30 Ocak 2019 Çarşamba

Kes ( Kerkenez)


Çorum'dan Ankara'ya  giderken yol kenarında  elektrik direkleri üzerinde kerkenezleri gördükçe aklıma "Kes" filmi geldi. 
  Tek yükseltisi elektrik direkleri olan bu bozkır yolunda, gelip geçeni umursamayan kerkenezlerden uzaklaşırken filmin bıraktığı sızıyı hissettim.



İngiltere'de geçen film , adını   bir kerkenezden  alıyordu.
 14 yaşındaki Billy Casper, büyüklerin çürüttüğü  dünyasında  bir kerkenez ile kendini buluyordu. Kes adını verdiği yırtıcı kuş, her engeli aşabileceği bir umut olarak en yakın arkadaşı olmuştu. 
.




Kes filmi    aldığı bir çok ödül ile birlikte 14 yaşına kadar izlenilmesi gereken filmler  arasında yer alıyor.

Filmin yönetmeni Ken Loach ödül aldığı konuşmasında;" bir hikaye anlatacaksan güzel diye değil anlatılması gerektiği için anlatmalısın" diyordu. 

 Şu hayatımda, anlatılması gereken şeylerimin, ne kadar sığ ne kadar gereksiz ve boş şeyler olduğuna böyle filmleri izledikçe farkına varıyorum. 



16 Ocak 2019 Çarşamba

Ben, Daniel Blake



Ben, Daniel Blake filmi, şu soğuk kış günlerinde koltuğa uzanıp küçük mutluluklar aradığımız  o    içimizi ısıtan   filmlerden biri değil.

Sorumluluk sahibi, komşularını çevreyi seven , tüm faturalarını ödemiş, yükümlülüklerini seve seve yerine getiren ,İngiliz vatandaşı olarak yaşlanmış   marangoz Daniel iş yerinde kalp krizi geçirir. Beklenmedik bu hastalık doktorunun verdiği rapora göre bir süre  işini yapmasına engel olacaktır.
Daniel'in başka hiç bir geliri olmadığı için  işsizlik ödeneği alabilmek için sosyal devlet ile verdiği mücadeleyi izliyoruz.

Devletten hak ettiğini alabilme yolunda örümcek ağı gibi bir sistemin içine düşmüştür Daniel. Ağın içinde ilerlemek  Daniel gibi bilgisayar internet nedir hiç bilmeyen birisi için mümkün değildir. Sistem , özelleşmiş bünyesi ile insani değerlere saygısız bir şekilde   yapışkanlı ağlarını uzattıkça uzatmış,  mağdurların kendilerine ulaşmak için çırpınmasını  çırpındıkça kendi kendilerini yok etmesi umudunda...

Onurlu bir insan için sistemin masalarına  sistemin  saygısız cahil empatisiz kaba elemanları ile defalarca oturmaya mahkum olmak işkencelerin en kötüsüdür.
Daniel'in en korktuğu şey, parasızlık yüzünden  kendine olan öz saygısını kaybetmemek iken, kendi gibi işsiz iki çocuğu ile bekar bir anne ile tanışır...


 80 yaşındaki filmin yönetmeni Ken Loach bu filmi ile 2016 Altın Palmiye ödülünü almış, ödül konuşmasında, umutsuzluk döneminden geçtiğimizi, bu umutsuzluktan yararlanmaya çalışanlar olduğu gibi onun gibi yaşlıların umut mesajı göndermesi gerekliliğini belirtmiş ve " başka bir dünya mümkün" diyerek filmi armağan etmiş. ( Ken Loach tüm filmlerini herkes bedava izleyebilsin diye yotube koymuş)

Ben filmden çok etkilendim, filmi izlediyseniz yorumlarınızı merak ediyorum...
 





10 Ocak 2019 Perşembe

Hey Garson!




 Bu karda kışta dondurucu soğuklarda Murat Sevinç'in  "Hey Garson! adlı kitabı  cumartesi sabahı  Çorum'a geldi. Tüm aile kahvaltı sofrasında iken yeni gelmiş kitaba da bir sandalye çektik, kitap konuştu biz dinledik.  Güldük, hüzünlendik, şaşırdık, düşündük. 
Oğlum kitabı sonuna kadar dinledikten sonra" ben de garsonluk anılarımı yazacağım" diyerek odasına kapandı. 
Kitabın yazarı, çok sevdiği üniversitesine asistan olabilme hayali kuruyordu, hayaline kavuşabilmek için   hiç bilmediği bir ülkeye  gitmesi gerekiyordu. Dil öğrenip, ülkesine dönüp mesleğini ele alabilmesi için verdiği çabanın içinde garsonluk yapmak da  vardı.   
Oğlum da garsonluk yapmıştı geçen yaz tatilinde, hayalindeki ," markalı cep telefonunu" elde edebilmek için.
Oğlunun hayallerini önemseyen bir anne olduğumu sanıyordum. Kendine ait hayalleri için müzelere, tiyatrolara götürdüm, müzik aletleri aldım, baş ucunda okuyacağım kitaplar aldım, beyaz tuvaller aldım, renkli boyalar  ,   kendi gözünün gördükleri  için fotoğraf makinası aldım,  küçük bir radyo aldım, kulaklık aldım, mikroskop aldım, odasının duvarına  dünya haritası aldım küçük gemiler yaptık, içine hayallerini yazdı,  köyümüzden geçen Kızılırmak'a saldık. Hayallerinin arkasında  annen var,  hep sana destek olacak diyerekten yüreklendirmelerime , " tek hayalim cep telefonu" dediğinde ne halin varsa gör dedim, bir kuruş vermem  dedim... Küçük gördüm hayalini. Onun yaşındaki kendimin hayalleri ile kıyasladım. Onun yaşındayken hayal dünyasında yaşıyormuşum, hiç kimsenin umurunda değildi hayal kurmam, sobanın başına geçip uzun uzun yanan ateşe neden  baktığımı, yorganın altına el feneri ile girdiğimi, pencereye konan kuşların bana bir şey söylemek istedikleri için geldiklerini, bahçedeki kayısı ağaçlarının gece olunca  canlandığını,  uzak diye gitmeme izin verilmeyen arka mahallede duvarları şekerden bahçe çitleri çikolatalardan evler olduğunu, mavi pelerinli prensin kül kedisini değil  beni aradığını hiç kimse bilmezdi. Ne çocukça ne saçma geliyor şimdi, her şeye inanan bir çocuklukmuş, şimdiki çocuklar başka ama sadece bir cep telefonu hayali çok acı geliyordu bana. 
Hayalim, Kızılırmak'tan Karadeniz'e ulaştı ama sizden hayır yok diyen oğlum geçen yaz on iki yaşında iken bir dönerci lokantasında garsonluk yapmaya gitti.
Tüm yaz garsonluk yapması, hayalini gerçek yapmaya yetmedi, onca çalışmanın cep telefonu alacak kadar para kazandırmadığını, sildiği masayı beğenmeyenleri, kırdığı bardakların acısını, hor bakan gözleri,   gördü.  Masaya oturanlar ile ayakta bekleyenlerin arasındaki mesafeyi ölçtü. Bazıları için bu mesafe çok büyük iken hayal kurabilenler için çok daha yakın olduğunu anladı.  
Çocukları kendilerine bırakmanın ne kadar önemli olduğunu hor gördüğüm cep telefonu hayali ile başladığı  garsonluk tecrübelerinden anladım. 
Bir çocuğun garsonluk anılarını  canlandırıp  yazma ilhamı verdiği için teşekkür ederim "Hey Garson".
  

(   kitap - kedi fotoğrafı için   , istediğim güzel köşelere  gelmedi, kalorifer üzerinden  indiremedim, neden rahatımı bozuyorsun bakışı ile )

6 Ocak 2019 Pazar

Daha güzel bir hayat


İzlediğimde köyümü köyümde kalanları, dedemi hatırladığım bir belgesel, Daha güzel bir Hayat.
https://www.youtube.com/watch?v=78pUYInilGQ
Kocaman evinde tek başına yaşayan Rasim Amca'nın zurna çalması, çocuklarına otobüs altında kabak yollayanlar, tek başına sofraya oturanlar, köyün her türlü sıkıntısına rağmen  şehrin eziyetine katılmayanların hayatı...

Jale'nin battaniyesi


 Yüzünü hiç görmediğim Jale , yazılarımdan beri beni çok sevdiğini söyleyerek  o günün  akşamında kocaman bir kutu yollamış, kutunun içinden günlerce yememize rağmen bitmeyen çikolatalar, kitaplar, kocaman bir battaniye çıkmıştı. Hastalığım boyunca bu battaniyeye sarıldım. Hep seni düşünerek ördüm diyerek yollamıştı. Battaniyeyi oluşturan motifleri saydım, 64 taneydi, bir motif bir günde tamamlansa 64 gün beni anmış, benimleydi. Jale ve bir dolu blog arkadaşım hepsi çok mutlu kılıyordu beni (yolladıkları hediyeleri yazılarıma taşımamakla hata mı yapıyordum bilemiyorum ama  bloğuma koyarsam beklenti içinde olma ihtimali belirir ve bu durum beni çok üzer, utandırırdı, hiç birine layığı gibi karşılık gönderemiyordum.)  Bu yazımın konusu neden hep mutsuzsun neden mutsuzluğu kendine çekiyorsun diye yanlış zanna kapılanlara cevap vermek için  Jale'nin hediyesini açık etmem zaruri oldu. Yalnızlığa övgüler düzsem de her gün konuştuğum dostlarım vardı. Çok utanarak yazıyorum ki  tüm güzellikler beni buluyordu.
Beni çok seven, harika çevremde huzurlu, mutlu, umut dolu olmam nedeniyle haksızlığa hüzne kötü anılara gerçek hayatımda aslında uzağım. ( bu dünyada neye ne kadar uzak olduğuna emin olan insan aptal olmalı, buz üstünde yürümek gibi kaderimiz). 
 Neden hep hüzün kahır haksızlık yazıları yazıyorum, oysa mutluluk yazıları yazmaya bu kadar yakın iken. Neden yılbaşı gününde sınıfında hediye alamamış tek çocuğu , arka sıralara oturtulmuşları, sinemaya götürülmeyen zayıf notluları, sevginin, arkadaşlığın , birincilik kadar değer görülmediği sınıfları neden yazıyorum, bilmiyorum, şimdi yazarak belki nedenini bulabilirim...
Uzakta bozkırları gören pencereme oturup dışarı bakıyorum, mutlu olmayı hak eden gerçek insanların dışarıda olduğunu düşünerek, sokağımdan geçenlere bakıyorum. Servis içindeki insanları, tüm gün istemedikleri işlerde çalışmaya mecbur olanları, okul duvarları arasına sıkıştırılıp yarıştırılan çocukları, bağırmak zorunda kalan öğretmenleri, burun kıvrılan bir üniversitenin iş arayan gencini, dört çocuklu karşı komşumun mülteciliğini , her sabah ve akşam farklı farklı çocukların çöpleri karıştırdığını, karda kışta üşüyen aç köpekleri, annesi ölen yavru kedilerimi, eşini kaybeden komşumun yalnızlığını, arkasından itilmedikçe çalışmayan turuncu renonun hurdacıya gideceği günü,  sapsarı gagalarından içli içli öten kara tavukların kırlangıçların artık neden gelmediğini, şehre özgün mimarilerde  iki  katlı, tek katlı  evlerin yıkıldığını,bahçelerindeki meyve ağaçlarının kesilip hep aynı tip apartmanlar dikildiğini görmem ve yazmam "hep beni mi buluyor" ya da " benim karamsarlığımın tezahürü mü?"
Mutlu mesut penceremde otururken   yaşlı bir kadının şalvarının beline sardığı bıçağı çıkarıp çöpe atılan çekyatı parçalayıp yakacak olarak evine sürüklemesi  beni rahatsız etmemeli mi ?
Penceremden dışarı baktığımda  gördüğüm her şey  kendim oluveriyor. Bunları yazmazsam  jeepli annenin duyarsızlığına kapılmış olurum diye düşünüyorum.  
Birazdan klavye başından kalkıp akşam yemeği hazırlayacağım, aklımda bulgur pilavı var, yanına ne yapacağıma karar vermedim. Bulguru bir tepsiye döküp  içindeki taşları ayıklayacağım.  Bir kaç taş bulup bulgurdan ayırıp atacağım. Mutluluk,  bulgur içindeki bir kaç taş tanesi gibi , çok olan hüznün acının içine karışmış.. Hayatta gerçek olan apaçık görünen ve çok olan  şey acıdır, hüzündür diyerek yemeğimi hazırlayacağım . Hepimiz acılarımızdan hüzünlerimizden yemekler yapıyor, karnımızı doyuyoruz. Gerçek her gün penceremde görünüyor iken benim şahsi mutluluğumdan kime ne, benim mutluluğum  biçare ,anlamsız,  gafil kalmaz mı... Aslında herkesin penceresinden "gerçek geçiyor" ama görmeye, görse de yazmaya konuşmaya gerek görmüyor. Böylesi mi  doğru bilemiyorum.  Herkesin penceresinden görüneni yazmaya çalışmak "kötülüğü çağırmak mı" oluyor? 
Mutlu mesut renkli kahkahalı özgüvenli, kendini seven, kendini güzel bulan, tuttuğunu koparan, gezdiğini yediğini giydiğini yazan,okuyana ilham veren   mutluluk  başarı hikayeleri ile dolu yazdıkları ile kitap bile çıkaran bloglardan biri "on yıldır "olamadım, olamayacağım. Dünya zaten kötü içimizi karatmayan şeyler görelim okuyalım diye sayfama uğrayan zaten yok ama rast gelirse iç karartıcı yazılarıma "hep acılar seni mi buluyor, seni mi çekiyor" diye  yorumlar yazmanız çok gereksiz , gerekçesiz. Beni bulmuyor acılar, penceremin önünden her gün geçiyorlar, yazmadıkça yok olacaklarını bilsem, her gün mutluluğumu ifşa etmekten utanmazdım. Haksızlığı, düşüncesizliği, bencilliği, acımasızlığı, yıkılanı, gelmeyeni, yokluğu , mutlu anlardan daha çok yazmaya değer görmem benim hiç okunmayan okunmak istemeyen bir blog yapsa da başka türlüsüne aklım ermiyor. Kötü olanı gördükçe iyi olmaya bileniyorum. İyi olsaydım kötülükleri görmezdi gözüm, yazarak iyileşmeye çalışıyorumdur belki de. 
Hep mutlu olmuş hep sevilmiş ama hep kötüyü yazan biri olarak belki de arayış içindeyimdir. Şimdilik bildiğim şeylerden biri "mutluluk" bir hayatın gerçeği olamayak kadar azdır, yalandır. İnstegramlarda, facebooklarda görünen şeyler benim penceremde görünmüyor, neden görünmüyor diye  yorum yapmayın, bırakın kendi penceremden gördüklerimi yazarak anlamaya çalışayım, gördüklerimin hakkını vermeye çalışayım. 
Yazdığım konularda "hüzün" arama zorlayışı mı hissediliyor, bu benim  kötü yazdığım anlamına gelir, penceremdeki gerçeğe saygısızlık olur ki, bir gün hakkıyla yazabilme umudunu hiç kaybetmiyorum. Bu tür yorumlarda hep kötü yazdığımı düşünüyorum, gördüğüm gerçeğe saygısızlık yaptığımı düşünüyorum...Yazılarım,Jale'nin gönderdiği battaniye gibi olabilsin  diye uğraşıyorum. 
  

(Hiç görmediğim yazılarıma hiç yorum yazmayan hakkında hiç bir şey bilmediğim, kendini hiç anlatmayan  Jale, aylarca bana diye ördüğün battaniyeye baktıkça , hiç kimselere açmadığın anlatmadığın cümlelerini  görmeye  , ilmek ilmek iç döküşlerini okumaya çalışıyorum, gönderdiğin şeye sarınıp ısınıyorum. Gönderdiğin   örgü kitaplarına bakıyorum, senin gibi olabilmeyi umut ederek öğrenmeye çalışıyorum, elimden gönlümden çıkan şeylerin senin yolladıkların gibi olsun, bloğuma gelen görsün  düşünsün, anlamaya çalışsın, sonra umudu hissetsin, ısınsın , teşekkür ederim Jale.) 

( Aslında yeni yılın ilk yazısı olarak boynundan yaralanmış, vücudu parça parça ısırıklar ile dolu, Nüket'in bulduğu yavru bir kediye sahip arama yazısı olacaktı, tüm kötülükleri kendine çekiyorsunculara   o kadar içerlemişim ki, nefsim, yaralı bir kedinin önüne geçiverdi)