27 Nisan 2018 Cuma

Artçı'nın ardından

Artçı ,  çiçeğim adıydı. On dokuz yıl önce ağustos ayında İstanbul'un  büyük bir marketinden almıştım. Doksan dokuz depreminde ağustos gecesi  evimiz çok sallanmış , çok korkmuştuk, evlerimize giremiyorduk. Mahallemizde, burası güvenli  üzerimize ev yıkılmaz diyebileceğimiz  boş bir alan yoktu, mahallemizden uzak   büyük bir alışveriş mağazasının otoparkına sığındık, herkes ile beraber dışarıda yatıp kalkmaya başladık. İşte çiçeğimi bu alışveriş merkezinin marketinden  almıştım. Otoparkın beton zemininde battaniyeden başka hiç bir şeysiz iken neden bir saksı çiçek almışım, anlam veremiyorum, belki evleneli bir kaç ay olmuş yeni evime bir süs diye ya da yaş günümde kendime hediye diye mi almıştım bilemiyorum. Küçük bir kretondu aldığım. Çiçeğimi kasiyerin önüne koyduğumda yine sarsıntı başlamıştı. Kasiyer kız sandalyesine yapışarak dua etmeye başlamış, sarsıntının şiddetini ölçmek için etrafına bakınıyordu, dışarı kaçacak kadar mı değil mi...Çiçeğim düşmesin diye kucağıma aldım, sarsıntı bitti, parasını ödeyip dışarı çıktım. Beton üzerindeki battaniyemin üzerine  koydum. Sarsıntının aralıkları uzadıkça bir unutkanlık geliyor evlerimize giriyorduk, akşam olunca tekrar korku geliyor, uyumak için   dışarı çıkıyorduk.  Çiçeğimi akşam olunca evde bırakamıyordum, peşime alıyordum. Dışarıda bir battaniye uzunluğunda ve genişliğinde yerim vardı , çiçeğimi ortak ettim, adını Artçı koydum.

On dokuz yıl boyunca aynı evdeydik,  huyunu suyunu öğrenmiştim. Her şeyime tanık oldu.  Gözyaşlarıma kahkahalarıma hayallerime şahit oldu. Konuştuklarımı duydu, radyodan açtıklarımı dinledi. On dokuz yıl  aynı köşesinden beri sessizce benimle oldu. On dokuz yılın her fotoğrafının arkasında bir dalı bir yaprağı...
Tatile çıkacağım zamanlar sulanması için anahtar bıraktım güvendiklerime. Bir tatil dönüşünde bütün yapraklarını saksının dibinde gördüm, anahtar verdiğim eve hiç uğramamıştı. Pişmanlık gözyaşı içinde tekrar canlansın istedim, canlandı. Ama eskisi kadar kocaman yapraklar vermedi, küçük ve seyrek canlanmıştı. Küsmüştü. Küskünlüğünü yılda bir verdiği cılız yapraklarıyla  hep  hatırlattı. Kalbini bir daha hiç kazamadım, küskünlüğünü unutturamadım.
Çorum'daki yeni yerini beğenmemezlik etmedi. Salonda aynı koltuklar yanında az güneşli yerinde mutluydu. Çorum'un kışı İstanbul'un kışına benzemiyordu, salon çok büyük ısıtamıyorduk. Tasarruf olsun diye salonun kaloriferlerini kapattık. Isınması kolay daha küçük  bir odada oturmaya başladık. Çiçeğimi soğuk yerde,  uzakta kalmasın diye hiç güneş görmeyen bu küçük odaya pencere önüne koydum. Bir iki yaprağını döktü, anlamadım. Yaprakları döküldükçe alışır dedim, önemsemedim. Yaprakları azaldıkça korkmaya başladım, yine mi küsmüştü.
Benden uzakta değildi, soğukta değildi, alıştığı yer bunlardan daha mı önemliydi.
Dallarında hiç yaprak kalmadığını gördüğüm gün, küstüğüne inanabildim.
Eski yerine yerleştirdim. Hiç olmadığım kadar  çok yanında kalmaya başladım. Kendi hazırladığım gübreli topraklar ile besledim, daha özenli suladım. Umursamadı. Haftalardır bir kuru dal olarak bana bakıyor. Konuşuyorum saksına toprağına, kuru dalına doğru;  "Kış bitti diyorum, ilkbahar senin en sevdiğin en çok yaprak açtığın"... Duymuyor.  Yeni anladım, anlayınca, onu ilk gördüğüm andaki gibi sarsıldım, Artçı ölmüştü, ben öldürmüştüm.


 Artçı , sevgili çiçeğim, önce kocaman  turuncu yeşil yaprakların ile sonra yine benim düşüncesizliğimle azalan ve küçülen yaprakların ile yirmi yılı birlikte yaşadık. Sen hep iyi olandın, ben ise  dengesiz, kör, yalancı, kendini beğenmiş bir karanlıktım. Senin yokluğunda anladım ki hep aynı köşenden beri bana aydınlık oldun, farkına yeni varıyorum, aydınlığını arıyorum, seni hiç unutmayacağım. Birlikte dinlediğimiz bu şarkı sensiz çalıyor artık, şarkı , kuru dallı fotoğrafının altında hep çalsın diye buraya koyuyorum.

 







10 Nisan 2018 Salı

Çorum simidi

 Zaman bir simit halkası olsa ,   çocukluk yıllarımı  Ankara simidi göstermeli.
  İlkokulumun bahçesinde, küçük bir halkaydı Ankara simidi, teneffüs kadar küçüktü Ankara simidi, bir kaç lokmada biterdi. Bol susamlıydı, sınıf arkadaşlarım ile attığım kahkahalar kadar boldu susamı . Simidimin yanına ayran alamayacak kadar küçüktü cep harçlığım. Küçük siyah  önlüğümün eteklerine dolan susamlar...
İstanbul simidi ,   gençliğimin başlangıcı... Az susamlı, az susamlardan dolayı mıydı  az kahkahalarım. Halkalar büyük, büyük düşünceler  büyük okullar, büyük hayaller için mi...
( Sonra farkına vardım ki martılar için büyüktü İstanbul simidi)

Pazar günü ,Çorum sabahı ,  kahvaltıya taze ekmek almak için fırına gidiyorum, cebimde on lira var.

Çorum'daki sokağım sessiz, apartmanlar yüksek değil, insanı nokta gibi küçültüp değersizleştirmiyor, yürürken varlığımı etraf hissediyor. Arkadaki çıplak tepeleri, tepelerin ardındaki bozkırı görerek yokuş aşağı inerek, fırına gidiyorum.

Sokağın başında, yokuş yukarı ilerleyen  bir simit arabası belirdi. Sanki araba kendi kendine gidiyor gibi , kimin sürdüğü görünmüyor. Araba ile yan yan yana geldiğimde dokuz on yaşlarındaki erkek çocuğunu görebildim. Arabayı yokuş yukarı iteklemek için iki büklüm olmuş, simit diye de bağırmıyordu.
Kendisine pür dikkat kesilen beni görünce durdu, " simit isten mi" dedi.
İsterim, dedim.
Doğruldu, sırtındaki torbadan kalın bir sopa çıkardı ,  boyundan büyük arabası kaçmasın diye tekerleklerin arkasına sopayı yerleştirdi. Benzerini daha önce hiç bir yerde göremeyeceğim kadar orjınal bir simit arabasının önünde duruyorum,  kocaman tekerlekler üzerine oturtulan tablanın etrafı  tahta çıtalar ile sabitlenmiş, şeffaf naylon ile camekan görüntüsü verilmiş. Simitler taze olmalı ki buhardan naylonun içi görünmüyor.
Sırtındaki torbaya yine elini attı, bir  poşet çıkardı.  Poşetin ağzını açamadı , parmaklarına tükürdü öyle denedi, poşetin ağzı açıldı. Tükürdüğüne pişman olmuş gibi ellerini hızlı hızlı süveterine silerek yüzüme baktı,
" kaç tane isten?" dedi.
Ver bakayım bir  tane dedim, göremediğim simitler bir açığa çıksın istedim.
Sırtındaki torbadan bu sefer ince bir dal parçası çıkardı, ellerini değdirmemeye özen göstererek simidi dal parçasına taktı dışarı çıkardı. Dal parçasında asılan simidi poşetin içine atıp bana uzattı. Torbaya baktım, hakiki Çorum simidi. On tane olsun dedim, cebimdeki on lirayı çıkardım. Yüzüne gülümse geldi, elindeki dalı neşeyle buharlı naylonun içine soktu,
" yanık seven mi" dedi.
Severim dedim.
" İkisi yanık olsun mu?" dedi.
Olsun dedim. Dal parçasına simitleri dizip dizip poşetlere aktardı. Simitlerimi aldım, parayı verdim. Parayı süveterinin altındaki cebine soktu, ilk önce ince dalı sonra poşetleri , en son tekerlek altındaki kalın sopayı sırtındaki torbaya atıp, yokuş yukarı sessizce yoluna devam etti.

Fırına gitmeme gerek kalmamıştı, on simit ile geri  eve dönerken sokağımdaki Suriyeli komşularımın bir balkon dolusu çocuklarını gördüm. İki odalı evde kaç kişi yaşıyorlardı bilmiyordum ama balkonda sekiz çocuk saydım. Çocukları dilendiriyorlar mı diye sokağımdaki yerli komşularım tedirginlerdi.
Günaydın, simit ister misiniz diye balkona yaklaştım, hepsi kaçıştı, balkonun en uzak köşesine büzüştüler.
Dilenen çocuklar bir şey uzatılınca kaçışır mıydı?
Balkonda büzüşen en küçük çocuğun gözüne bakarak, bir simidi uzattım.

Yerlilikten, büyüklükten sıyrılıp  yokuş yukarı yavaş yavaş uzaklaşan simitçi çocuk gibi tedirgin, ürkek, yorgun bir " simit isten mi " dedim.

Gözlerine baktığım en küçüğü diğerlerinin yanından ayrıldı, bana doğru yaklaştı.
Diğerleri de geldi, hiç biri ellerini uzatmadı, sekiz simidi her birine  simitçi çocuğun bakışlarına bürünerek pay ettim.

İki tane yanık simitle evimin kapısını açtım, kahvaltı sofrasını hazırlarken, zamanın hangi halkasındayım diye düşündüm. Çorum simidi ne Ankara simidi kadar küçük ne de İstanbul simidi kadar büyüktü. Zaman benim için artık ne çocukluk ne de gençlikti. Simitçi çocuğun eski , derme çatma  kendine özgün el arabasına binmişim, zaman buharlaşmış, bir el ,yokuş yukarı  ağır gövdemi itekliyordu...

Çorum simidi hayatımın tam ortasıydı...