29 Aralık 2019 Pazar

İngiltere'de ortaokula başlamak-2-



Evimize yakın okulu görünce devlet okuluna değil de, çok pahalı özel bir okula geldiğimizi sandık.
Müdür yardımcısı  okulun hiç para almadığını , çanta kalem kutusu kalem silgi defterin de okul tarafından karşılanacağını, belli bir gelir düzeyi altındaki ailelerin çocuklarına sabah kahvaltısının öğlen yemeğinin ücretsiz olduğunu öğrendik. Kayıt için bir form doldurduk, sizi çağıracağız dediler. Bizim almamız gereken tek şey   okul formasıymış. Ceket, kravat, beyaz gömlek,okul ayakkabısını alıp, çağırmalarını bekledik. Bir hafta geçti çağırmadılar, babası ikinci hafta her gün okula mesaj atmaya başladı, ne zaman çağıracaksın diye. İkinci haftanın sonunda okula gelebilir dediler. Çok sevindi. İçimden dua ettim. Sevincini yok edecek şeyler ondan uzak olsun diye iç geçirdim..İki ay geç kaldığı okulu başlamıştı. Sabah hepimiz giyindik, onu okula bırakmak istiyorduk. Bunca sene hep araba, servis ile gitmişti okula. İstemedi. İlk kez okula tek başına yürüyerek gitmek istiyordu.  Sokağın sonuna kadar arkasından el salladık. Sokakta görünmez olunca ağlamaya başladım. Dilini kültürünü  bilmediği bir bilinmezliğe tek başına yürüyerek gidiyordu. ( dört sene boyunca özel okulu daha çok test çözsünler diye İngilizce dersini  test usulu yaptı, speaking dersine önem vermedi ). İngiltere'ye gideceğimiz kesinleşince  Hollanda'dan beri arkadaşım Gülay, oğlum ile  vatsaptan  ingilizce konuşmaya başladı, Gülay teyzesi ile iki ay boyunca haftada bir kaç kez İngilizce konuşmak ona güven verdi.)
 Dokuzuncu sınıf dersleri çok ağırdı, fizik kimya biyoloji, ingiliz edebiyatı, matematik, ingiliz tarihi, din derslerini ana dilde anlamak güç iken, yabancı bir dilde nasıl anlayacak diye endişelendik. Müdür yardımcısı çok ilgiliydi, endişelenmeyin dedi. Yunusu bir hafta gözlemleyeceğiz, derslerde zorlandığını görürsek Türk bir öğretmen çağıracağız   her derse onunla birlikte girip yardımcı olacak. Bu hizmetten de hiç bir ücret alınmıyormuş. İlk hafta okul temsilcisi bir öğrenci Yunus'a arkadaşlık yapmış, hep yanındaymış, ders ders değişen sınıflara götürmüş, dersler , teneffüs, kantin hakkında bilgilendirmiş. Mutlu olmuş, ilk arkadaşı o olmuş.  Bulunduğumuz şehirde İngiliz nüfusu fazla yabancı az olduğundan olsa gerek yirmi kişilik  sınıflarda hep tek yabancıymış, bazen  Polonyalı bir çocuk ile dersleri çakıştığı oluyormuş.
Her gün  dört ya da beş ders yapıldığını görünce çok şaşırmış , geçen sene her gün dokuz derse giriyordu.
Okuldan gelir gelmez soluksuz, şaşırdığı şeyleri anlatmaya başlıyordu. Anne çok şaşırdım, diyerek gözlerini aça aça.
Bir hafta boyunca Yunus,  İngiliz öğrenciler ile birlikte  dokuzuncu sınıfın tüm derslerine girdi. Anlıyor musun oğlum diye sorduğumuzda, öğretmenlerin ve öğrencilerin konuştuklarının yüzde seksenini anlamıyorum ama anladığım yüzde yirmi ile yürütebilirim dediğinde kesin Türkçe öğretmen vermeliler, vereceklerdir diye sakin olmaya çalıştık.
Eve çok nadir ödev veriyorlar, okula bomboş çanta ile gidip geliyor, hiç bir dersin kitabı yok, defter vereceklerdi, verdiler mi diye soruyorum, her ders not tutuyorlarmış ama  defterleri eve getirmeleri yasakmış. Ne yapıyorlar ne işliyorlar, bilseydik yardım edebilirdik, ilk defa yaşıyorduk bu duyguyu anne baba olarak,  ödevlerini kontrol etmemiz istenmiyordu.
Bir hafta biter bitmez   müdür yardımcısı ile mesajlaştık, ne oluyor, nasıl olacak diye? Endişelenmeyin diyordu  müdür yardımcısı.
Her okul çıkışı yaka paça kaymış geliyordu, anne tam elli dakika futbol oynadım, çok iyiymişim defansta . Anne , İngiliz çocuklar olmasa haberim olmayacaktı futbolda çok iyi olduğumun, ertesi gün tam elli dakika rugby oynamış anne rugby de çok iyiymişim öyle söyledi spor hocası  Mr. Evans .Ragbi  ne oğlum, diye içeri alıyorum, ilk kez okuldan geldiğinde pantolonunda gömleğinde çim lekeleri görüyorum, teşekkür ediyorum ragbiye mr. evansa . 
  Anlatıyor, anne beni kaptan bile yaptılar, oynarken bağıra çağıra konuşuyorlar  yüzde sıfır anlıyorum ama hissediyorum.
Türk bir öğretmen vermediler yanına. Hissederek götürüyor olmalıydı, tüm dersleri.
En çok Şekspir'de zorlanıyorum, kitabın sonuna gelmişler  anlayamıyorum Kapuletler kim, Tilbat neyin nesi,diyordu. Romeo ve Julyet okuyorlarmış .  öğretmenine söyle diye tembihledim. Söylemiş. Öğretmeni izliyorum seni demiş, endişelenme demiş. Romeo ile Jülyet kitabını aldık, bana okumaya başladı, eksik iki ayın sayfalarını.
Okula başladığının ikinci haftasında , cumartesi akşamı market dönüşünde  posta kutusunu açtık, kraliçe pullu bir mektup gördük,   Yunus'a gelmişti, okuldan. Şaşırdık, korktuk," konuştuklarından anlamadım, haberim olmadan bir yanlış yaptım, beni uyarıyorlar, beni okuldan mı atacaklar diye sızlanarak evimize çıktık, mektubu açtık;
Sevgili Yunus
İki hafta boyunca seni izledim, dersi dikkatli dinledin, anlamaya çabaladın, sana şunu itiraf etmek istiyorum  harika bir öğrencisin,  bu mektubu ileride çocuklarına , torunlarına göstermelisin  kendin ile gurur duymalısın sen çok başarılı bir öğrencisin. İngiliz edebiyatı öğretmenin Miss Carter


Mektubu tekrar tekrar okuyor, okuduklarına inanamıyordu.  Zıplamaya başladı, ben de onunla salonun ortasında  zıplamaya başladım, elimde market torbaları, bırakmayı akıl edememişim. Zıplarken teşekkür ediyorum şekspire, miss carter'e.





27 Aralık 2019 Cuma

İngiltere'de ortaokula başlamak-1-



13 yaşındaki  bir çocuk 9. sınıftan okula başlamalı evinize yakın üç okul şeçin   diye belediyeden seçim rehberi geldiğinde okullar çoktan açılmıştı, dersler çok ilerlemiş olmalıydı.


İngiltere'de oğlum okula gitmesin, benimle sokak sokak dolaşsın istedim.  Boş boş gezelim , bisiklet alalım, tren indirim kartı alalım, her ağacı, her kaleyi, her köşeyi birlikte görelim, çok görmüşlüğün yorgunluğu ile akşam evimize gelelim istedim.
Okul her yerde okuldu, sabahtan akşama kadar dört duvar arasında , ayrıştırıcı , yarıştırıcı, ezber, birincilerini arayan başarı odaklı dersler, öğretmenin vicdanına kalmak her okulda bulunması gereken şeyler değil miydi? Oğlumu okula yolluyorum diye kendimi sorgulamalarım , ben ne biçim anneyim  nasıl rıza gösteriyorum diye üzülüp durmalarım bir seneliğine de  olsa bitecekti.
Merak ediyorum, buradaki dersleri anne, dedi.  Çoktan öldü sandığım merakı canlanıvermişti.
İnternetten evimize en yakın okulu araştırıyoruz. Okulları öğrenci başarı puanlarına göre sıralamışlar, bize yakın okulların başarı puanları  pek iyi değil, düşük. En yakınımızdaki okulun  fotoğraflarına bakıyoruz.




 İnternetten gördüğümüz bu fotoğraflar gerçek mi diye evimize

 en yakın okulu görmeye gidiyoruz, suçluluk yine benimle, arkamdan beni izliyor. Meraklı, heyecanlı, capcanlı bir çocuğu, elinden tutup, yine karanlığa götürüyorsun diyor.
Okul yolu öğrenciler için özel yapılmış, araç trafiğine kapalı. Okulun bahçesi o kadar büyüktü ki, gerçek çimden gerçek ebatlarında halı saha, tenis  kortu, basket alanını seçebildim arka bahçede, ön bahçe koşa koşa bitirilemeyecek yeşil  çimliydi. Okulun belirli bir sınıfı yokmuş, her dersin ayrı bir sınıfı varmış, matematik için ayrı bir sınıfa fen için edebiyat için ayrı ayrı  sınıflara gidiliyormuş. Her sınıf dersine göre özel teçhizatla donatılmış. Seçmeli derslere çok önem verildiği sınıflarından belli oluyordu   aşçılık dersi için kocaman fırını ile bir mutfak , fotoğrafçılık, resim, müzik, drama , beden dersi için salon ,  tüm sporlar için gerekli aletler ile  donatılmıştı.
Bu devasa bina,  muhteşem büyük bahçe arkamdaki suçluluk duygusunu yok edememiş beni izlemekten alıkoyamamıştı. Birincileri seven öğretmenler, testler, ezberler, yetişmesi gereken müfredatlar , anlamsız ödevler, monotonluk, nereye  saklanmışlardı.







17 Aralık 2019 Salı

İngiltere'de bir cenaze töreni

Zeynep ablanın cenaze törenine gidiyorum. Törenin yapılacağı yeri haritadan araştırıyorum, çok uzak, otobüse binmeli. Yağmur, fırtına yok , yürümek lazım dedim.. Ağaçlı sincaplı yollar... Ağaçların yaprakları kalmamış, sincaplar ne yapıyor kışın? Ezilen yapraklar, sıyır sıyır ses çıkarıyor, ayaklarımın altından. Bu yaprakların yeşil halini görebilmiştim, sonra harika bir kızıla , turuncuya dönüştüler, şimdi ayaklar altında çürümüşlüğün rengindeler...

Şehre iniyorum, evlerin kapıları, pencereler ,bahçeler süslenmiş, sokaklar ışıklandırılmış, herkes kutlamaların telaşında,  noeli, yılbaşını bekliyorlar.                                                                                             
 
                                   
                                                                             


 Kart mağazaları tıklım tıklım, doğum günü, yılbaşı, teşekkür kartlarının satıldığı bu dükkanlarda şimdi iyi noeller kartları yok satılıyor. Görevliye arkadaşım öldü kart almak istiyorum, dedim. Rengarenk kartların içinde küçük bir bölümün yanına götürdü beni,  başınız sağ olsun kartları içinden bir tanesini seçtim, üzerinde kelebek resmi vardı, bir dala konmuş.

Kocaman ağaçların olduğu geniş bir bahçede düğün yeri gibi hazırlanmış bir mekana girdik.( Oğlum ve eşim ile burada buluştuk, onlarda katılmak istediler, törene. ) Herkes takım elbiseli ve sessizdi. Bir saatlik törende hiç kimsenin cep telefonu çalmadı, hiç kimsenin elinde cep telefonu yoktu,  en çok dikkatimi çeken bu oldu. Burası kilise mi diye bakındım, değildi, tabutun başında konuşan adam da din görevlisi değilmiş.  Konuşan adamın ne dediğini anlayamadım ama Zeynep abla hakkında konuşuyordu, herkes sessizce dinliyordu. Sessizlik, beni  etkileyen ikinci şey oldu. Bir saati aşkın hiç kimse kafasını yerden ayırmadı, sessizce öylece duruyorlardı. Konuşan kişi tabuta dönerek hoş çakal Zeynep dedi, sonra herkes tabutun başına gelerek hoşça kal dediler. Biz üçümüz ellerimizi açıp dua okuduk, sonra  herkes gibi hoşça kal dedik. Sonra  şarkı çalmaya başladı. Onun , sevdiği şarkıymış.


Şarkı çalarken bir  perde indi, tabut kayboldu.


Oğlumuzu aramıza alıp el ele eve yürüyerek giderken   Zeynep ablayı konuştuk, onu hiç görememiştik ama yıllardır tanıyormuşuz gibi seviyorduk.






16 Aralık 2019 Pazartesi

Zeynep Abla'nın Yorganı




İngiltere'ye ayak bastığım günden beri üşüyorum.  Anadolu'nun bozkırından geldim , bozkır soğuklarını iyi bilirim ama  bu soğuk hiç bilmediğim, yabancı  bir soğuk, tarifsiz üşüyorum.
  Üzerimizdeki yorgan  yabancı, kabarık puf puf, sanki ısıtacak gibi görünüyor ama insanın üstünde kalıveriyor, sarıp sarmalamıyor, ısıtmıyor. Annemin ninesinin yorganını,  yün yorganımı her gece anıyorum.  Annanem evlenirken annesi çeyizine  koymuş, sonra anneme sonra bana geldi yün yorgan. Yüzünü değiştirip yünlerini yıkayıp güneşte kuruturken yüz yıl öncesinin koyunlarını anıp , hüzünlendiğim, yaz kış üzerimden eksik etmediğim, bildiğim tek yorganım.

Yaşadığım şehirde Zeynep abla diye biri varmış, adını sık sık duymaya başladım,  İstanbul'un en güzel üniversitesinde mühendislik okumuş , dil öğrenmek için buraya gelmiş, İngiliz bir çocuğa aşık olmuş otuz yıl önce bu şehre yerleşmiş. O günden beri bu küçük şehirde herkesin arkadaşı, ablası olmuş, sokakta yatan homelesslerden  , sokağında sızmış sarhoşlardan ,üniversiteye gelen misafir profesörlere kadar evinde misafir ettiği çeşit çeşit insan, ayırt etmeden, herkesi hissederek, gönlünü açarak...
Bir gün telefonum çaldı, bilmediğim bir  İngiltere numarası arıyordu.
 Ayşeciğim diyordu, evinde ne var ne yok söyle , perden var mı, buzdolabın, çamaşır makinen, koltuğun...Ne münasebet diye iç geçirdim, kimdi bu kadın,biz halimizden memnunuz,  bu sorgu sual birden bire senli benli... Ben Zeynep ablanım diyor. Teşekkür edip telefonu kapatmaya çalışıyorum ama ısrarla soruyor, koltuğun var mı yatağın var mı, çamaşır makinen var mı...Hepsi var diye yalan söyleyip kurtulmak istiyorum ama yapamıyorum, hiç biri yok diyorum ama hiç bir şey istemiyoruz, zaten az kalacağız böyle idare ediyoruz. Yarım saate kadar sana koltuk yatak yolluyorum , eviniz üst katlardaymış, eşimin kolu sakat ona yardım edin çıkarmaya diyor. Olmaz diye inat ediyorum, sakın yollamayın, istemiyoruz, anlamıyor. Eşime veriyorum telefonu, bir de sen söyle kararlı bir şekilde istemiyoruz de, diyorum.. Eşim de  teşekkür ediyor ince düşüncesi için ama istemiyoruz başkasına verin bizim ihtiyacımız yok diyor, telefondaki sesin harareti yükseliyor,  Allah daha size bir şey vermez, geleni geri çevirmeyin diyerek  bir saate yakın soluksuz bizi iknaya uğraşıyor. İstemeye istemeye kabul etmek zorunda kalıyoruz, böyle ısrar ile daha önce hiç karşılaşmamıştık. Hiç tanımadığımız biri eşya yolluyordu, aşağı indik. Gün akşama dönmüş iken  bir araba  kapımızın önünde durdu, İngiliz  adam ile kızı gülerek indi, koltuğu yatakları evimize kadar çıkardılar. Kızın kucağında bir de yorgan vardı, bana uzattı, annem sana yolladı dedi.
Teşekkür ediyoruz  Zeynep hanıma telefondan beri, hem eşim hem ben.
Ertesi gün yine beni arıyordu, Zeynep hanım, Ayşeciğim kirli çamaşırlarını topla getir ben de yıkayalım, çamaşırlar yıkanırken biz de laflarız. Kirli çamaşırlarım ile  evine gitmeye utanıyorum, daha yeni yıkadım diyorum,  ısrarını tecrübe etmişliğimden dolayı haftaya gelirim diye söz veriyorum. Haftaya kadar bir şey olsun, ya çamaşır makinası alayım ya da Zeynep hanım beni unutsun, elimde kirli çamaşırlar hiç kimsenin kapısını çalmak istemiyorum.
Hafta oluyor, kirli çamaşırlarım birikip, Zeynep hanıma gitme vakti geliyor. Çekiniyorum, geliyorum diye arayamıyorum, yine o arasın, hadi gel diye ısrar etmesini bekliyorum.
Aramıyor.
İyi ki gitmedim diye kendi kendimi haklı buluyorum, insanları rahatsız edecektim, kirli çamaşırlarım ile  ...Ne utanç verici...
Boş evimiz dolmuş,   ne iyi insanmış, ne düşünceli insanmış, bu Zeynep hanım diye anarken onu ziyaret ederek teşekkür etmek istedik.  Ne sever, neden hoşlanır diye onu tanıyaları arıyorum. Zeynep abla  yoğun bakımda diyorlar. Bizi aradığı o günlerde  ilerlemiş kanseri yüzünden artık ayakta duramıyor zor konuşuyormuş. Hiç fark etmedik, anlayamadık.
Oysa ne kadar uzun telefonda tutmuştuk onu, istemiyoruz diye bizi ikna için ne çok dil dökmüştü, bilmiyorduk. Şimdi onu görmeyi ne çok istiyorum.
Mektup yazıyorum, yakınlarını bulup veririm, uygun bir anında okurlar diye.

Sevgili Zeynep Abla;
Eğer biraz daha az utangaç olsaydım, senin gibi tüm insanlara kapılarını açabilen açık yürekli olabilseydim, bu mektuba gerek kalmazdı.  Kirli çamaşırlarım  yıkanırken seni görebilmiş olacaktım,  " makinanın yokluğunda ne sırlar saklı bilemezsin" demiştin telefonda, karşılıklı çay içerken o gizli sırlar açığa çıkacaktı, yıkanan tek çamaşırlarım olmayacaktı , ancak şimdi  hissedebiliyorum.
 Yolladığın koltuk ile yerde oturmaktan kurtulduk, yer çeker demiştin uzun uzun telefonda bizi ikna etmeye çalışırken, hasta olursunuz demiştiniz, bu rahat koltuğun adı Zeynep ablanın koltuğu oldu. Yolladığın iki yatağı odalarımıza yerleştirdik, yıllardır bel ağrısı çektiğimiz yataklar gibi değil, derin uykulara daldırıp sabahları dinç kalkıyoruz. Bir an önce iyileşmeni , yüzünü görmeyi, sana sarılarak teşekkür etmeyi istiyorum...
 Mektubumu  yazarken , Zeynep ablanın vefat ettiğini öğrendim.
Elimdeki kalemi bırakamadım , söylemek istediklerim bitmemişti.
Zeynep abla , dünya güzeli kızın bana bir yorgan verdi, annem size yolladı diyerek. Yorgan için ayrı teşekkür etmek istiyorum.  Nasıl anladın akşamları üşüdüğümü? Buradaki  hiç bir yorganın beni  ısıtamadığını nasıl hissettin? Senin yorganını üstüme aldığımda, yorgan bana sarılıyor, sarıp sarmalıyor. Ninemden beri gelen yün yorganım gibi, memleketimde, köyümde uykuya dalar gibi...  Hiç üşümüyorum artık Zeynep abla.






14 Aralık 2019 Cumartesi

İngiltere otobüsleri



Belediye otobüslerinin tek kapısı var, otobüse binerken şoför yüzünüze bakıp gülüyor, merhaba , iyi yolculuklar, diyor.
 Otobüsten inerken , her yolcu şoföre dönerek teşekkür ediyor. Şoför, benim için zevkti, iyi günler dileyerek yolcuyu uğurluyor. Bu ritüeli  tek tek her yolcunun her şoförün hiç istisnasız yaptığını görüyorum.
 Yollar daracık, çoğunluk  tek şerit,  şu ana kadar hiç korna sesi duymadım, herkes birbirine öncelik verme yarışına girmiş gibi. Koskoca otobüs yolda trafik ışığı olmadığı halde kaldırımda bekleyen yayayı görünce duruyor, eliyle , buyurun geçin işareti yapıyor. Her araç gibi otobüsler de bisikletlinin,  ardında yavaşlıyor, ardı sıra gidiyor.
İlk kez otobüse bindiğimizde gideceğimiz adresi bilmiyorduk,  söyledik, şoföre. Şoför biraz ilerledikten sonra otobüsü durdurdu, kontağı kapattı. Harita çıkarıp aranmaya başladı. Sonra arkasını dönerek yolculara seslendi, bilmediğimiz o adresi söylüyordu...Yolcular düşündüler, birbirlerine sordular, içlerinden biri bildiğini söyledi, gideceğimiz adrese yakın oturuyormuş. Otobüsü tekrar çalıştırdı şoför, ineceğimiz durağa gelince özür diledi, yol güzergahında olmadığı için adresi bilemediğini ama bilen birine bizi emanet ettiğini söyledi,  indik. Şoför kontağı kapatıp bizim adresi soruştururken hiç bir yolcu tepki vermedi, hiçbirinin acelesi yoktu,  tüm otobüs her yolcu bizim adresi bulmaya çalışıyordu, biz ise  mahçubiyetten kıpkırmızı olmuş olanları hayretle izliyorduk.
Yolcular inecekleri durakta butona basıyorlar, otobüs durakta durduktan  sonra koltuklarından kalkıp, acelesiz kapıya doğru ilerleyip, şoföre dönüp, teşekkür edip ,  iniyorlar.  Otobüslere binenlerin çoğunluğunu   yaşlı ve engelliler oluşturuyor. 
Otobüsler çok pahalı, binemiyoruz diye fazla üzülmüyorum,
durak sayısı fazla olan otobüsler buram buram  sidik kokuyor, arka koltukları çoğunlukla ıslak, arkalarda oturmamaya, oturmadan önce koltuğa iyice bakmam gerektiği  konusunda tecrübeli kişiler tarafından tembihlenmiştim.
 Otobüs şoförlerinin çoğunluğu kadın. Fotoğraftaki kadın İngiltere'nin en genç otobüs şoförüymüş.



9 Aralık 2019 Pazartesi

Nööövvv Ayşa!

Her günümü dolduracak kadar bedava İngilizce dersler veren yerler buldum. Kütüphane, okul, cami, belediye olmak üzere her yeri araştırdım,  ama herkesin bildiği, önerdiği tek yer kiliselerdi. Her mahallenin neredeyse her sokağın bir kilisesi var, hepsinde bir  etniklik var, hal böyle olunca her gün kilise kilise dolaşıyorum, etkinlik, kurs hepsine katılmaya çalışıyorum.
Memleketten annem arayıp neredesin kızım diye sorduğunda   "kilisedeyim" anne diye cevap verdikçe, rahibeleri mi görüyorsun her gün kızım diye meraklanıyor.
Yirmi yıl önce bıraktığım İngilizceyi unutmuşum, hatırlamaya çalışıyorum.  Cep telefonum en büyük yardımcım, hemen çeviriyorum bilmediğim kelimeleri. Hiç unutamayacağım kelimeler edindim, son bir ayda;    nohut, çingene, merak, serseri.
 Konserve kutularına bakıyorum,nohut arıyorum. Nohudun İngilizcesi neydi bir bakayım derken cep telefonum yere düşüyor paramparça oluyor. bir aydır telefonsuzum , nohutun İngilizcesini hiç unutmam artık. Telefon olmayınca, tüm İngilizlere karşı tek başıma kaldım.
Belediye haftada bir gün bir buçuk saat free İngilizce kursu açmış, hemen kayıt için başvuruya gidiyorum, kayıt formunu dolduruyorum, ırkımı işaretlemem için kutucuklar koymuşlar, hiç birini uygun bulamıyorum, en sondaki kutunun anlamını bilmediğim halde onu işaretliyorum. Eve gidene kadar ırkım diye neye işaret koyduğumu merak ediyorum. Eve gelip bilgisayarı açıp " gypsy" yazıyorum, ırkımı öğreniyorum.
Burada hep bir kutlama var, her kutlamanın nedenini kilise anlatıyordu. Önümüzdeki hafta Guy Fawkes gecesi olacakmış, her yerde çocuklar havai fişekler atacaklarmış. Kilisedeki öğretmenimiz Guy Fawkes'i anlatıyor, sarayın altına bomba yerleştirmiş, kraliçeyi parlamentoyu havaya uçaracakmış. Anlatılanların çoğunu anlıyorum , anlamadığım kelimeleri de işaretleyip evde bakacağım. Dersin sonunda öğretmen sorular soruyor, bana bilmediğim kelime çıkıyor, bilemiyorumu kabul etmiyor çok ilgili öğretmen , çok hevesli  anlatıyor her türlüsünden  ama yok, anlamıyorum. Yaşlı başlı öğretmenim yere yatıyor, debeleniyor , ölü numarası yapıyor. Su gibi terliyorum,  benim için yerlerde tepinen bir öğretmenim daha önce hiç olmamıştı çok müteşekkirim ama yok anlamıyorum kim olabilir bu" who", queen  (kraliçe) olabilir diyorum. Öğretmen tüm sınıf çok üzgün, nöövvv ayşa, nöövvvvv ayşa... Hayal kırıklığına uğrattım, idam edilen serseri kim diye soruyormuş. Sonraki hafta tüm gece sabahlara kadar havai fişekler atıldı şehrin her yerinde, her havai fişekte yerlerde debelenen   öğretmenim gözümün önünde, bir çakıyor bir sönüyor, yüzüm kıpkırmızı bakamıyorum fişeklere....
Bu sıralar ise her yerde christmas hazırlığı içindeler, yollar, ağaçlar, evler süsleniyor, hediyeler hazırlanıyor. Kilisedeki konumuz christmas hazırlıkları ile ilgili , müslüman olanlara sormadıkları halde ben de katılmak istiyorum konuşmaya; christmas yemeğinizi anlatır mısınız , merak ediyorum demek istiyorum. Wonder yerine worry diyorum. Worry girince cümleye, sizin yemeğinizden çok korkuyorum, çok endişeleniyorum demiş oluyorum. Herkes pür dikkat bana kesiliveriyor, worry, worry diye fısıldaşmalara  başlıyorlar. Oysa ne çok dinlemiştim çocukluğumda " don't worry be happy"i...Her konuştuğumdan şüpheleniyorum doğru mu dedim, yanlış dedim, ayıp mı ettim. Cep telefonsuzluk  tedirginlik, cesaretsizlik yapsa da onun yokluğunda hiç unutulmayacak kelimeler öğrendim.