28 Aralık 2018 Cuma

jeepli anne



Yeni yıla girmeye dakikalar var, battaniye altında ısınamayan  vücudumda  titreme, ateşim var.
  Hava çok soğuk, haftalardır.  Kaldırımlar, ara sokaklar buz pisti gibi.
Sokağın karşısındaki bakkal dışında, her  ihtiyaç için dışarı çıkmayı  ertelesek de, 
yılbaşı çekilişinde çıkan  arkadaşı için hediye almaya çıkıyoruz.  Hediyeyi internetten almak  istemiyor, en son kargodan gelen kitaplar hasarlı çıkmıştı, " ya yine ezik kıvrılmış kitap gelirse nasıl hediye ederdi  arkadaşına!
Üst üste giyiniyoruz, paltolarımızın fermuarı zor kapanıyor. Şehrin biraz dışında yüksek bir tepenin üstünde oturuyoruz, otobüse kadar yürümemiz gereken  yokuş aşağı bir yol var. Birbirimize tutunarak  küçük temkinli adımlarla ışıl ışıl parlayan kaldırımda yürüyoruz.
Mahallemizin yavru kedileri hayatlarında ilk kez kar görmenin şaşkınlığındalar. Ceplerimizdeki sosisleri çıkarıp önlerine atıyoruz. Sosisler karın içinde kayboluyor.
Yokuş aşağının sonuna doğru gelmiş iken   buzu unuttuğum bir anlık gafilliğimde   ayağım kayıp, sırt üstü kaldırıma yapışıyorum. Kahkahalarımız ıssız sokağı inletiyor. Güle oynaya yerden kalkabildiğim için  şükrederken paltomun fermuarının daha fazla basınca dayanamamış patlamış olduğunu fark ediyorum (fermuarın bozulması hastalığımın vesilesi oluyor:). 
  Arkadaşının hangi tür kitapları sevdiğini soruşturmuş olduğundan  gönlüne sinen, en güzel kitabı almanın sevinci ile eve geliyoruz. Kitapçının yaptığı hediye paketi gözüne hoş görünmüyor, kendince daha güzelini yapıp ertesi gün vermek üzere okul çantasına koyuyor. Yarın  hediyeleşme günü diye çok heyecanlanıyor. 
Akşam, hediye aldığı arkadaşı arıyor, " kitap filan istemiyormuş, para istiyormuş, yeni bir bilgisayar oyunu için, çaktırmadan hediye paketinin içine para koy diyor". 
Senenin son gününün akşamında okul servisini pencerede bekleyemiyorum, hastayım yatıyorum. Çantasını paltosunu çıkarıp ateşimi ölçüyor, boşalan bardağıma su dolduruyor. Başımda sessizce oturuyor, çantasından  hediyesini çıkarıp göstermiyor. Babası geliyor, yemek hazırlamak için beraber mutfağa gidiyorlar.
Mutfaktan gelen seslere, fısıltılı konuşmalara zonklayan kulağımı kabartıyorum. Gıcırdayarak  açılan dolaplar, masaya konan tabaklar, birbirine değen çatal kaşıkları uzaktan dinlemek garibime gidiyor.
Bana hediye almamış, baba.
Öğretmen neden almadın diye sorduğunda,
annesi kendine yeni jeep almış, buzlar çözülünceye kadar sürmek istemiyormuş, internetten de sipariş vermek istememiş, borçları varmış...


Dışarıdan gelen   seslere kulağımı kapatabileceğim bir kaç dakika için , ateşli başımı battaniyenin altına sokuyorum.

Eskimiş bir yılın son gününde eskimiş dolap kapılarımın  gıcırtısı büyüyor, yakınlaşıyor, battaniye altına ,koynuma geliyor, sarılıyorum.    







21 Aralık 2018 Cuma

Çürümek



Ağacın en tepesinde iki iri elmaydılar.
Ulaşmak için  merdiven dayadım ağaca. Basamak basamak yükseldim. En güzel ışığı alan bir dalda en güzel manzarada büyümüş olduklarını fark ettim. Yanlarına varınca, birbirlerini çürütmüş olduklarını gördüm.

19 Aralık 2018 Çarşamba

Rüya gibi bir yaz...


Soğuk karanlık bu kış günlerinde geçen yazı hatırlıyorum. 
Elma ağaçları önce  kocaman pembe çiçek açtılar . Domates fideleri diktim, elmaların çiçek dökme vaktinde. Kaz yavruları  kara lahanayı çok sevdiler, pembe mavi şişme havuzun içindeki sudan  korktular.
 Elma ağaçlarının altında kitap okurken kaz yavruları ile beraber uykulara daldım. Elmalar, domatesler büyüdü. Kazlar şişme havuzdan çıkıp göle açıldılar. Elmalardan pekmez, domateslerden salça yaptım. Kazlar büyümesin istedim,
   bir adam gelip aldı, hepsini. Kara lahanaları söktüm, adamın peşine verdim. 

















18 Aralık 2018 Salı

Mutfak penceresinden görünen

Mutfak pencerem  eski bir apartmanının üçünü katına bakıyor.  Perdelerini çekmediği günlerde  üçüncü katta yaşayan yalnız kadını izliyorum.  Geçen sene bizim sokakta dört cenaze arabası görünmüştü, bir tanesi Nermin hanımın kocası içindi . Rahmetli  üç çeşit kansere yakalanmış, yenmiş,   en sonunda Alzheimer hastalığından vefat etmişti. 
  Başsağlığına gittiğim gün, eşinin bir gün önce öldüğü gündü.     İki elini yumruk yapmış, göğsünü yumrukluyordu. Morarmış dudaklarına dişlerini geçirmiş, bir sağ yumruğunu bir sol yumruğunu sıra ile göğsüne vuruyordu. Başsağlığına gelen herkes kadını kınıyordu, bu hali bir  isyandı, Allah'ın gücüne giderdi, "çok çekti" "  kurtuldu ", "yerinde rahat etsin", demek varken, dövünmesinin hiç bir izahı yoktu...
Komşular gibi ben de şaşkındım,sanki gencecik körpe bir aşık gibiydi, altmış yaşında var mı yok mu diye karar veremediğim  Nermin Hanım.
Çeşit çeşit ağır hastalıklar süreçleri sonrasında hiç bir şey hatırlamayacak kadar uzaklaşmış bir eşi kaybetmek bu kadar mı acı verirdi? 
Nermin Hanım başka bir dünyadaydı, ne burada, ne de çok sevdiğinin yanında...Çektiği acı bu kalabalığa çok yabancı. Parasızlığın ,hastalığın, yılların  eskitemediği  sevgisi ve onun uğurlanışı başsağlığına gelenlere çok yabancıydı.   

  Kadın , atan  kalbini durdurmak için ya da  bir gün önce ölen kalbi canlandırmak için yumruklarını kalbine kalbine  vuruyordu, sanki...
Kocasını köyüne gömdüremedi. Nermin Hanım'ın babası zengindi köyün de  muhtarıydı kızını adı sanı anası babası olmayan üstsüz başsız kimsesiz bir yanaşmaya öldürseler vermezdi ama büyük sözü dinlememiş  evden kaçmış bir evladı red etmekle cezaların en hafifini vermişti. Zaman her acıyı hafifletirken kız evladın isyanı için zaman başka işlemiş, hiç ilerlememiş , isyan anında takılıp kalmıştı. 
 Nermin Hanım kocasını şehir kabristanına  gömdü.   Sonra bir yufkacıda çalışmaya başladı, sabah yedide dev bir saçın  başına geçiyor, akşam dokuza kadar hiç oturmadan saç üzerindeki yufka ekmekleri çeviriyordu.   Eşine en güzel en pahalı mezarı yaptırtmak için  para biriktiriyordu. 
Ne gereği var diyenlere çok kızıyordu, gözleri bıçak gibi oluyor, kıtır kıtır kesecek gibi bakıyordu.
Bir mezarcı buldu, öğrenmeye başladı,
mezar yapımına başlanabilmesi için gerekli bir süre varmış, toprağın oturması için en az bir sene beklenilmesi gerekiyormuş. Kocasının toprağı mezar yapımına elverişli hale gelinceye kadar yufka çevirerek para biriktirdi. Mezar yapımı için uygun vakit yaklaştığında ise mermer taşlarını araştırmaya başladı. Görkemli bir mezar için parası  fazlasıyla yetiyordu ama belediyenin kuralları vardı.  Tüm mezarlar bir standartta olacaktı , yerden yüksekliğinden rengine kadar her detayı ile belirlenmişti ve herkesin uyması zorunluydu.
(Çorum Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü, Belediye Meclisi’nin aldığı yeni bir kararla kentte bulunan Ulu, Çiftlik ve Hıdırlık mezarlıklarında yeni bir uygulama başlattı. Vatandaşların gelişi güzel iki üç katlı mermer mezarlar ve demir çubuklarla çevrili mezarlar yapmaları, belediye meclisinin almış olduğu karar ile yasaklandı. Belediye, 250 lira masraflı tek tip mezarlar ile bu duruma bir standart getirdi." ( https://www.haberler.com/corum-da-tek-tip-mezar-uygulamasi-3646118-haberi/))
 Kuralın koyulduğu günden sonra Nermin Hanım şahin kesildi, her yeni yapılan mezardan  haberi vardı, gözüne hoş görünen standart mezarın  mermerine dokunuyor, beyazın hangi tonu , nerede yaptırılmış diye sahiplerini gözetliyordu.  Köyünde gönlünce mezar yaptıramadığı için de babasına    her zamankinden daha çok bileniyordu. 
  Vakti gelmeden yapılan mezar taşlarının çatladığını, göçtüğünü öğreniyor, senesini sabırla bekliyordu. 
Geçen hafta akşam yemeği hazırlamak için mutfaktayken karşı penceredeki huzursuzluğu hissettim.  Buz gibi soğuk havada penceresini sonuna kadar açmış,  dönüp duruyor, bir oturup bir kalkıyordu. 
Yanına gittim. Elinde bir taş vardı.  Kabristandan yeni gelmişti, gördüklerine inanamıyordu, nasıl anlatacak nereden başlayacak bilemiyordu, tir tir titriyordu.  Yeni yapılan bir mezar görmüş, standarttan  farklıymış, karışı ile ölçmüş, mezar yüksekliği olması gerekenden iki karış daha yüksekmiş. 
Sakinleştirmeye çalıştım, yanlış ölçmüşsündür, yanılmışsındır, dememe fırsat vermedi, mezarcı da benim gibi demeye getirmiş , adamı  kolundan tutup mezarın başına götürmüş, ölç demiş.. Mezarı gören bekçi ne demiş?
Ne demiş? diye ateş saçan gözlerine bakıyorum.
Teyzeciğim, bu B....ların mezarı, adlarını hiç duymadın mı, onlar buranın en zengini, o kadarcık yükseklik olsun demiş.
Benim  mermerimde bu yükseklikte olacak demiş, Nermin Hanım. Adam sakinleştirmeye kalkışmış, "teyzeciğim ne lüzumsuz işler ile uğraşıyorsun, ölüne dua et, sadaka ver, ne yapacak rahmetli bir karış daha yüksek mermerli mezarı"...
Nermin Hanım  eğilmiş yerden bir taş almış, havaya kaldırmış, benim  mermerimde bu yükseklikte olacak demiş, olmaz diyenin alnını yararım.
Elindeki taşa baktım, tırnakları gömülmüş gibi, bırakmıyor. 

Sakinleşsin diye hiç tanımadığım rahmetli kocasını sordum, nasıl biriydi de bu kadar gözü kararmıştı Nermin Hanı'mın . Kalktı bir odaya gitti, kucağında  bir küfe ile yanıma geldi, hazine sandığını açar gibi eskimiş kararmış, küfenin içindekileri çıkarmaya başladı. Defterler, kağıtlar ile doldu kucağım, "hepsini aç oku "diyerekten. Okumaya başladım, aşk dizeleri, aşk manileri, aşk ile ağlayışlar, yakarışlar...

Eğer bu hikayeyi ben yazsaydım, hikayenin burasında küfenin içine aşk dolu defterler koymazdım, kimseyi inandıramam diye...
Eğer bu bir film olsaydı, aşk dolu küfeyi  gördüğüm anda, senaryocu gerçeklikten uzaklaşmış derdim. Ama "gerçek" bazen öyle geliveriyor ki, inanıp inanmamak arasında kalıveriyor insan. Nermin Hanım'ı ,  elindeki taşı unutup , gülüyorum. 
Sırtında küfesi üst katlara kömür taşırken, aynı zamanda sevgilisine şiir yazıyor, her çıktığı merdiven bir mısra , küfesini boşaltıp inmesi nakarat olmuş. Elinin karası ile yazmış. Her gördüğü güzel şeyi sevgilisine adamış, dize dize... 
Beraber yaşadıkları her günde birbirlerini sevmekten  daha değerli bir şey   görmemiş gözleri. Eşi her gün bir deniz yaratmış onun için, yaşadığı bozkırı hiç görmemiş kadın.    Eşi her gün daha çok sevmiş onu, her yeni günde daha çok sevilmiş, kadın. 
  Hiç kimse görmedi onu, gören ise hor gördü , dedi Nermin Hanım. Şimdi , herkesin göreceği , görenin saygı ile bakacağı, bir mezar  istemem, saçma , gereksiz öyle mi!  En zengini en büyüğü  nasıl  yatıyorsa kocamda  aynı şekilde yatacak, dedi.   Taşı havaya kaldırdı, "yatıracağım",dedi Nermin Hanım.  

Eve döndüm, akşam yemeğini hazırlamaya kaldığım yerden devam ederken üçüncü katın solgun ışığına bakıyorum. Bu yeni şehirde, yeni evimde  kitaplar okuyorum, filmler izliyorum, müzelere gidiyorum, kuralları önemsiyor, sokaktaki hayvanları besliyorum, çiçeklerimi suluyor, yolda selam veriyor, gülüyorum. Bunları yaparken bir menfaat gözetlediğimi hissediyorum,  iyi  olmaya çalışırsam gerçeğe yaklaşabilme umudu taşıyorum.  Hiç yaklaşamadım, yaklaştığımı sandıkça bencilliğimi gördüm. Oysa  bu yeni şehirde, mutfak penceremden beri her gün   aradığım şeyi  izlediğimi fark ettim.
 Gerçek olan" sevmek" miş, bir taşa tırnaklarını geçirir gibi sevebilmekmiş.  Dünyanın tüm ağırlığını bir küfe ile sırtlanmışken, sevdikçe hafiflemekmiş.  Umulmadık bir yerde özgürce korkusuzca  sevmek, gerçekten yaşamakmış...









10 Aralık 2018 Pazartesi

Kendine ait bir köşe

Bu masa bu menekşe bu bilgisayar duvardaki bu çerçeveler ile kendime ait bir köşem var, artık.


Bu masayı kuzenim yapmıştı, benim için. 
Köyde ilkokulu bitirince  hızarcının yanına çırak verilmişti. Çalıştığı atölyeye  gelen her ağaçtan kazık yapılıyordu, kavak,  meşe ,ceviz ayırt edilmeden.  O sıralarda  üniversiteyi kazandığım için ,ıskartaya çıkan kazıklardan gizli gizli bana çalışma masası yapmış, hediye etmişti. İlkokulu bitirmiş adını yazamıyor, okuyamıyor diye dalga geçilen kuzenim, çocuk yaşında bu masayı tek başına yapabilmişti. Masanın hassas noktaları vardı  aniden devrilebilirdi, altında kalan kolu bacağı kırabilecek ağırlıktaydı. Masanın hassas noktalarını uzun uzun tecrübe ettim, yirmi yıldır herkese uzak bana yakın oldu. 
Çalıştığı şirket Nüket'e yeni bir bilgisayar vermiş, emektarını bana yollamak istedi, kendine ait bir odan kendine ait bir bilgisayarın olsun diyerek. Bu bilgisayarın arkadaşlığında karanlık gecelerde uzun uzun yazmış, kelime kelime canlandırmıştı ünlü dizilerini. Masamın üzerine koydum Nüket'in bilgisayarını.
Bu menekşe hasta ziyaretime gelen bir ziyaretçi ile geldi. Menekşeler, çiçekler içinde en uzak durduğumdu,  hassas, küstümcü, yerini beğenmezci diye aklımda kalmışlardı. Susuzluğa, ışıksızlığa, sevgisizliğe aldırmadan büyüdü, kocaman çiçekler açtı, inadına. Yıllarca inadından geri dönmedi, yıllardır rengarenk...Sabahları pencere kenarına akşamları masamın üstüme koydum.
Bu duvarda üç çivi çakılıydı yan yana, bizden önceki kiracılar çakmışlardı. Boya badana yaptırmadan taşındığımız için o hasarlı yerlere çerçevelerimi astım. Hepsi kardeşimin hediyesi.
Kendime ait bir oda imkansız derken kendime ait bir köşe kendiliğinden oluşuvermişti.





5 Aralık 2018 Çarşamba

Müslüm'e neden gidemedim ?

Müslüm filmine gidenlere ilimizdeki üç sinema salonu  yetişemiyor, seans üstüne seanslar yoğun talebe karşılık vermekte güçlük çekiyorlar. Altın günlerini feda edip gelen ev hanımlarından, okul asanlara, esnafına, doktoruna , mühendisine kadar her kesimi kendine çekebilmiş bu filme lise arkadaşım Yeliz yüzünden gidemedim. 
 Yıllar sonra lise arkadaşımı arayıp bulan bendim, oysa. Yalnızlığımın en sefil bir anında onu aramaya başlamıştım. Bir feys hesabı açtım, sıra arkadaşlarımı arattım. Bir sırada üç kişi oturuyorduk, Funda'yı bulamadım Yeliz'i buldum. 


 Yeliz'in zaman tüneline baktım.  Beş yüze yakın arkadaşı olup, her paylaşımı yüzlerce beğeni almış, ofiste kahvesini içerken, boğaz manzaralı iş toplantılarında, balkonunda parti verirken     ...  Dalış kursuna yazılmış, su altı fotoğrafları çekmiş, Küba'da puro içmiş, İtalya'da gondola binmiş, Portekiz'de doğum gününü kutlamış, suşiyi Tokyo'da yemiş. Cadılar bayramında cadı olmuş.  Her selfisinin arkasından beri gülümseyen  arkadaş ordusunu inceledim, bunların içine yalnızlığın verdiği çaresizlik ile atlamak istedim. Hiç yurt dışı görmemişliğimi, suşinin tadını bilmediğimi, selfi özelliği olmayan telefonumu nerden göreceklerdi,  arkadaşlık teklifi ettim,  kabul etti. 
Onun son yirmi yılda neler yaptığını anlatmasına gerek yoktu, görünüyordu, ben son yirmi yılımı bir kaç cümle ile anlattım.  Son olarak artık Çorum'da yaşadığımı  mesaj kutusuna yazdığımda,  " sıkılmıyor musun" dedi. 
Sonra instegram ve bir dolu hesap ismi verdi, buralardan da onu takip edebilmem için.  Oysa feysten beri onu takip etmeye bir kaç gün dayanabilmiştim, yalnızlığın verdiği körlüğüm kaybolmuş, kendime gelmiş,   feys hesabımı kapatmıştım.
  Hesabı kapatmamak için bir kaç gün direndim.
Paylaşılan mutlu bir fotoğrafa neden bakmak istemiyordum, altına kalp tıklamak neden  zor geliyordu. Egoist miyim, kıskanç mıyım,  kendi ile barışık biri  değil miyim?
 Açık bir yüreklilikle onu  hiç bir hesaptan takip edemeyeceğimi kendime has uslubum ile yazınca,  ansızın ortaya çıkıp hemen kaybolmaya çalışan lise arkadaşı ilgisini çekti, telefon ile mesajlaşacak kadar beni özeline  aldı. Herkese telefonunu vermezdi. 
İşinden eve dönerken tıkanmış İstanbul trafiğinde beni aramaya başladı. Son okuduğu kitabı anlatırdı, son gittiği konseri, ne harika bir kitaptı, ne harika bir sesti, trafik açılıncaya kadar ..
 Vatsabıma selfi çektirdiği yazarları atardı konser alanından canlı video parçalarını  bana özel yollardı. 
Gündemde olanları tahlil ederdi, bence diye başlardı. 


 Ama  bana özel,  bu paylaşımlarında  art niyet arayacak kadar kötü ruhluydum.
 Çorum'daki bir ev hanımına   iyilik yapıyor gibi hissettiriyordu, görmek için çırpındığımı sanıyor üzülüyor, rüyamda bile  göremeyeceğimi sandığı şeyleri bana trafik sıkıştığında lütfediyordu. 
 Her  şeye yakın olduğunu her an bana hissettirme çabasının altında ne yatıyordu? Konserlerin her türlüsüne , sarılacak kadar yazarlara, yakındı. Sanatsal şeylere kolay ulaşabilir olması onu sanat eleştirmeni yapmış, her şeyden  uzak kalmış, kurumuş çatlamış toprağıma su dökerek iyilik yapmasında  art niyet arıyordum. 
Bozkırın ortasına sanat edebiyat ulaştırmak gibi yüce bir misyon edinmişti. Baştan belli değil miydi girmek istediğim denizin rengi, şimdi neden burun kıvırıyordum.  
(Fundayı bulabilseydim diye iç geçiriyorum. Yeliz, öğretmen çocuğuydu, çalışkan, kurallara uyandı Ama Funda.... babası  yoktu, tek doğru kendi doğrusuydu, herkesin çekindiği  korktuğu şeyde, o  korkulan şeye gözlerini kısar etli dudaklarını yalayarak bakardı. İki örgü kuralına bir Funda baş kaldırmıştı. Her sabah okul kapısında cetveli ile teftişe duran müdür yardımcısı  at kuyruklu Funda'yı dize getirmek için dövme sövme dışında daha ne yapabilirdi ki. Bir  sabah okul kapısında Funda'nın tepeden at kuyruğu avuçlanıp kökünden kesilmişti. Saçları zorla kesilirken  hiç direnmemiş, ağlamamış, yalvarmamış, uzun uzun dudaklarını  yalamıştı.  )
Yeliz hiç değişmemiş   iki örgülü Yeliz'di ,çalışılması gerekiliyorsa çalışılacaktı , sosyal medya varsa   kullanılacaktı,  takip isteyen gündem takip edilecekti, modası geçinceye kadar her şeyi  kendince yorumlayacaktı. 
Müslim filmi vizyona girer girmez  izlemiş, tüm hesaplarında  paylaşmıştı,  hesaplara uzak olan benim için özel olarak  nasıl  harika bir film olduğunu boğaz trafiğinde arabasının içinden beri o kadar çok anlattı ki gitmiş gibi olmuştum yine de mutlaka gidip görmem konusunda ısrarcıydı...Telefondaki sesi  "hariiikaaa film " diye çınladıkça, Funda gibi gözlerimi kıstığımı görmüyordu. 


   Ahlat Ağacı, Çorum'a gelmedi diye Ankara'ya otobüs bileti alarak  gitmiştim.   Aynı tarihlerde Ankara'da  gösterime giren Bergman filmleri nden , Yaban çilekleri'niPersona'yıGüz Sonatı nı sinemada izleme şansına erişmiştim.  Yeliz'in hissettiği gibi aslında Çorumlu bir ev hanımı olarak  o kadar uzak değilim işte,  ben de izlediğim filmler hakkında konuşmayı isterdim ama " Çorum'da yaşamaktan sıkılmıyor musun diye sorduğu gibi "bu filmleri izlemekten sıkılmıyor musun" diyeceğini  artık biliyordum. 

Özür dilerim, Yeliz sırf sen harika film dedin diye

alt sokağımda oynamaya devam eden Müslüm'e gitmiyorum.  Senin sosyal hesapların gibi renkli janjanlı, heyecanlı, hızlı hızlı  değişen , bir güldüren bir ağlatan,  çağıran, sevilmeye, taktir edilmeye, beğenmeye zorlanan şeylere, filmlere harika diyemiyorum.
 Hiç kimsenin sesinin işitilmediği,  seyircisini boşluğa atan  filmleri seviyorum,  uzak sessiz tek başınalığı hatırlatan filmleri seviyorum, Çorum gibi...
 Bu yazıdan  kendime çıkardığım öğüt; "çok sevdiğim yalnızlığıma ihanet edip feysten arkadaş ararsam, karşına ,  mutlaka Yelizler çıkar".






                       




.


3 Aralık 2018 Pazartesi

berberin elleri

 Oğlumu berbere getirdim. Dışarıda  yağmur yağıyor.
Berber evimize çok uzak bir sokakta eski bir apartman girişinde.  Dükkanın içi küçücük, üç kişi zor sığar gözükse de tıraş olan oğlumu bekleme sandalyesinden beri izliyorum. Berberin boyu normal değil, kasa gibi bir yükseltinin üzerinden doğru  kesiyor.    Nerdeyse hiç konuşmayan , işine pür dikkat , çocuk büyük herkese aynı saygılı duruşu ile bu berberden başkasına saçını kestirmek istemiyor oğlum. Bu küçük dükkanın müşterisi çok oluyor, otobüs kuyruğu gibi sıralanıp, kapı önünde iskemlelerde  bekleyenleri hiç eksik olmuyor. Yağmurlu bir günde kimse tıraş olmak istemez diye düşündüm.

Berbere gitmekten çok korkardı , İstanbul'un renkli janjanlı  çocuklara özel  şakacı berberleri ,  bu berber kadar güven verememişti.
Küçük bir oda, ayna karşısında tek koltuk, duvarda  eski fotoğraflar, radyoda sessizce çalan türküler...

Yağmur şiddetini artırmış,radyodan gelen türküler hüzünlenmiş iken  bekleme sandalyesinde oturan tek kişi olarak duvarlara bakıyorum.Çerçeve içindeki tüm fotoğrafların arkasında yükseldikçe sivrilip incelen bir tepe var.  ...Su kuyusu başında üçü kız  dört küçük çocuk ile poz veren bir kadın, arkada aynı tepe. Tek pencereli kerpiç ev  yine arkada aynı sivri  tepe.
Oğlumun saç kesimi bitmiş, berber, sıhhatler olsun diyerek eline aynayı almıştı.
Dükkandan çıkmak için ayağa kalktığımda hala kesim koltuğunda oturan oğlum " hiç kulak kestiniz mi, yanlışlıkla..." dedi.
Dükkanın camları buğulanmış, dışarısı gözükmez olmuştu. 

Berber , elindeki aynayı bırakmadan  üstüne çıktığı kasadan indi. Küçüldü.

- Kestim dedi, yanlışlıkla kulağını kestiğim tek kişi  ilkokul öğretmenimdi...
Elindeki   aynayı kendine doğru   çevirdi, berber. 

Sokaklarda kimse yok, sağanak yağmurda uzaktaki evimize koşuyoruz. Berberin sözünü dinleseydik diye mızmızlanıyor oğlum,  yağmur dinene kadar oturun demişti... Gerek yok diyorum sen tıraş olurken ben berberi dinledim.

Camları buğulu küçük  dükkanı kanatlanmış , beni onun hikayesine götürmüştü. 
Berber M.....ydu, uzaklardan para yollayan bir babası ile , hep hasta olan bir annesi vardı.   Annesi macirdi, temizliğe çok önem verirdi, yattığı yerden " oğlum, ocağı yak, hasırı süpür, su kovalarını doldur derdi.    En sevdiği iş kardeşlerinin saçlarını tarayıp ilmek ilmek örmekti.Her sabah , bir önceki sabahtan ördüklerini açar,  uzun uzun tarardı,  daha farklı daha güzel  örmeye çalışırdı. Kardeşleri güzelleşir, boynuna sarılıp öperlerdi, o  anlarda nasıl mutlu olduğunu tarif edemezdi.
Hasta annesi ve  üç küçük kız kardeşiyle hiç bir şeyin eksikliğini hissetmeden büyüdü,  köyünde.

Köylerinde okul yoktu, uzaktaki babası  okusun çok istiyordu. Her gün M...un sivrisi denilen tepenin ardına kasabaya indi. Öğretmeni bir kadındı. Kızıl saçları vardı ,köylü çocuklarını arka sıralara oturttuğu için ,  tahtaya yazılanlara çok uzaktı. .

Boyunun çok kısa olduğunu hissetti. 
Öğretmen  arka sıralara gelmiyordu. Öğretmenin kalemi düştü,  fırladı kalemi alıp uzattı.  Ellerine bakan öğretmenin gözlerinden  
 ellerinin pis olduğunu hissetti. 
 Hasır süpüren ocağı yakan su taşıyan ellerinin çatlağını , çatlağın içindeki karaltıyı fark etti,  ellerini saklayarak her gün arka sıralarda küçüldü. 

Okul ağır gelmeye başladı. Bıraktı. 
Babası geldi kasabaya taşındılar. İstediğin işi yap dedi, babası. Kadın kuaförüne çırak  oldu. Ünlendi.Bir gün dükkana  kızıl saçlı bir kadın girdi, kesim koltuğuna oturdu. "Göster bakalım maharetini , dedi kadın, ne kadar iyi  olduğunu bir de ben göreyim... 
Makas tutan  elleri çatladı, çatlakların içi karardı,  kirli olduğunu hissetti, boyunun çok kısaldığını... Ona bu kadar yakın olmak korkuttu,  arka sıralarda görünmez olmak istedi.

Makas tutan elleri yabancılaştı, titredi,  ilkokul öğretmeninin kulağını kesti.
 Tüm kasaba onu artık   "kulak kesen" diye çağırmaya başlayınca , kasabadan ayrıldı. Buraya geldi, bu dükkanı açtı.

  Yağmurda ıslanan  saçlarına bakıyorum, "ıslandığında bile güzel duran saçların var artık diyorum."
 Ellerine sağlık berberimiz.



                            Berberde dinlediğim türkülerden biri, "turnaları güğe saldım".






29 Kasım 2018 Perşembe

Arkadaşımın Evi Nerede ?

  Geçen hafta "Dünyanın en iyi 100 yabancı  filmi listesini gördüm. "BBC Kültür, dünya sinemasının gelmiş geçmiş en iyi filmlerini belirlemek için 43 ülkeden 209 film eleştirmeninin görüşlerine başvurmuş."(https://www.bbc.com/turkce/vert-cul-46022845)
Geçen haftadan beri listedeki filmleri izlemeye başladım,Abbas Kiyarüstemi'nin listede iki filmi vardı, Kirazın Tadı ve Arkadaşım Evi Nerede? 
Arkadaşımın Evi Nerede? yi  izlememiştim. Penceremin önündeki koltuğuma oturup yağmurlu karanlık bir Çorum  sabahında herkes işte okulda iken  filmi  izlemeye başladım. Film bitti. Akşam oğlum eve gelince onunla da izlemek istedim, ödevim var dedi. Eşimi sabırsızlıkla bekledim, eve gelir gelmez filmi izlemeyi teklif ettim, kabul etti. Film sona erince oğlumun ödevi de bitmişti, hep beraber üçümüz filmi  izlemeye başladık. Günün sonunda Arkadaşım Evi Nerede'yi üç kez izlemiş oldum, herkes yataklarına çekildiğinde pencere önündeki koltuğuma oturup dışarıya baktım, karanlık değildi. Çorum' daki pencereme aydınlık getirmişti Abbas Kiyasturami…

İran'ın bir  köyünde bir sınıfın kapısı ile açılıyor film ...Kapının arkasında çocuk gülüşleri  , kahkahalar, bağıra çağıra çocuk konuşmaları...Öğretmen görünüyor, derse gecikmiş, yokluğunda  sessizce kendisini beklemedikleri için öğrencilere uzun uzun sitem ediyor. 
Gömleğinin cebinden kalemini çıkarıyor ,  ödevler kontrol ediliyor. Bu köyde çocukların yükümlülükleri çok fazla, okul dışında  anne, baba, usta gibi  büyükler tarafından çalıştırılmaktadırlar bu yüzden çoğunun ödevi eksik ya da hiç yapılamamış...Muhammed Rıza ödevini yapmıştır ama defterine değil, kağıda...Defterini kuzeninin evinde unutmuştur...Öğretmen çok kızar, kağıdı yırtar, herkesin içinde azarlanan ödevi yırtılan Muhammed Rıza kafasını sıraya doğru eğer yüzünü saklamaya çalışarak ağlamaya başlar.  Öğretmen görevini yapıyordur,  en önemli görevi disiplindir disiplinsiz işler cezalandırılmalıdır. Herkes ödevini deftere yapmakla yükümlüdür, bu yükümlülük her şeyden önce gelmelidir, bir daha aynı şeyi tekrar ederse okuldan atmakla tehdit ederek gerekli uyarıyı yapar öğretmen.

Ahmet , Muhammed Rıza'nın sıra arkadaşıdır. Okul zili çalıp herkes evlerine dağılırken Muhammed Rıza'nın ayağı takılıp yere düşer, kirlenen turuncu pantalonunu tulumba altında temizlemesine yardım eder Ahmet. Evine gelip çantasını açtığında çantasından iki defter çıkar, biri Muhammed Rıza'nın defteridir...


İran'ın bu küçük köyünde büyükler  çocukları görmüyor, duymuyor,  önemsemiyor, hissedemiyor.
Ahmet bir an önce defteri arkadaşına ulaştırmak ister ama önünde aşılmaz duvarlar vardır, derdini dinlemeyen ,azarlayan, küçük gören yolundan çevirmek isteyen büyükler vardır. Sıra arkadaşının ağlayışını okuldan atılmak ile tehdit edilişini diğer öğrenciler gibi sessizce izlemiş olmak ona çok ağır gelmişti. Koynuna soktuğu defter ile bilmediği bir köye doğru koşmaya başladı, yüksek tepeleri, dik merdivenleri, tünelleri aştı. Arkadaşının köyü yabancıydı, yabancı evlerdeki yabancı büyükler  arkadaşının evini, bilmiyor,  arama çabasını umursamıyor, dinlemiyor, baştan savıyorlardı. Ahmet yabancı  avlularda asılı çamaşırlardan turuncu pantolona, kurumuş ağaca, mavi boyalı kapıya umut bağlıyor, arkadaşının evini arıyordu.
 Öğretmeni , yabancı köyün büyükleri,  tepeler,  merdivenler,  büyüktü ama Ahmet'in içindeki masumiyet, vicdan, dostluk kadar büyük değildi.







19 Kasım 2018 Pazartesi

Müjde!

Müjde,  Çorum'dan iyilik meleğiniz  geldi. Şu gördüğünüz avuç içi kadar canlı, bir dakikada tüm stresinizi alır, dünyanın ağırlığını bir dakikada sırtınızdan atar. Bir dakika gibi kısa bir süre  içinde güldürür, eğlendirir, kafa dağıtır. 
Bu avuç içi kadar canlı ,kendini alana ohh dünya ne güzelmiş dedirtme garantisi vermekte. Bu fırsat kaçmaz, tüm insanların dikkatine...  








Öyle avuç içi kadar boyuna bakmayın, Çorum ayazında bir duvar kenarında günlerce  tek başına şarkılar söyleyecek kadar dayanıklıdır . Acıklı şarkıları kimse sevmiyor olsa gerek  kulak vereni olmadı. Bizim sokağın kedisi değildi , sesini belki annesi duyar , bulur, diye ben de oralı olmadım. Hafta sonu sabahın köründe pencere önümde çöp tenekesi üzerinde damardan içli içli  söyleyenin o  olduğunu anlayınca ,kim getirdi kim koydu çöp tenekemizin  üstüne fazla kafa yoramadım...Mecburiyetten   eve alıp sarıp sarmalayıp karnını doyurup repertuvarını değiştirdim,  artık oynatan, güldüren, göbek attıranlar ile dolu dolu…



Ankara'daki arkadaşlarım, bu hafta sonu Ankara'ya geliyorum, Çorum'dan hep leblebi gelecek değil ya , bu küçük yerinde durmazı istemez misiniz?
Bir aylık var yok,  ne bulursa kütür kütür yiyen bir dişi....
Not: İyi günde kötü günde sağlıkta hastalıkta, sonuna kadar bakarım diyenler için bu yazı, yoksa çok kötü yazıyorum buradan beri, sakın yaklaşmayın...

 * Çorumlu güzel kalpli bir çocuk kediciği koynuna alıp gitti. Bizim mahallede oturuyormuş, evime geldi, tanıştık, konuştuk , kediciğe nasıl baktığını gördüm. Göğsüne koydu paltosunu çekti gitti, her gün fotoğraflarını atıyor, çok mutlular...

31 Ekim 2018 Çarşamba

Umutlanarak geçen ömür


Abbas Kiyarüstemi'nin,
 yalnız ağaçları, kimsesiz köylere giden ıssız yolları, tozu, toprağı, rengi, ışığı , rüzgarı, gıcırdayarak açılan kapıları ile  gözlerinin çok farklı gördüğünü , çok daha fazlasını gördüğünü filmlerinden anlıyorduk.

Geçenlerde şu video ile karşılaştım.
Ölmeden önce dinlenen son şarkı , başlıklı bu videoda ölüm yatağında yatan kişi Abbas Kiyarüstemi, şarkıyı söyleyen  Solmaz Naraghi, sözler ise Şadi Şiraz

Şarkının sözleri içinde, ikişer defa şöyle cümleler geçiyordu;

Bir ömür daha lazım vefatımızdan sonra
Bir ömür daha lazım vefatımızdan sonra
Çünkü bu ömrümüzü sadece umutlanmakla geçirdik
Çünkü bu ömrümüzü sadece umutlanmakla geçirdik …











 

30 Ekim 2018 Salı

Örgü kursunda ilk günüm

Mahallemizdeki kadın kültür merkezinde " örgü oyuncak kursu" açılacağını duyunca çok sevindim. Sabah erkenden kayıt için sıraya girdim, kaydımı alan kişiye hiç örgü örmediğimi özellikle belirttim, belki benim gibi tecrübesizlere uygun değildi kurs. Görevli kişi " sizi ilk gruba, yani hiç bilmeyenlere  yazıyorum" dediğinde sevincime sevinç katıldı. Bir hafta sonra başlayacak kursu sabırsızlıkla beklerken internetten ilgili videolara bakıyor, sıkı iğne , artırma, eksiltme nedir nasıl yapılıra bakıyorum, bilgisayar ekranındaki "öğretici el" o kadar güzel gösteriyor ki, hemen öğreniveriyorum. Elime hiç tığ almamış biri olarak videolara bakarak oyuncak bebeğin kafasını  örüyorum. Evdeki herkese gösteriyorum, oğlum eşim çok seviniyorlar, başaramayacağın şey yok , elinin değdiği her şeye hayat veriyorsun dediklerinde gözsüz ağızsız, gövdesiz kafaya baktıkça mutlu oluyorum. Öğrendiklerimi , şifreleri bir deftere yazıyorum, defterin her köşesine öreceğim  hayvanları bebekleri çiziyorum, çocuk gülüşlerini hayal ediyorum  . Dersin başlayacağı saatten önce sınıfıma girip, arkadaşlarımı öğretmenimi bekliyorum. Tek başıma uzun bir süre oturmak zorunda kaldım, bu sürede içinde "okul" ile ilgili hatırlamak istemediklerim aklıma gelir gibi oldu, defterimi, ördüğüm kafayı, renkli yünlerimi sıraya koyarak aklımdakileri savuşturdum. Sınıfın öğrencileri gelip el işlerini masalarına koydukça aslında hiç birinin benim gibi hiç bilmeyenler olmadıklarını anlıyorum, nerdeyse hepsi yılların örücüleriydiler ve daha zor daha farklı daha görülmemiş modeller için  torunlarına bebek yeleği örmek için gelmişlerdi. Benim dışımda iki kişi  oyuncak bebek için buradaydı.  Öğretmen sınıftan içeri girince ,geçmişteki  onlarca öğretmenim içeri girmiş gibi oldu, irkildim. Tüm öğrenciler bu güler yüzlü öğretmeni önceden tanıyor, hepsi bu  öğretmenden daha önce ders almış. Kendimi tanıtırken , çok cahil olduğumun üstüne basıyorum ama nasıl istekli olduğumu anlasın diye de ördüğüm kafayı gösteriyorum. Olmamış, sök, diyor. İki kelime. Koskoca kadınım alınmıyorum, ama sökmüyor, ilk göz ağrım kafayı sıranın altına saklıyorum. Doğru bir kafayı anlatıyor, öğretmenimiz, benim ile birlikte toplam üç kişiye. Üç kişi başlıyoruz örmeye, onlar tecrübeli ama olsun ben de onlar gibi olacağım. Hayalimdeki bebekleri anlatıyorum arkadaşlarıma  başı örerken. Arada öğretmen elimizdekilere bakıyor, iki arkadaşa olmuş diyor benimkine olmamış diyor, söküyor. Nerde hata yapıyorum diye soruyorum, " ilmeklerin çok gevşek diyor. Tekrar baştan örmeye başlıyorum, iki arkadaş ile artık konuşmuyorum, kendimi işime veriyorum. Vakit ilerken öğretmen herkesin elindekine bakıyor, bana sıra gelince " olmuyor diye tekrar elimdekini söküyor. Nerde hata yaptım diye soruyorum "bu seferde çok sıkı örmüşsün" diyor. Arkadaşlarımın ellerine artık hiç bakamıyorum hepsi saatler boyunca ilerledi , iki kere sökülmüş ip yumağı ile  nasıl öreceğim konusunda tedirginim, öğretmen işini yapıyordu, gösteriyor, gösterdiği şekilde yapamadığım için  söküyordu. Yanlış yaptığım  şey, ilmeklerimin görüntüsü öğretmen ve diğer arkadaşlarınkine benzer olmaması, aynı şifreye göre örüyordum ne fazla ne eksik ama benim örgüm onların ki gibi görünmüyordu. Bir ilmeğim sıkı bir ilmeğim gevşek olunca sıralı düzgün bir görüntü çıkmıyordu. Dakikalarca ördüm, ne gevşek ne sıkı olsun diye uğraşırken , şifreyi karıştırdığımı fark ettim, on sekiz ilmek olması gereken sıra eksik, otuz altı olması gereken sıra ise daha  fazlaydı. Öğretmen üçüncü kez sıraları dolaşırken, onun gözleri ile elimdekine baktım, beğenmeyecekti, o söylemeden söktüm , öğretmenim üzülmüş göründü, o kadar da göstermişti; " sorun ne"," neden yapamıyorsun" dedi.
Benim yüzümden, benden kaynaklanan bir sorun vardı. Sorun ne, neden yapamıyorsun, neden anlamıyorsun, herkes yapıyor sen  neden yapamıyorsun diye sorgulayan öğretmenlerim, hepsi  başıma dikiliverdi.
Öğretmenlerimin her biri şimdi sınıflarımın  kapısındalar, susun diye bağırarak içeri giriyorlar, kapıları kapatıyorlar, kapılar kapanmasın istiyorum, arkalarında gizledikleri elleri ile sıraları dolaşıyorlar, yanıma yaklaşmasınlar  , doğru mu yanlış mı tam mı eksik mi   dolaşan tedirginlik son bulsun, uzak olsun, istiyorum... Derdimi anlatabilirdim  kırk yaşımda şimdiki öğretmenime ve torunlarına yelek ören sınıf arkadaşlarıma. Zayıflıklarımı, eksiklerimi, sebepleri, nedenleri ,  kendimi anlatabilirdim.....Ama küçük bir çocuk anlatamazdı, sadece mecbur kalırdı.
Ağlamaya başladım. Sınıftakiler önce şaşırdılar yüzüme dikkat kesildiler, " aaa ağlıyor" dediler. Sıra üzerindeki sökülmüş renkli yünlerimi, defterimi çantama koyup hiç bir açıklama yapmadan dışarı çıktım. Dışarıda sonbahar rüzgarı ile güneşi, derin bir nefes çektim, gözyaşımı sildim. Kırk yaşımın bu son baharında kendi kendime söz verdim bir daha asla öğretmenlere yaptıklarımı beğendirmeye çalışmayacak, kapılarını öğretmenlerin kapattığı sınıflara asla  girmeyecektim.

 Evime doğru yürürken, sıramın altında ,kafamı unuttuğum aklıma geliverdi. Öğretmenin sök dediği ama sökmeye kıyamadığım kafamı almak için geri dönmeli miyim diye ikilem de kalmadım, asla...


Akşama doğru telefonumu kayıtsız bir numara arıyor; örgü öğretmenim; "Ayşe hanım neden öyle sınıfı terk ettiniz, bir şey mi oldu, bir sıkıntınız mı var merak ettim, çok istekli çok pozitif görünüyordunuz , birden bire böyle olunca, merak ettim, umarım haftaya gelirsiniz, göreceksiniz tüm sıkıntılarınızdan kurtulacaksınız"...


24 Ekim 2018 Çarşamba

Amigurumi

 Kedim Pıtpıt ;"karanlığa küfredeceğine bir mum yaksana" diye gözlerime baktığında, bir azim geldi.
Amigurumi' yi başarabilirim gibi büyük bir şey hissettim. 
Annemin hastalığında hastanenin onkoloji bölümünde bir kız çocuğu ile tomografi kuyruğundaydım. Sıranın sonundaki küçük kız huysuzlanıyor,  beklemek istemiyor, annesi kızını sakinleştirmek için;" uslu durursan sana o çok istediğin "ciciobella"yı alacağım diyordu . Küçük kız annesine, "hep alacağım diyorsun ama almıyorsun" der gibi bakıyor, sızlanmasını daha çok artırıyordu. Anneme sıra gelince tek başıma kaldım , uzaktan beri  küçük kız ve  annenin mücadalesini izlerken , yakın olmak istedim. Bu ciciobella'yı tanıyorum, üç yüz küsür liraya satılan , kirli sarı renginde plastik saçları, donuk bakışlı,  dokununca sert, pis kokulu naylon derili  bebek şimdi bu onkoloji bölümünde tomografi kuyruğunda çok kıymetli, değeri parayla ölçülemez. O zaman aklıma gelmişti, kendi el emeğim bir oyuncak olsaydı, temiz, mis kokulu , yumuşacık, çantama sığdıracak kadar , hep gele durduğum bu yerde...Ne yapabilirim ki diye düşünüyordum, el becerim hiç yoktur. Kucağında oyuncağı ile güle oynaya tomografiye girerken küçük kızı hayal ettim, işte o an birden bire "dünyanın  en önemli şeyi", nasıl oyuncak  yapılır, olmuştu benim için.
Araştırdım, araştırdıklarımı yapmaya çalıştım olmadı. Bir dolu tomografi, kan alma, muayene sırası geldi geçti, çantamdan çocukları mutlu edecek bir şey çıkmadı.

Sevgili arkadaşım küçük joe  kendi bloğunda bir zürafa yapmış, nasıl yaptığını  sorduğumda bana özel video hazırlamış, yollamıştı. Nasıl sevindim , tarifsiz...
Hemen bir ip, bir tığ almak için çarşıya indim. Tığ ve yün satan dükkan sahibi kadın "hayatımda hiç elime tığ almadım" dedim diye beni yanına oturttu , ilmek nasıl çekilir,  beş dakikada öğretti.
İlk ilmeklerim ve örgü oyuncak için gerekli sık iğne çalışmam. Henüz tığı düzgün tutamıyor, ipi parmağıma dolayamıyor, attığım ilmekleri tığdan çıkartamıyorum ama azimliyim. Her ilmeğimde bir mum yakıyorum gibi, ördükçe karanlıkları aydınlatıyorum gibi, azimliyim. 
Yüzünü hiç görmediğim blogdan tanıdığım sevgili arkadaşım Jale, öyle yetenekli ki, bu masa örtüsünü tığ ile örmüş, her gün ilmek ilmek inceliyorum, benim için bu örtü bir fizik problemi, kimya denklemi gibi hayatta çözemem, imkansız başaramam ,ama mesaj atmış, yüz yüze geldiğimiz gün  oyuncak için gerekli teknikleri öğretirim diye, beni öyle mutlu etti ki, ona sarılır gibi masa örtüsüne sarıldım öpüp kokladım.
Umarım tığı düzgün tutmayı, ilmekleri düzgün atmayı başarır da, eli yüzü düzgün bir ayı, bir prenses, bir Süpermen, bir tavşan bir zürafa yapıp çantama atabilirim...



23 Ekim 2018 Salı

Kedi bakışı

Pıtpıt bana bakıyor. Bu  bakışlar anlam yüklüdür, kendime gelmeme yardım eder ( hemen kendime gelmezsem, uzun bakışlara dayanamaz üzerime atlar , dişler) Bugün bakışları ile ;  karanlığa küfredeceğine  bir mum yaksana diyor.
Hemen elime kağıt kalem aldım, 

cesaret, azim , başarı ile dolu sözler yazdım , kapıya astım. 
Sakladığım yerden su kabaklarını çıkartım.
Kapı girişine, ayakkabılık üstüne dizdim. 
Bu kabakları oğlum ile birlikte yetiştirdik.
Eskiden köyümüzde her evin bahçesinde yetişirdi, çamaşır yıkamak için.
Kabak , tas görevi görürdü, ırmağa çamaşır yıkamaya giden herkesin elinde bir su kabağı olurdu.
Boyarız anne, dedi. Tohumunu bulduk, ektik, büyüttük, boyamaya vakit bulamadık.
"Su kabağı boyayacak vaktim mi var "  , demişti. Bu önemli vakitlerin içine su kabağı  sokulmazdı, ben de kaldırmıştım.
Artık.
Vakit su kabağı boyama vakti.  
Akşam  okuldan geldiğinde
gözleri yorgunluktan şişmiş, kızarmış iken  kalem tutmaktan nasırlaşmış ellerine fırçayı vereceğim.
Kabaklar renklendikçe yüzüne renk gelecek, umuduyla.
Her hafta sonu deneme sınavları yapıldığı için , çok önemli  mazeretler ile gitmemezliklere göz yumuluyordu,  okula yazı yazdım, " bu hafta sonu köye gitmemiz gerek, çünkü,  ıspanak, bakla, roka, tere, bezelye ekmenin , fide dikmenin,  vakti geldi."
Hafta sonu herkes sınav tecrübesi yaparken ,o, ıspanak ekecek, ceviz fidesi dikecek. (  Köyde , üzerimizde güneş, yerde toprak, ellerimizde tohumlar var iken , yine, "yanlış mı yapıyorum" geliverir yanıma) ( Aslında köyde iken "yanlış mı yapıyorum hiç gelmezdi yanıma", ama diğer anneler aklıma geldikçe....Diğer anneler doğruyu çoktan bulmuş, kendilerinden öyle eminler ki, çocukları da emin, benim oğlum , benim gibi... ) 
Ortaokullar arası şarkı yarışması olduğunu duydum, onun da katılmasını istiyorum.
En sevdiği en çok dilinde olan şarkıları sıraya koydum.



Erol Evgin- Sitem


Ahmet Kaya- Kendine İyi Bak

Eda Baba- O karanlık Gecelerde



 Koro filminin şarkısı

MFÖ- Ele Güne Karşı Yapayalnız

Bulutsuzluk Özlemi- Sözlerimi Geri Alamam



Manuş Baba- Dönersen Islık Çal


Ezginin günlüğü- Eksik bir şey mi var

Özdemir Edoğan- Paranın Ne Önemi Var

En çok söylediği şarkıları sıralarken , içlerinde benim  en çok dinlediğim şarkıların da  olduğunu fark ettim.

Annesinin dinlediği şarkıları söyleyen çocuk için başka şarkılara kapı açabilir umuduyla, kendi şarkısını bulur umuduyla...
"Bir gün geriye dönüp baktığınızda mücadele günlerinizin en güzel günleriniz olduğunu göreceksiniz" sözüne gönülden inanarak dış kapının üstüne asıyorum. Özlü sözlerle dolu  kapıyı açıp su kabaklarına " yeni renkler için" dışarı çıkıyorum.












19 Ekim 2018 Cuma

En yakın arkadaşım


Küçük bir fincanda su koyuyorum , mutfak penceremin önüne. Her gün penceremde kanat çırpınışları , bir kuş yudumu, çok mutlu oluyorum

Marketlerin susuz bıraktığı çiçekleri satın alıyorum.

Kurumuş solmuş çiçekleri salonuma koyuyorum, her sabah  su veriyorum, çok mutlu oluyorum.
( bir senedir benimle olan market çiçeklerimden biri, salonu orman yapmaya hevesli) 
Çorum'daki en yakın arkadaşım, bir sokak kedisidir.  Çorum'daki üç senemin her günü her anında penceremin önünde beni gözetler , yaz kış yağmur kar demeden  büyük bir hevesle inatla pencereme bakması beni ona çok yakın yaptı. Yavruları oldu,  bir karışlık apartman mazgalında doğurmuş, kendisini yavrularından ayıramazsınız o kadar  küçük, zayıf...
Her gün ciğerli makarna yapıyorum.  Her sabah , kapısı kapalı apartman bahçesinde beni beklerler, açılan demir kapının   sesi ile  hepsi yanıma koşar,  çok mutlu olurum.

                                                           (üç yavrusu ciğerli makarna yiyor iken , arkadaşım bana                                                                    bakıyor)

 Uykumda , ayak ucumda Pıtpıt'ın sıcaklığını hissetmek beni  mutlu eder.
Trabzon hurması ve muşmula mevsimine girmek beni çok mutlu ediyor.

Güz elmaları ile dolu ağaca çıkmak beni çok mutlu ediyor.







Fidan dikme mevsiminin başlaması  beni çok mutlu ediyor. Oğlumla birlikte fide çukuru açarız, fideyi ben tutarım, çukuru oğlum doldurur.
Güz yağmurları ile buğulanan pencere önünde kitap okumak beni çok mutlu eder.

Güz yağmurları pencereme vururken en sevdiğim yazarın kitabını okuyorum, yazarın yolu oturduğum şehre düşmüş , sayfalarında  şehrin  anılarını  okumak beni çok mutlu ediyor.

Günlerdir, en yakın arkadaşım  görünmüyor, üç yavru annesiz makarnalarını yiyorlar. Dün akşam,  anlayışlı yöneticimiz ile karşılaştım (apartman bahçesinde  kedileri beslediğim için bana kızmayan), "  Geçenlerde apartman mazgalında ölü bir kedi buldum, çıkarttım, attım, nasıl kötü kokuyordu..." dedi.
En yakın arkadaşı kaybetmenin üzüntüsü ile bu yazıyı yazıyorum, hep hüzünlü yazılar yazıyorsun hiç mi mutlu olmuyorsun diye mesaj atanlar, fotoğraflar ile ispat ediyorum her gün her mevsim mutlu olabiliyorum ama , hiç bir mutluluğum bir sokak kedisinin ölümü kadar yazılmaya değer gelmiyor...