp terliklerini çıkartmaya başlarken, öğlen ezanı okunmadan mezarlıkta olmam gerek dedi.
Şaşırmadım, bizim köylerde de adettir, cuma günleri cuma namazından önce mezarlık ziyareti yapılır.
Bir kaç haftadır tanıyorum merdivenci kadını , adı Nariye, her kattan bir kova su alır,  boşalttığı  suyu alt katlara doğru süpürür... Yüzüne bakınca benden yaşlı mı genç mi, mutlu mu üzgün mü olduğunu anlayamıyorum. Görünüşü yabancı değildi, eşarbından görünen saçlarını ortadan ikiye ayırmıştı, örgü hırkası, yün çorapları, şalvarı ile güven veriyordu. Sular hep böyle yapıyor, sabah gidiyor öğlen olmadan geliyor, Çorum'un her yerinde böyle midir, bilmiyorum diye söze başladım. Çorum'u bilmiyorum, yabancısıyım diyorum, çocuk okula , bey işe gitti mi evde yalnız kalıyorum. Kendini evimde yabancı hissetmesin diye, Çorumlu olarak asıl ev sahibi kendiymiş gibi rahatlasın, Katip Bartleby okuyacak yaşta bir çocuğu ya da tanışı var mı açık etsin diye..Konuşma konularını arka arkaya kutu gibi diziyorum  sırası geldikçe açılacaklar .
Öğle ezanına ne kadar var dedi, yolum uzun dedi.
Kafamı duvarın sağ köşesine çevirdim, o da çevirdi, 
ancak dedi, kalkmaya yeltendi, yeni geldin otur diyemedim, ben götürürüm ,kar  da atıştırıyor, araba ile gideriz.
Konuşmamasının, biraz soğuk davranmasının benimle ilgisi yok, beni sevdi gibi, anladım.
Araba ile beraber gitmekte ısrarcı oldum, yalnız içtiğim çayımdan ikram ettim bir kaç laf etti memleketine dair.
Birlikte kalktık,  nagivasyona Çorum mezarlığı yazdım.
Mezarlık şehrin merkezindeymiş. Şehrin en işlek caddesinde, her ihtiyaç için akla gelen ilk cadde Gazi caddesinde olması ve benim hiç görmemiş olmama şaşırdım. Arabayı park edip yan yana yürüyerek mezarlığa girerken yine ben konuşuyordum, ananem öldüğünden beri köyde olduğumuz her cuma günü bizde mezarlık ziyareti yaparız, on beş senedir  hiç kaçırmamaya çalışırız... " diye laf açarak kim için mezarlığa geldiğimizi öğrenmeye çalışıyorum. Çeşmenin önünde   durdu, boş  bidonlar içinden birini seçti, doldurdu. Yeniden yürümeye başladık, elindeki dolu bidonun ağırlığını hissettim, kirli bidon konuşma hevesimi kaçırdı... 
Yan yana iki mezar önünde durdu, birinin üzerinde ismi tarihi yazılı taşı vardı diğeri yeni mezardı,  taşı  yoktu, toprak yükseltisinden taşan topraklar serpiştiren kar ile  çamurlaşmıştı. Onun terlikleri benim çizmelerim çamura batmıştı.  İlkin taze mezarı saygıyla çekine çekine azıcık  suladı.  Taşı olan mezara yüzünü çevirdiğinde, kirli bidon titredi. Titreyen kirli bidon taşın yazıları üstünde gezinirken   her harfi her rakamı eliyle ovuşturarak  yıkadı. Kirli bidonun suları avucuna doluyor, avucundaki suyu taşa içiriyor gibi,  sulama işini bitirince , tüm gövdesi ile  mezara sarıldı. Hemen müdahale ettim, tutup kaldırdım. Kolları felçliler gibi istemsiz sallanmaya başladı, yüzüne hafif hafif dokundum, kendine gel dedim biraz sonra kendine geldi    boşalmış bidona sarıldı,  göğsüne yapıştırdı,  bidon çatırdadı.
Nariye ile kol kola ağır adımlar ile  mezarlıktan çıkarken bu sabahımı hatırlamaya çalıştım, sevdiklerimi uğurlamış sıcak evimde çayım ve kedim ile otururken merakım, yalnızlığım yüzünden  mezarlıktaydım. Mezarlık şehrin tam ortasında görünmeyen bir canavar olmuş, koluna girdiğim bu kadını yaralamıştı, yaraları iyileşmeyecek bir daha eskisi gibi olamayacaktı. 
Arabayı park ettiğim yeri hatırlayamadığımızdan dolayı uzun bir yürüyüş yaptık,  iyi geldi yürüyüş, kendimize geldik,
Arabaya binmesine gerek yokmuş, yıkayacağı merdivenler buraya yakın apartmanlardaymış, çantasını almak istedi. Ağzı açık çantasını arabadan çıkarırken kitabı sordum,  " oğlumun kitaplarından biriydi", dedi sustu, gözlerinin içinde mezar belirdi, " ikinci kere okuyorum, siz okudunuz mu"  dedi.
Bu sabah onu ilk gördüğümde  bu kitap ile ilgili kafamdan yazdığım senaryo tuz buz olmuş, parçaları şimdi gövdeme saplanıyor, canımı acıtıyordu. 
Yoo dedim okumadım ama bende de var, hemen okuyacağım.
Ne güzel, okuyun , sizin apartmanı yıkamaya geldiğimde konuşuruz dedi, hırkasına sarınıp, terliklerine yapışan çamuru iz bırakarak uzaklaştı.

Şimdi Katip Bartleby' i okuyorum, okurken mezar taşının rakamlarını 1991-2016 görüyorum , alt alta koyup çıkarıyorum, çıkan rakama, Nariye'nin oğluna  sarılıyorum. Buluşacağımız günü kadar,  kitabı onun gibi iki kere üst üste okuyabilmeyi istiyorum...

29 Kasım 2017 Çarşamba

Kitap okudukça


Ona kitap okumak hakkında bir şeyler yazmak istedim ama yararlı olacağını sanmıyorum. Yaz tatillerinde köyde dişlerimi fırçalamak istemezdim, köydeki çocukların hiç biri fırçalamıyordu, dedem dişsiz ağzını açardı,  fırçalamazsan, benim gibi olursun derdi. Dişlerimin vücudumun bir parçası olduğunu hissettiğim bir zamanımda  alışkanlık haline getirdim fırçalamayı, dedemin örnek olmak isteyişi etkili olamamıştı.
 Oğluma okumazsan şöyle olursun, okursan böyle olursun demeyi dedemin ağzını açışına benzetiyorum. Merak etmedikçe, sormadıkça kitaplar hakkında konuşmak istemiyorum...
En çok hikaye kitaplarını sevdiğimi ,  hediye olarak hikaye kitabı aldığında annesinin çok mutlu olacağını bilir. Neden çok sevindiğimi düşünmüş müdür? Onun  iyi bir okur olmasını neden istediğimi düşünmüş müdür?
Vakti geldiğinde ona söylemek istediğim şeyleri not almak istedim...

*Kitap okuyarak başarabileceğin şeylerin başında; kendin olabilmek geliyor. Tüm çevren tek bir renk ile boyanmış olabilir, seni de  kendi renklerine boyamak isteyeceklerdir, ancak kitap okuyarak karşı çıkabilirsin..

*Kendi rengin ile farklı durabilme cesaretini, sabrını ancak kitap okuyarak kazanabilirsin.

* Kitap  , gerçek bir arkadaşın yerini tutamaz ama gerçek arkadaşı  kitap okuyarak ayırt edebilirsin...

*Yanlışa karşı, kitap okuyarak direnebilirsin, doğruların kitap okudukça sağlamlaşır.

*Kitap okudukça olgunlaşırsın, her şeyin değerini tartabilme özgürlüğüne kavuşursun...

* Kitap okudukça kendini bulma serüveninin hiç bitemeyeceğini anlarsın...

* Bir yetimi, bir hastayı, bir cüceyi, bir kendini beğenmişi, bir böceği, bir ülkeyi, bir nehri  , bir sihri, okuduğun için hissedebilirsin.

* Başka hayatlar içinde kendi hayatını ararsın, okurken mutlu olur, mutsuz olursun, sıkılır, bunalırsın...

* Değişime açık olursun, değiştiremeyecekleri kadar kapalı olabilirsin...

* Kitap okuyarak kendine ait olursun

*Kitap okuyarak kendini bilirsin

* Kitap okursan hayallerin olur

* Kitap okudukça yaşarsın

*Okudukça kendi hikayeni yazabilirsin

*Kitap okudukça çoğalırsın

*Kitap okudukça daha çok  sevebilmeye  hoş görebilmeye sahip olabilirsin

* Kitap okudukça anlarsın, anlaşılır kılarsın.

* Kitap okuyarak seçersin, her şeyi kabul etmezsin

* Kitap okumak ile bir şey olunmaz, ne kadar çok okursan  o kadar büyümezsin.

* Kitap okudukça küçülürsün.

*Kitap okudukça dünyan büyür.

*Kitap okudukça  evrende soluk bir mavi nokta olan dünyanın küçüklüğünü görürsün.

 *Kitap okudukça zenginleşirsin, okudukça fakirliğini görürsün

* Kitap okudukça yalnızlaşırsın.

* Kitap okudukça gerçek olanı ararsın.


Madde madde , alt alta ne kadar soğuk durdular.


 O kadar çok ki , en önemli madde ise bütün bunları ancak kitap okumayı alışkanlık haline getirdiğinde okumadan duramadığında anlayabileceği, hissedebileceği...O zaman gelinceye kadar hiç bir anlam ifade etmeyecektir...Bir gün gelecek kendi maddelerini açıklayacak, maddeleri çoğaltacak, başını kucağıma alıp, saçlarını okşayarak kendi maddelerimi açıklayacağım...
Bu maddeler benim okurken hissettiklerimdi, bir de son bir şey eklemek istiyorum, dün izlediğim bir filmde idealist kendini bilen bir öğretmen, öğrencilerine söylüyordu;

"...Her gün 24 saat, hayatımız boyunca, bazı güçler, ölene dek bizi aptallaştırmak için sürekli çalışacak, bu yüzden kendimizi savunmak ve bu saçmalığı beynimize sokma girişimleriyle mücadele etmek için hayal gücümüzü canlandıracak, vicdanımızı ve inanç sistemimizi geliştirecek tarzda okumayı öğrenmeliyiz. Zihnimizi savunmak ve korumak için okuma alışkanlığı kazanmalıyız."( Detachment)


23 Kasım 2017 Perşembe

Bir özür

Mektuplaştığım     arkadaşlarımdan özür dilemek için bu yazım. Çorum'a özel bir uygulama  olsa gerek iki yıldır gönderdiğim kargolarımın içine mektup koyamıyorum. Daha uygun diye ptt kargoyu kullanıyordum. Mektup ayrı kargo ayrı gitmek zorundaymış.  Örneğin mektuplarımın içine mutlaka bir kitap koyardım ama kitap ile mektup aynı kargoda gitmez diye mektuplarımı kitaplardan ayırıyorlar. Kitap gönderimin de kampanyalar var ama kitabın arasındaki bir sayfa yazıya müsaade edilmiyor, kitap göndereceğim dediğim zamanlar "kitaba bakabilir miyiz " diyerek sayfaları karıştırıyorlar, arasından çıkan notu ayırıyorlar. İki ayrı kargo ücreti ödemek zorunda kalıyorum ya da mektuplarım kitapsız, kitaplarım mektupsuz kalıyor. Kargolarıma mektup koymadan yollamak benim için çok zordu, görevlilere nasıl anlatabilirdim?
Bugün bir günlük defterini hastanedeki bir kıza , bir kutuyu da ( içinde boya kalemi vardı) yine başka bir çocuğa göndermek için PTT'ye gittim. Görevli kişi günlüğü aldı parmağını yalayarak sayfaları  açtı , içine koyduğum tek yaprak mektubu ayırdı, kutuyu açtı boyaların üstüne koyduğum tek yaprak notu ayırdı. Bunlar haberleşmeye girer ayrı gitmek zorundalar dedi.
Haklıdır, itiraz etmiyorum ama hediye gönderirken kuru kuruya bir paket göndermek ağırıma gidiyor, örneğin o tek sayfalık notta " bu günlüğü beğeneceğini umuyorum, ben çok beğendim, biliyorum ki sen çok güzel yazıyorsun, hastanede ne çok hikayelere tanık oluyorsun, gözlemliyorsun, kim bilir ne çok hikayeler biriktirdin, hepsini not etmeni bana göndermeni sabırsızlıkla bekliyorum... yazıyordu.
Boyaların içindeki notta ise şunlar vardı; sevgili....harika resimlerin için sana küçük bir hediye, umarım beğenirsin, ileride büyük bir ressam olacağına hiç kuşkum yok, bu boyalar ile yaptığın bir resmi bana da yollamanı çok isterim...( Bu satırlar bir sayfa tutuyordu, bir adet a4 sayfası , bazen yazacağımız şeyler çok oluyor iki , üç sayfayı  da bulduğu oluyordu )
  Görevli bu sayfaları iki yıldır aynı şekilde yaptığı  gibi özenle ayırdı, ayrı ayrı postalanacak, ayrı vakitlerde gidecekti anlamıştım ama bunlar ayrılmamalı diye yine direttim, ayrılırlarsa anlamsızlaşacaklardı, olmaz dedi, yönetmelik böyle.
O telaş ile saçma sapan bir şey yaptım.
Sıra vardı, daha fazla meşgul etmemek için tamam olur bildiğiniz yapın dedim, notlar için toplam yirmi beş lira gönderim parası ödedim, günlük ile kutuya param yetişmedi, elimde günlük ve kutuyla geri döndüm.   Notları daha ucuz olan pul ile yollayabilirdim ama süre uzayacaktı,  sırf notları yollamış olduğuma pişman oldum. Yarın ilk işim elimde kalanları yollamak olacak ama bu uygulamaya artık güç yetiştiremeyeceğim, arkadaşlarımdan , çocuklardan özür diliyorum.

21 Kasım 2017 Salı

Kitapçıda



Mutfak penceremden sokağa bakıyorum.

 Biraz önce cahilliğin yok olduğuna şahit oldum.Tek gözlü  bir kedi turuncu arabanın altında pusuya yatmıştı. Cahillik  bir sineğin vücudunda , her yere konuyordu. Tek gözlü kedi bir hamlede sineği yakaladı, yuttu.

Bu ilde özlemini gideremediğim bir şey vardı.
Kitapçıya girip kitaplar arasında kaybolmak ihtiyacı, nasıl anlatılır bilemiyorum.
Bölüm bölüm ayrılmış, raf raf sıralanmış kitapların  önünde uzun uzun durma, hepsini elime alıp evirip çevirme, kapaklarındaki resimlere dalıp arka kapaklarını okuma, rastgele bir sayfa açma, koklama, dokunma ihtiyacı...Elleyerek, dokunarak, koklayarak seçtiğim  kitap ile konuşma ihtiyacı; seni sevdim, bana iyi arkadaş olursun ama henüz vakti değil, en yakın zamanda alacağım, biraz beklemen lazım" diyerek hiç bir kitap almadan kitapçıyı terk etme ihtiyacı...
İlimiz için gerekli olan ne diye yaşayanlarına sormuşlar  nerdeyse herkes alışveriş merkezi diye cevap vermişti,  içinde bir kitapçının da olacağını öğrenince sevinmiştim.
Geçen sene şehrin  ilk alışveriş merkezi açılmadan önce bir  kırtasiyenin,  üst katında bir kaç raflık kitaplarına uğruyordum. Rafların büyük bir bölümü tasavvuf ve dini yayınlara ayrılmış gerisi çok satan aşklı romanlardı. Ve bir kaç tane dünya klasiklerinin  özetleri...Bazen , kendimi çok yalnız hissettiğim zamanlarımda çaresizlikten bu kırtasiyenin üst katına çıkmak zorunda kalırdım. "Ne istiyordun abla" derlerdi, kadın ya da erkek görevliler. Kitaplara bakacağım diyerek üst kata çıkarım, hemen arkamdan üst kata çıkarlardı. Ne aramıştınız yardımcı olayım derlerdi. Hiç diye cevaplardım, sadece bakıyorum. Hoşuna gitmezdi, cevabım, kollarını bağlar tek ayağının üstüne abanarak beni izlerdi. Hiç kimse olmazdı üst katta,ne aradığını bilmeyen müşteri ile çok acelesi olan görevliden başka. Elimi uzattığım her kitabı dikizler,  her yöneldiğim yere yönelir, nefesini ensemde hissetmemi isterdi. Hiç bir şey almadan çıkıp gitmiş iken bir kez daha aynı şekilde kırtasiyesine uğrarsam bu kadın benim için geliyor diye de düşünür mü diye çekinirdim.
"... ilimiz için bir projem var" adlı belediyenin her sene düzenlediği bir organizasyonu olduğunu duyunca aklıma bu ihtiyacım geldi. Bu ilin her sokağında bir kaç tane kıraathane  bulunur, sadece erkeklerin günün her saati hınca hıç doldurduğu mekanlardır, kadınların " günleri" vardır. Bu ilin iki senelik sakini olarak ben de bu ilin yaşayanlarındanım ama  kadınların sosyal aktivitesi " günlerine" hiç davet edilmedim ( oysa çok istedim bir güne katılmayı,  peşe takılmış yedekten değil  günün asilden üyesi olabilmeyi çok istedim, uğruna yazı da yazdım ama başarılı olamadım, hiç çağrılmadım)
Benim bu il için bencilce kişisel isteğim, her mahalleye küçükte olsa kapalı sıcak bir mekan açılması  içinde bir kaç masa duvarında kitapların olması... Her çeşit renk renk kitaplar, benim gibi yalnızlık çeken kadınların termoslarına çay, kahve doldurup   evden çıkabilmesi... Hiç bir  kimsenin , görüşün,egemenliğinin hissedilmediği küçük mekanın nasıl kitaplarla dolacağının nasıl işletileceğinin fizibilitesini de çıkarabilirim. Hiç zor değil. Zor olan cahillikti ama işte biraz önce
tek gözlü bir kedi kurtardı tüm insanlığı. Çekindiğim herkesin gözünün içine bakabilirim artık, maalesef artık bir kedinin bağırsaklarındasın, bir ölüsün diyebilirim...Bu cesaretle yazabildim...



17 Kasım 2017 Cuma

Bozkırın Kışı

Evime güneş sadece ikindi vakti mutfak penceresinden uğruyor. İkindi vaktini bekliyorum, çayımı kahvemi içerek, sıcacık, umutlu yazılar yazmak için.. Penceremin önünde ikindi güneşi ile bardağımdakini yudumlarken sokağıma bakarım. Tek tük ağaçlarında kırmızı turuncu sarılar, iki üç katlı evleri ile daracık sessiz bir sokak.  Toroslarının arkasında sebze meyve satanlar , eskiciler, kalaycılar, overlokçular sokağın sessizliğini bozar.
"Gastamonu sarımsaa geldi", "Eskiyleri alak", "Kalayycıaaa" diye samimi içten seslerin yanı sıra "Hanımların dikkatine ...diye başlayan sizli bizli aynı metinli teypten yapmacıklı sesler sokağımdan geçer.  Reno 11 ler ile Toroslar en çok görünen arabalardır, renk renk, her rengi samimi, sıcacık...
                                       
Yazı için uygun kıvama gelmiştim.
İkindi güneşi ile penceremde güneşlenip sokağımdaki sıcak renklere, seslere dalmış   kahvemi yudumlarken , ellerinde kocaman bıçaklarıyla iki kadın arkalarında  bir çocuk penceremde beliriverdi. Uzaktan gelişlerini görmüştüm. Kadınlardan biri yaşlı biri gençti. Ellerindeki bıçaklar çok büyüktü, kurban kesmeye gelmişler gibi. Eski evler tek tek boşaltılıyordu, taşınanlardan biri  çekyatını sokak kenarına bırakıp gitmişti. Şimdi  kadınlar bu çekyatın başındalar. Etrafında bir tur döndüler. Genç kadın dizleri üzerine çöktü, elindeki bıçağı çekyata sapladı.  Yaşlı kadın bıçağı ile    dönmeye devam ediyordu, nerden başlayacağında karasızdı. Çocuk dört beş yaşlarında bir oğlandı, kadınlardan biri annesi diğeri  de büyükannesi olmalıydı,  oyun uydurmuş hoplayıp zıplıyordu. Kadınlar,  kurban derisi yüzer gibi çekyatı kumaşından, süngerinden ayırdılar. 
Çekyatın iskeletine ulaşınca genç kadın koparabildiği kadar tahta kopardı, kopardıklarını kucaklayıp arkasında zıplayan oğlu ile uzaklaştı. Yaşlı kadın çekyatı terk edemiyor,  bir sağına bir soluna geçerek kurbanını tartıyordu. Çekyatın başında durup uzun uzun bakındıktan sonra bıçağını eteğinin beline soktu, iskeleti tuttu kaldırdı, sırtına vurdu. Çekyatın bir ucu  sokağa sürtüyordu. Can verirken son bir böğürme gibi, son bir ayak direr gibi ses çıkmaya başladı. Çekyat iskeleti yaşlı kadının sırtında sokağı inlete inlete uzaklaşırken bardağımdaki kahve soğudu, renkler , sesler soğudu. 
Bozkıra kış geliyordu. Bozkırın kışı nasıl olur, bilen var mıydı?
Bozkırın kışını en iyi bu kadınlar bilirdi.  Ben de bozkırda yaşarım ama bu kadınların tecrübesi karşısında çok cahil kalırım.  Şu peşleri sıra zıplayan küçük oğlan çocuğu gibi kalırdım, kış bana oyun gibi gelir.  



Küçük not:  Arkadaşım bir mektup atmış oralara kış geldi mi diye soruyordu, mektubunun sonunda da Turgut Uyar'ın " Acıyor" şiirini yollamıştı; "keşke sana bu kadar acılı şiirler göndermesem. insan arkadaşına böyle kederli şeyler göndermez " diyordu. Arkadaşıma sıcacık bir cevap yazabilmek için ikindi güneşini beklemiş, penceremin önüne geçmiştim. Bu kadınlar gelmeseydi, bozkırın kışını bildiğim gibi yazacaktım, sıcacık bir mektup olacaktı.  Bu kadınların kışı , davetsiz misafir gibi giriverdi, mektubuma.
İnleten, bıçak gibi keskin bir acıydı, kış.
Özür diledim arkadaşımdan , insan arkadaşına böyle  kışlar göndermemeliydi.






15 Kasım 2017 Çarşamba

Köy Öğretmeni

Çok uzaklarda bir köyümüz var. Kış gelmeden son bir kez  daha hafta sonu gidip geldik. Kurumuş domates biber salatalıkları söktük, toprağı belledik.
Soba kurduk ( soba kurmak için tam bir günümüzü harcadık, görüntülü telefon ile annemden yardım aldık , yamuk dursa da borular , yeter  , kuruldu dedik).
Sobayı yakmakta da acemiydik, dumana boğulduk, zehirlenmemek için kapı pencereleri açık tuttuk.
Soba başında ders çalışan oğluma hadi bizimle toprağı kaz dedim, olmaz dedi çok ödevi varmış. Sınav haftasıymış, beş tane yazılısı varmış. Yağmur yağıyor, toprak yumuşacık kolay belleniyor.
Kazdığım yerlere bakıyorum solucanlar oynaşıyor. Ellerim su topluyor, kazmayı bırakıp , toprağa oturuyorum. Nefes alıp veriyorum, nefesimin gerçekliğini hissediyorum. İnandığım şeyler listemin başında toprak var diye  üzerinde oturduğum toprak ile konuşuyorum.   Benim için gerçeksin ve gereklisin diyorum toprağa , cömert, sessiz, sadık ve güvenilir bir dostsun.
Tüm gün okul onun bütün el becerilerini aldı, isteğini, heyecanını, merakını da aldı götürdü.
İnanmadıklarımın başında okul var. İnandığım gibi yaşayabilme hayalim var, hayalimi köye yerleşerek gerçekleştirmeye başlayacağım.

Gün battı, hava soğudu. Sobamızı tüttüre tüttüre yakmaya çalıştık, başında oturduk, hayal kurmaya başladık. Köyde yaşıyoruz, şehirde değil.
Test  kitaplarından başını kaldırıyor, köyde yaşamayı isterim diyor,  köy öğretmeni olmayı isterdim derken özgür bir tercih yapabildiğini hissetmiş olmalı ki gözlerinden kendine güven okunuyordu.
Öğretmenlerini hayatından tamamen çıkarmak hayalim var iken öğretmen olmak istemesine şaşırdım.
Hayallerini yanamayan soba başında canlandırdık. Tüten dumanlar içinde bir köy öğretmeni görüyoruz, bu genç adamın  
on bir yaşında iken köy öğretmeni olma hayalleri varmış, hep güldürdüğü çocukları varmış, sınıfında sadece çocuklar değil   kediler köpekler de  olacakmış  ( bir de eşek olsun diye ısrar ettim bahçede durması koşuluyla kabul etti) .
Soba yanmadı, dumandan isten kap kara olduk.
Şehre döndüğümde ilk işim  "Hayat türküsü "adlı diziyi aramak oldu.
Hayat isimli bir genç kız Van'ın bir köyünde öğretmenlik yapıyordu, köy çocukları,köy şartları köy hayatı öyle gerçek öyle doğaldı ki ...
Şimdi bir haftadır bu diziyi izliyoruz,  Hayat öğretmeni, Vanlı öğrencileri gözlerini kırpmadan  izlerken sanki geleceğini yaşıyormuş gibi onların içindeymiş gibi heyecanlanıyor...
https://www.trt1.com.tr/arsiv/hayat-turkusu/bolum/1-bolum


İçinde, köy öğretmeni olan, tüm zorlu şartlara rağmen çocukları seven, mesleğini seven, güler yüzlü bir öğretmeni olan dizi biliyorsanız , söyler misiniz, izlemeyi çok isteyecektir.




14 Kasım 2017 Salı

Yirmi yıl önceden gelen liste

Kütüphanemin tozunu alırken en üstteki raflardan küçük bir not kağıdı yere düştü. Sararmış bir kağıt parçasıydı, üniversite kitaplarımın arasından çıkmış, yere düşmeden önce oturma odamın boşluğunda uçmuştu. Elimdeki toz bezini bırakmadan, olduğum yere çöktüm. Yirmi yıl öncesinde bir liste yapmışım; " inandıklarım, inanmadıklarım" diye.  Kurşun kalem ile önce inanmadıklarımı yazmışım, sonra inandıklarımı. En sonunda kurşun kalemi bastıra bastıra " inandığım gibi yaşamak istiyorum" yazmışım.
Sararmış bu küçük not kağıdı birinci sınıf  siyaset bilimine giriş kitabı arasından çıkmıştı, listenin en başında siyasete inanmıyorum vardı,  şampuana inanmıyorum ikinci maddeydi. İnandıklarımın başında " yalnızlık"ı görünce şaşırdım.  Sabahları beş yüz kişilik bir sınıfta  ders işliyor akşamları onlarca kız ile kız öğrenci yurdunda kalıyor iken yalnızlığı sevebilmiş, inanabilmiş olmama hayret ettim.
(Yalnızlık tercih ettiğim bir şey değildi ama   en yakın arkadaşım gibi beni terk etmiyordu.   Bu geçmişi eskilere dayanan bir arkadaşlık. Çocukluğumda aklım başımda değil iken bir ant içmiş olmalıyım, yalnızlık ile karşılıklı kanlarımızı akıtmış olmalıyız, birbirimizin akan kanlarını emerek ayrılmayacağımıza dair yemin etmiş olmalıyız. Ben yalnızlıktan kurtulmak için elimden geleni ardıma koymadım ama o yeminine sonuna kadar sadık olan taraftı, bunu her yaşımda her anımda hissettirdi.)
Hatırlıyorum,
inandığım gibi yaşayabilmem için önce inandığım şeylerin gerçekliğine, gerekliliğine  kendimi inandırmam gerekiyordu.
İnandığım gibi yaşamaya ilk saçlarımdan başlamıştım, şampuan gerçek ve gerekli değildi, sobanın külünden yaptığım sabun gerçekti. Gerçek ile buluşan saçlarım kazık gibi sert,  mat,yapış yapıştı. İpek gibi dalgalanan, ışıl ışıl saçlar yalancıydı.
 Çeşit çeşit yiyecekler ,en çok da renkli, katlı , kremalı çikolatalı pastalar, gerçekler ile buluşmama engeldi. Çünkü çeşit çeşit renk renk kat kat midemi doldurmam gerekli değildi, yalandı. Oruç tutmaya başladım,  günde tek bir öğün , bir su bir çorbaya ihtiyaç duydum. İhtiyaç duyduğum şeyler boş mide ile farklılaştı. Arkadaşlarım ile pastanede, kahvecide buluşamadım.
Pastanede buluşulan arkadaşlığın da gerekli ve gerçek olmadığını fark ettim.
İkinci paltonun gerekliliğine, manikür, bürokrasi, bir masa başına,   sahip olmaya, kredinin  gerçekliğine  , gerekliliğine kendimi inandıramadım.
Gerekli olanlar ile gerekli olmayanları, gerçek ile yalanları ayırt edip yaşamaya başlayınca yalnızlık kaçınılmaz bir zorunluluktu. Utanmama, umarsamama, cesaret, güç gerektiren bu inandığın gibi yaşamak meselesini gençliğimde başarabilmişim. Herkesin gözünde bir böceğe dönüştüğümü görebiliyorken inandığım şeylere sarılmaya devam etmek güç gelmiyordu.
Şimdi yirmi yıl sonra Çorum da düşünüyorum. İnsan ilişkilerinin gerçek olamadığına inanıyorum ,"hayvan, bitki, toprak vs.." ilişkisinin gerçekliğine inanıyorum. İnsanlar ile  sarsılmaz , yıkılmaz güvenli bir ilişki  mümkün değil iken  (istekler, vaatler, beklentiler, sözler, bakışlar, layklar, anlamlar denizinde yüzerken) yine herkesin içinde oluşumda bir yalancılık vardı.
Şehir hayatının trafiğin, okulun gerekli ve gerçek olmadığını kesinlikle anlamış iken şehirde yaşıyor , oğlumu okula gönderiyor oluşumda , yalancı bir hayat yaşadığıma inanıyorum.
İnanmadığım şeyleri yaşamak zorunluluğuna beni iten kimdi?
Kendimdi.
Toz bezini bırakıp elime kalem almalıyım, bastıra bastıra yazmalıyım. İnandığım gibi yaşamak istiyorum. Köyüme gitmek, hayvanlar, bitkiler, toprak ile gerçekten yaşamak istiyorum.





7 Kasım 2017 Salı

Alacahöyük'te

Hitit yolunda bisiklet sürmeye çalışıyor, oysa Bostancı sahil yolunda öğrenmişti, arkadaki denge tekerleklerini sökmüş, atmıştım.  Unutulması mümkün olmayan şeylerden biri değilmiş diyerek arkalarından bakıyorum.

Burası Alacahöyük, Şapinuva ile Hattuşa arasında .  400  kilometreye yayılmış bu  tarihi yerleri bisiklet sürerek gezmek istedim.  Bana bisiklet sürmeyi öğreteceklerdi Alacahöyük'te. Biliyorum diyenlerin arkasından, sıramın çabuk gelmeyeceğini anlayarak, akşama ne yemek yapmalı diye düşünüyorum.
Pilav tenceremin tuzla buz olan kapağı aklıma geldi, ne güzel tencereydi evdeki başka hiç bir kapağı uyduramadım üstüne,  pilav yapamayacağımın sıkıntısını hissedince derin bir Alacahöyük havası çektim. Dışarıda yemeğe gitme düşüncesi  hemen aklıma üç ile  çarpma , toplama, sonuca bakıp vazgeçmeyi yıllardır getiriyordu, ne zaman kaybolacaktı. Yine derin bir Alacahöyük havası.
Hava kararmadan müzeyi ziyaret etmek istedik, müze kartımız izin verecek mi, bu kaçıncı gelişimiz ,Çorum da en mutlu olduğumuz yer müzeler.



Bozkırın ortasında bir kraliçe yatıyor.
Başında altın tacı ile. 
Mezarına eğilip dikkatlice bakıyorum,  ince kemiklerini sayıyorum, değerli eşyalarını inceliyorum. Mezarı başındaki kurbanlarının  iri kafataslarını  sayıyorum, bir iki üç dört...Dümdüz boş bozkırda yeniden onun ülkesini yaratıyorum, acıktığımdan mı nedir, en çok zengin ziyafetleri canlandırıyorum, çeşit çeşit yemekler, hesap kitap yapmadan,  demliğinde en sevdiği içeceği hazırlıyor, ellerine uzatıyorum.

Mezarın başında hışırdayan ağaçlara bakıyorum.



Bir küçücük yuva sallanıyor ağacın en üst dallarında. Koskoca imparatorluğun hazineleri arasında , onlarca kral ve kraliçe üstünde uçuyor, küçücük yuvasına konuyor. Kraliçem , duyuyor musunuz şu küçük kuşun sesini, hışırdayan dalları, görebiliyor musunuz  batmakta olan bozkır güneşini...
Kurbanlar, savaşlar, altınlar içinde yaşarken duyabiliyor muydu kuş sesini, ağaçların hışırtısını, görebiliyor muydu bozkır güneşini.
Unutulması mümkün olmayan bir imparatorluğun unutulmuş bir kraliçesi ile bozkır ortasında beraberliğimiz son bulup

vedalaşırken yine derin bir Alacahöyük havası çektim. Bisiklet sürmek için sıra bekleyen özgür zamanlarımın varlığından   birden bire mutlu oldum.  Pilav tencereme kapak aramalıyım, bulamazsam yenisini almalıyım gibi  radikal bir karar alacak kadar cesaretlenerek müzeden ayrıldım.
Müzenin çıkışındaki sarı tabelalar. 






2 Kasım 2017 Perşembe

2- 8 Kasım arası

                             





                                                  Lösemili Çocuklar  Haftası




1 Kasım 2017 Çarşamba

İş başvurusu

Hayat kelimesini en çok ananemden duymuşumdur, bir tek onun evinde hayat vardı. "Hayatın kapısını kapat" derdi en çok. Dışarıda oynamak için hayatın kapısını açardım.
"Hayatın kapısını açık bırakma, içeri soğuk giriyor" diye arkamdan bağırırdı.
Bulaşık makinasını dolduruyor, boşaltıyorum, dolap kapaklarını açıyor, kapıyorum. Soğanları öldürüyor, bu iç bu biberleri doldurur mu diye hesap yapıyorum. Çorapları kokluyorum. Yeşili gitmiş yapraklarını kopartırken "üzülme" diyorum. Güler yüzlü çerçevelerimin tozunu alırken gülümsüyorum. Tozu çekmeyen süpürgenin sorununu düşünüyorum, dolmuş süpürge haznesinde, kaybettiğim küçük  şeyleri hatırlıyorum. Buzdolabından  çıkmış bir yumurtayı oda sıcaklığına getirmeye çalışıyorum.
Aynı penceremden bakarken farklı manzaralar umuyorum.
Perdeleri çekiyorum. Kedim uyuyor diye çamaşır makinasını çalıştırmıyorum, kedi horultusunu dinlerken karnımda kelebekler uçuyorun ne demek olduğunu anlıyorum. Yüzde yüz kabarmaz kekim , yüzde yüz tutacak tariflerim yoktur.  Yumurta kırıyorum , boş kabuklar hüzün veriyor , hüzünleri saksı dibine gömüyorum, gübre oluyor, yeşilleniyor,  oksijen veriyor. Kirleniyor, temizliyorum, kirleniyor, temizliyorum, katlıyor, kaldırıyorum, katlıyor, kaldırıyorum, sıra sıra üst üste koyuyorum, örtüyorum, silkeliyorum , çırpıyorum, düzeltiyorum, ovuyorum, yıkıyorum, kurutuyorum, pişiriyorum, mayalıyorum. Bazen evimin içindeki hayat bencil arkadaş oluyor, hep o konuşuyor. Bazen kendimi unutulmuş hissediyorum, buzdolabındaki yarım limon gibi. Kendimi dışarı çıkaracak birini arıyorum, vitamini kaybolmuştur derler, beni istemezler diye çekiniyorum. Cesaretimi toplayıp  işe yarar olduğumu göstermek istediğim bir gün, kapımı açıyorum,
son iş başvurumun yetkili kişisi koyu gri takım giymiş," sizin gibi binlercesi var " diyor, üstelik hepsi genç,teşekkür ederek dışarı çıkıyorum. Etrafıma bakıyorum,  her yer koyu gri, hızla akan trafikte rengi modeli seçilemeyen binlerce aracın geçtiği bir yerdeyim,  binlerce araçtan biri oluyorum, binlerceyim. İçim sıkışıyor bir an önce biricik olma ihtiyacı hissediyorum. Evimi aklıma getiriyorum.  Evimin kapısını açıyorum. Gençleşiyor, biricikleşiyorum.

Ananem sesleniyor arkamdan "hayatın kapısını açık bırakma"...
Kapatıyorum.