10 Ocak 2018 Çarşamba

Ne yapardın anne?

 Uyusun diye   odasının  ışıklarını kapatıyorum. Yatağından kalkmadan karanlıktan beri soruyor,  ev ödevlerinin cevaplarını fotoğraflayıp sınıf arkadaşlarından birine yollamak istemesi  yanlış mı doğru muymuş. Hemen, yanlış diyerek nedenini açıklamaya çalışırken neden böyle bir şey yapmak istediğini soruyorum. 
Anaokulundan beri yarıştırılmaya alışık , birinciliğin de sonunculuğunda tadını iyi biliyor. Her okulun iyi ve kötü öğrencileri var, dersi dinleyenler ödevlerini yapanlar başarılı söz dinlemeyen sorumsuzlar ise başarısız.
Sınıflar arası yarışlar yapılıyormuş, düşük puan alan öğrencilere diğer sınıf arkadaşları  ; " sınıfımızın başarısı senin yüzünden düşüyor" "senin yüzünden hepimiz mağdur " oluyoruz diye kızıyorlarmış. Öğretmenlerinden biri  sıfır hata yapanları sinemaya götüreceği vaadinde bulununca  yanlış şıkları işaretlemiş. Tembelde olsa yaramazda olsa o benim arkadaşım, sinemaya  gelemeyecekse ben de gitmek istemedim, o da sinemaya gidebilsin diye ... cevapları bu yüzden yollamak istiyorum,  Ne düşünüyorsun anne?
İstanbul'daki evimin balkonuna bir güvercin yuva yapmıştı. Şofben ile baca arasına sıkıştırdığı küçük  yuvasında her gün onu izlemiştim. Yavrularına yemek getirmek için her gün betonların arasına uçuyor kursağındaki lokma ile balkonuma geri dönüyordu. Bir gün yavruların bağrışları ile balkona koştum, anne güvercin balkon kenarında oturuyordu, yuvasına aç yavrularının yanına gitmiyordu. Balkon kenarına kursağındakileri çıkarmış, bekliyordu.
Annelik yoluma ışık tutan , önümü gösteren bu  güvercini sık sık hatırlıyorum,   yine geldi  bu karanlık odada kararlı kanat seslerini duyuyorum...
Ne düşünüyorsun anne?
....
Kardeşlerim olsaydı , onlarla beni yarıştırır mıydın anne? Yemeğini bitireni, yatağını düzelteni daha çok mu severdin? Dış kapıya fotoğrafını asıp gururum diye yazar mıydın? Birinci gelen kardeşimle mi sinemaya giderdin?
....
Kanat seslerini duyamaz oldum, güvercin kayboldu, karanlıklar içinde bıraktı beni...

Yaşantımın anlamı için değerlerime bağlı kalmaya çalışıyorum, doğruluk bunların ilki. Doğru olmak için çaba gösteriyorum, doğru bir şekilde sevebilmek, doğru bir şekilde işimi yapabilmek ...Bazen doğruluk yerine  olması gerekenlere yüzümü çeviriyorum. Bir çocuk nasıl doğru yetişir üzerine kafa yormadan  olması gerekene ( okula) yöneliyorum.

Bu sabah yine yetkili kişiye  bir dilekçe hazırladım, arkadaşların birbirlerini sevebilecekleri ortam oluşturmalarını ,her öğrencinin kendini  eşit hissettiği yarıştırılmadan kaygısız ders dinleyebilme özgürlüğünü talep ettim.

4 Ocak 2018 Perşembe

Fatma'ya ev yoğurdu tarifim









Köyde yaşama planları kuruyorum. Hafta sonları bir kaç günlük   köy tecrübelerime göre çok acemiyim. Toprağı tanımıyorum, ne şekil kazılır nasıl bellenir bilmiyorum. Kazma ile beli ayırt edemiyorum. Kazma kürek ile çalışmaya başlasam  avuç içlerim su topluyor. Sobayı tanımıyorum, odayı dumana boğmadan soba nasıl yakılır bilmiyorum. Odun nasıl kesilir, ağaç nasıl budanır, hangi mevsim ne ekilir bilmiyorum. Ağaçların meyveleri ile reçel, pekmez, marmelat yapamıyorum. Oklavayla hamur açamıyorum, yufka yapamıyor, erişte kesemiyorum. Bahçenin yabani  otlarını tanımıyorum, yenir mi yenmez mi , bir tek ısırganı biliyorum, ısırgana da yaklaşamıyorum. Bahçemizin su kenarındaki ağaçlarına yuva yapan rengarenk kuşların adlarını bilmiyorum, ağaç dallarında meyvelerde sebzelerdeki böcekleri tanımıyorum, yararlı mı zararlı mı bilmiyorum. Kışın tosbağalar nereye gidiyor,  yazın sürü ile gelip onca ot varken yeşil fasulyelerimi yemelerine anlam veremiyorum. Köyde yaşamın gereklilerinden biri de eti, sütü, yumurtası için hayvan besleme iken ben o konulara uzak kalmak istiyorum, gördüğüm ineği tavuğu koyunu sevmekten başka aklıma bir şey gelsin istemiyorum. Et, süt, yumurta için hayvanlara yapılan eziyetler iştahımı kaçırıyor.  Tam da bu satırları yazarken arkadaşım Fatma'dan  mesaj geldi  " yoğurdu nasıl yapıyorsun " diye soruyordu, iki yüzlülüğümü ortaya çıkararak büyük bir heyecan ve istekle yoğurt yapma yöntemimi yazmaya koyuldum.( Oysa bu yazının konusu  köy de yaşam olacaktı , yoğurt yapmaya çevirdim)
Çorum'da öğrendim yoğurt yapmayı, günlük süt ilk şart diye başlayayım ( sütçüler ellerinde güğümleri plastik bidonları ile  kapı kapı dolaşıyor iken denetimli diye bir firmanın günlük sütünü alıyorum) Sütü kısık ateşte  ocağa koysam da  çelik tencerelerde mutlaka dibini tutturuyorum, bu tencere kayınvalidemin çeyizindenmiş bana verdi, bunun da bibi tutuyor (  bu dip olayına fazla takılmayalım)  diğer safhaya geçelim. Süt kaynamaya başlamadan önce bir kepçe ile yukarıdan aşağıya doğru karıştıracaksın , sütü aldığım yerdeki amca böyle karıştır diye tembih etmişti, neden dedi bilmiyorum belki kaymağı bol olur diyedir ama çok zevkli bir karıştırma, kepçeyi daldır süte, havaya kaldır ve boşalt, köpük köpük  oluyor tencere.


Süt ne kadar çok kaynarsa kıvamlı yoğurt oluyor ama çok kaynayan sütün vitamini gidebilir diye ben bir taşım kaynatıyorum( bir taşım demek bir kaç dakika fokur fokur kaynaması anlamına geliyor) Altını kapatıyorum. Şimdi işin en zorlandığım tarafı geldi, mayalanma derecesini ayarlamak ...
Bir derece ile sorun çözülür ama ben çok üşengecim serçe parmağımı daldırıyorum sütün içine , parmağım sütün içinde beşe kadar sayabiliyorsam mayalanma vakti geldiğine kanaat getiriyorum. Her defasında sürpriz ile karşılaşma ihtimaline açığım, süt gereğinden fazla sıcak ya da ılık ise yoğurt sünüyor, tutmuyor. Mayası tutmamış yoğurtlarımın arkasından kendimi  suçlarım, kahrolur, ağlarım ama yine de bir derece almaya üşenirim. 
Neyse diğer aşamaya geçelim parmakta hissedilen sıcaklıkta karar kılmışken cam kaplara sütü boşaltırım, küçük bir  kapta ise süt ile sulandırdığım bir kaç kaşıklık yoğurdu tencereye dökerim, tahta bir kaşık ile şöyle bir karıştırırım. ( Maya da ikinci önemli şart, market raflarındaki yoğurtlardan maya olmaz, peki nerden bulacaksın hakiki mayayı, ben bulamadım, marketlerde küçük plastikler içinde dörtlü satılan o peribiyotik yoğurtlardan alarak ilk mayayı oluşturdum) Şimdi sıra şaşmaz kesin sonuç veren tecrübeme geldi, geçen sene kayınvalidem  Çorum'a ziyaretime gelene kadar mayaladığım yoğurdu sarıp sarmalayıp ılık bir köşe arıyordum , " yoğurt kabını ağzı açık bir şekilde fırının içine koy, fırının  kapağını kapat ertesi gün fırının kapağını aç ve al dedi ( ona da bir arkadaşı söylemiş) . (Fırının dereceleri ile oynamıyorsun , fırın çalışmayacak. ) Fırından çıkarttığım yoğurt  (ağzı açık olduğu için) üstü sulanmamış oluyor, yoğurtlarım öyle taş gibi kalıp gibi olmuyor, sulu oluyor tadı ise biraz  mayhoş ...bir de babamdan öğrendiğim bir püf noktayı da ilave edeyim, yoğurdu kabından aldıkça kalan yoğurdu kaşığın tersi ile düzlüyorum, yoğurt kabın her tarafına eşit dağılıyor böylece çukurlaşıp içine suyu birikmiyor. (Yoğurt kabını kaşıkla sıvazladıkça her defasında babam aklıma gelir , mutlu olurum.) 
Canım arkadaşım bu tarifim ile yaptığın yoğurtlarında beni nasıl anarsın bilemiyorum... 
Bu hafta sonu köydeydik, annem mısır ekmeği yaptı kuzineye attı, ben de yoğurt yaptım, yoğurdun içine mısır ekmeği doğrayarak yedik...

İstersen mısır ekmeğinin tarifini de verebilirim...







3 Ocak 2018 Çarşamba

Ev Köpeği



Sevgili Lulu bu fotoğrafını gördüğümde nasıl sevindiğimi  bilmeni istedim, kendimi sana yakın hissettim, çünkü bu bakışların aynısı  bende de  var. 
CIA de havalı bir işin varmış.

Bebekliğinden beri bu önemli iş için eğitilmişsin, tam işinin meyvesini yiyecek iken iş sana ağır gelmiş, daha fazla sürükleyemeyeceğim bakışları atmışsın.
Ne istediğini de tam bilmiyorsun ama patlayıcı koklayarak ömrünü geçirmek istemiyorsun gibi. Senin yerinde olmak isteyen işsiz ne çok köpek var iken bu yaptığına şımarıklık , tembellik diyenlere karşı sadece bu bakışların var. Hayata bu bakışlar ile bakanların işi çok zor demek istiyorum ama cesaretini kırmayacağım .  Aslında bütün köpekler sahipleri ne isterlerse onu yapmaya can atarlar, hele sonunda güzel mamalar varsa burunlarını her deliğe sokarlar. Sen neden yapamadın diye sorgulamıyorum, anlıyorum seni .  Şimdi ev köpeği olmuşsun, mutluymuşsun. Önceden uyarayım patlayıcı koklamak kadar ağır gelebilir, kirli çorabı temiz sepetine atarlar ,bütün gün giyilmiş çorabı koklayarak bulmaya alışmalısın , dibi tutmuş yemeğin kokusu , çekilmemiş sifonlu tuvalet kokusu, nevresimlerdeki ter kokusu, kirli bebek bezi kokusu, kusmuklu önlük kokusu, çamaşır suyu kokusu, güneş görmeyen odaların rutubet kokusu, başkalarının ağız kokusu da evde yaşamayı seçmişlerin her gün koklamak zorunda olduğu kokulardan bazılarıdır ... Bunca yıl okudun ne iş yapıyorsun diye soranlara cevap olarak senin bu bakışlarını veriyorum , işte bu yüzden CIA ye kapak atmışsın, garanti bir işin var iken neden bu bakışlar diye sormuyorum, anlıyorum seni. Makamda mevkide parada pulda gözün yok,  hiçbir işin köpeği olmak istemiyorsun, kendi halinde sakin huzurlu yaşayıp gitmek istiyorsun, değil mi? Sen başkalarına aldırma, miskin değilsin, hayata küsmüş değilsin, amaçsız hedefsiz değilsin sadece diğerleri gibi değilsin kendin gibi olmayı seçtiğin için, istemediğin şeyi koklamaya devam etmediğin için , ev köpeği olmayı tercih ettiğin için Çorum'dan beri bir ev kadını olarak tebrik etmek istedim seni sevgili Lulu...

Lulu'nun haberi

http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-41687298


2 Ocak 2018 Salı

Katip Bartleby

Katip  Bartleby adlı hikayeyi Herman Melville yazmış. New York'da , işlek Wall Street yazıhanelerinin birinde üçüncü yazıcı olarak işe başlayan çalışkan  Bartleby'in değişimi anlatılır hikayede. Yoğun iş ortamı içinde Bartleby durgunlaşır, yavaşlar ve hiç bir şey yapmamayı tercih eder. Bütün gün hiç bir şey yapmadan ofisin penceresinden dışarı bakmaya başlar. Ofisin tüm pencerelerinden  görülen tek şey kararmış pislenmiş tuğlalarla örülü bir duvardır.


Merdivenlerden gelen su sesini duyduğumda mutfaktaydım, elimde karnabahar vardı, akşam sofrasına  karnabaharı ne şekilde çıkarsam diye düşünüyordum. Nariye gelmiş olabilir  diye kapıya koştum. Yukarıdan aşağıya doğru boşalan su sesine doğru bağırdım; Nariye hanım!...Paçaları kolları sıvalı eşarbı tepesinde bağlı Nariye elindeki süpürgesi ile yukarıdan beri göründü.
Sevgili okuyucu arkadaşlarım detaylarım ile ayrıntılarım ile sizi boğmak istemiyorum, Nariye evimdeydi, üçlü koltuğumun bir ucuna oturmuş, hırkasını çıkarmadan, kıvırdığı şalvar paçasını indirmeden ,konuşuyordu;

Annem  uzaklara gittiğinde uykularımı da  peşinden götürmüştü, , her gece yatağımda oturur pencereden karanlık bahçemize bakardım, kümese giren kurtları sessizce izlerdim, ağzında tavuklarımızdan biri ile geldiği karanlığa doğru koşarlardı. Tavuklarımızın kanat sesini duyardım, kurdun ağzından kaçmak için kanat çırpmalarını, çırpına çırpına karanlıkta kaybolduklarını izlerdim. Annem en çok babama hizmet ederdi, annem öldüğünde en çok babam öksüz kalmıştı. Evin tüm öksüzlerine yeniden  anne olmaya çalışarak   geçti çocukluğum. Oğlum öldüğünde ise  geride tek öksüz olarak beni bırakmıştı. Öksüzlüğümü giderecek tekrar eskisi gibi yaşantıma devam edecek bir şey aramadım.  Her gece oğlumun odasındaki pencereden  karanlığa baktım, karanlıklar içinden aç kurtların çıkmasını  beni de alıp götürmelerini diledim. Oğlum kitaplarının bazılarını pencere kenarına dizmiş, yatağı pencere kenarında.   Kaybolmayı beklerken oğlumun pencere kenarına dizdiği bu kitaplarını okumaya  başladım. Pencere önündeki kitapları  karanlıkta okumaya çalışırken aylar yıllar geçti , okuduklarımdan hiç bir şey anlamıyordum.  Katip Bartleby'i okurken oğlumun yatağında uykuya daldım ve bir rüya gördüm. Güneşli bir günde pencerem açık, mutfakta haşhaşlı tatlı çöreklerimden yapıyorum. Penceremdeki tül havalanıyor kabındaki hamurum kabardıkça kabarıyordu. İçerideki odalardan gülen insan sesleri geliyordu, seslere doğru gidiyorum, oğlum ile annem gülerek bana bakıyorlardı, ne zamana olur diyorlardı, haşhaşlı çörekler, haşhaşlı çöreklerini çok özledik diyorlardı, gülerek. Hava sıcacıktı,mutluluğu hissediyordum yıllar sonra, kabındaki hamur gibi mutluluk yüreğimde kabarıyordu. Oğluma anneme sarılıyorum, öpüyorum. Çörekleri fırına atayım diyerek mutfağa koşuyorum,  güneşin gittiğini görüyorum, artık soğuk geliyordu pencereden. Pencereyi kapatırken dışarı bakıyorum, tepelerin ardından silahlarını kuşanmış kahverenk üniformalı askerlerin geldiğini görüyorum. Askerler yanaştıkça güneş kayboluyor, hava kararıyor. Askerler evime iyice yaklaştığında yüzlerini görüyorum hepsinin yüzü kurt yüzü. Oğlum ile annemin olduğu odaya koşuyorum, hepsine tekrar sarılıyorum. Kahverenk, beklediğim ayrılığın rengiydi, korkunun, acımasızlığın,  rengiydi, kapıma kadar gelmişti. Beni alıp götüreceklerdi. Tek bir beni götüreceklerdi, sevdiğim hiç bir şeyi yanıma alamazdım, saklayamazdım oğlumu hırkamın altına. Kahverengine doğru  evimden çıkarken çırpınmıyorum, ağlamıyor, isyan etmiyorum, tecrübeliyim ayrılığın acısına. Sessizce vakurca ağır ağır ilerlerken
yarım kaldı diye  katip bartleby'i alıyorum yanıma.  Hırkamın altına kitabı koyarken aklıma  bir şey geliyor, gülüyorum. Çocukluğumda, karanlık çöktüğünde kümesimize dadanan kurtları hatırlıyorum, aç kurtlardan biri yine tavuklarımızdan birini boğazlamış kaçıyor, kurdun ağzında bir  tavuk, tavuğun kanatları arasında bir kitap var, ne yapsın tavukcağız kitabının bitmesine az kalmış, bırakmak istemiyor. Tavuk kümesinde hep  okuyordu, sonunun ne olacağını biliyordu, aç midelerin birine gidecekti ama işte okuyarak anlam katmaya çalışıyordu acılarına. Anlamlı acılar daha çekilir oluyordu. Ne yapsın zavallı tavuk işte, ölüme giderken son son kitap okumayı kendine yakıştırmıştı.

Uyandığımda koynumda Katip Bartleby , yarım kalmış her şeyi tamamlamam için yeni bir sabah daha verilmiş gibi kalktım oğlumun yatağından, okudum bitirdim kitabı.  Nariye üçlü koltuğumun bir ucunda konuşuyor, ben  diğer ucunda onu dinliyordum. Bir ara elimde sıkı sıkı tuttuğum karnabaharı fark ettim, Nariye hep konuşsun, hiç susmasın , bir daha kayıplara karışmasın diye soluksuz dinliyordum onu. Ben de okuyup bitirmiştim Katip Bartleby'i, hayatı bencilce tıka basa doyarak yaşamaya alışmış bu bedenden çıkacak cümlelerime ihtiyacı yoktu kitabın, merdiven yıkayıcısı Nariye , bu kitabı en iyi anlayandı....