31 Temmuz 2019 Çarşamba

Anne değilsin anlayamazsın!

  Okullarda , etüt merkezlerinde , lgs sınavı için sabahtan akşama test çözen  çocukları gördükçe, yer altına inen maden  işçileri aklıma geliyor demişti bir arkadaşım. Gün yüzü görmeden çocuklukları geçiyor, üzülüyorum demişti.  Anne değildi bunları söyleyen arkadaşım, çocuklar üzerine düşüncelerini söylerken çekingendi. Anneler hemen atılayıverirdi üzerine, "sen anne değilsin, anlayamazsın" diyerekten.
Okulumuzun  anneleri  ,  sabah dokuz akşam beş buçağa kadar okulda kalan , on  dakikalık tenefüslere bile çıkmadan test çözen çocuklarına akşam etüdü konulması için ve  eve daha çok test ödevi verilsin diye müdürlüğe istekte bulunmuşlardı.  Anneydiler çünkü, çocuklarının iyiliğini isteyen annelerdi.
Geçmiş senelerde,
ilkokul öğretmenimizin anne olmaması veliler arasında huzursuzluk, tedirginlik yaratmıştı. Öğretmenimiz veliler ile ters düşerse hep öğretmen suçluydu , anne olmadığı için.   Sınıf anneleri kendi aralarında yarışıyorlar, ünlü markaların hediye çeklerini öğretmenler gününde hediye etmek için, organize oluyorlar, bir bizim öğretmen almıyor, hediye çekini, bana öğrencilerimin sarılıp öpmesi yeter diye. Okulun diğer  öğretmenleri hediye çeklerini almışlar çünkü onlar anne, bizimki anne değil diyorlar.
 Bir kadın programında
 Türkiye'nin en iyi üniversitesini birincilikle bitirmiş dünyanın en iyi üniversitelerinde  çocuk gelişimi üzerine  doktoralar yapmış  bilim insanı bilimsel araştırmalarını anlatmaya çalışıyorken sunucu kadın ( Derya Baykal) ağız büküyor ve ,anne olmadığınız için anlayamazsınız diyor. Kendi anneliğini örnek göstererek alçak gönüllü bilim insanına ayar veriyor.

Çocuk doğurmamış arkadaşım, her anneye nasip olmayan bir şeye ; çocukları insan gibi görebilme becerisine sahip.

 Anne olunca bize ne oluyor ki ,çocuğumuzu " insan "olarak göremiyoruz?  Üzerine titreyip, tüm maharetimizle  yumruk yumruk şekillendirdiğimiz eserimiz üzerine ömür boyu gölge olmaya neden bu kadar mecburuz?
Annelik uykusuzluğumuzu, sütümüzü, tedirginliğimizi, gözyaşımızı, iş bırakmışlığımızı , çatlaklarımızı, pörsümüşlüğümüzü, zamansızlığımızı neden kutsuyoruz, kutsanmasını istiyoruz?
Anne olunca kanatlarımızın çıktığını, yüreğimizin yerinden çıkarılıp nurlu başka bir yürek takıldığını, gözlerimize sadece çocuklarımıza odaklı perde indiğini, tüm koruyucu meleklerin bizi gözetlediğini , dünyanın bizim için döndüğünü neden herkese göstermek istiyoruz?
En çok da çocuklarımız için  tehlike olmuyor mu, bu kutsanmış annelik?
Bu yazımı çocuk  doğurmamış arkadaşım için yazıyorum, çocuğumu insan olarak göremediğim çoğu zamanlarımda gözümü açtığı için.




9 Temmuz 2019 Salı

Neden bu kadar çok test çözdüm?



Lgs (liseye geçiş sınavı) tercihleri için geçen seneki puanlara bakıyoruz, neredeyse her nitelikli liseyi tutacak puan almış iken hiç sevinmiyor, kayıtsız boş bakıyor.  Fen lisesinde okumak istemiyor, doktor mühendis olmak istememesinde fen derslerini hiç sevemediği gerçeği var. Yarışmak istemiyor, sınavlara hazırlanmak istemiyor, test kitabı görmek istemiyor. İşaretlemediği test kitaplarını üst üste koydu , baktı. Bizim gibi test kitaplarına çok  para vermesin diye bir çocuğa yolluyoruz. O çocuk için  üzülüyorum, dedi, kitapları kocaman bir poşete sığdırmaya çalıştık. Gideceğim lise üniversite için yarıştıracak, biliyorum, dedi. Bıktım dedi.
Neden bu kadar çok test çözdüm diyerek gözlerime baktı.
Bir anne olarak en büyük sorumlu benim. O benim çocuğum.
İlk önce devlet okulu aradım , tek maaşlı evi kira olan bir aile, çocuğunu özel okula yazdıramazdı.
 Yakınımızdaki devlet okullarında beden salonu yok, doğru dürüst bahçesi bile olmayanı gördüm, yokluğu biliyorum, baş edilmesi mümkün olmayan şeyler değildi. Yokluğu yok edecek öğretmenlerin var olduğunu biliyorum. Aradıkça hepsinin ulaşılmayacak kadar uzakta olduğunu anladım. Aradığım ilk önce sadece bir bakıştı.
Hep kravatına bakıyordu biri, neredeyse hiç yüzümüze bakmadı, kravatını düzeltiyordu habire, elleri hep kravatında kayıyordu. Bakışlarına hiç denk gelemedim diye yazdıramadım oğlumu o devlet okuluna.   Başka bir okulda kadın vardı,bakışları çok tanıdıktı, postanede bankada   bariyerin ya da  camın öteki tarafında kendine uzanan binlerce mektuba , faturaya  bakar gibi, bakıyordu. Bakışlarını hiç değiştirmeden aynı kayıtsızlıkla dakikalarca bakabildiği için, yazdıramadım o devlet  okuluna da.    Bu bakışları annesi kendi öğrenim hayatı boyunca yıllarca deneyimledi diye. Özel okul çalışanlarının çoğunun  bakışları ise çok satılanı arayan, bulduğunda camına ön rafına koyacak esnaf bakışları iken yine de yazdırdım özel okula , yıllarca baktığım o  kayıtsız boş bakışlardan kurtarmak için. Çok övülen öğretmeni, fabrikada makinalardan sorumlu usta gibi bakıyordu, her makinayı çok iyi tanıyordu, bir bakışta ne sorunu var şıp diye anlarım bakışı. Makinelerin ritimli  işleyişine odaklı...
Okullarda devlet , özel hepsinde test odaklı ders yapılıyor, sınavlarda çıkan soruların çokluğuna göre konu üzerinde çok duruluyor ya da hiç durulmuyor, ödevler test kitaplarından veriliyor, yardımcı kaynaklar test kitapları.Altıncı sınıftan itibaren resim müzik beden derslerinde test çözdürülmeye başlanıyor, her hafta deneme sınavlarI yapılıyor. Her hafta başarı durumu duvarlara asılıyor. Sınıfta kaçıncı, okulda, ilçede, ilde, ülke genelinde kaçıncısın görebiliyorsun. Yanlış yapılan sorular pekişsin diye ceza test ödevleri oluyor, her yanlış soru için yirmi otuz kırk test sorusu. Birinci gelenler hep ödülleniyor, sinema, yemek, bahçede oynamaya izin ile, sonuncular hep ceza testlere boğuluyor. Hayatın her şeyinden kopuk bir eğitim öğretim sistemi. Arkadaşlıktan,  değerlerden, sevgi ve saygıdan, meraktan , ilgiden, umuttan çok uzak bir yerde okul, kendine özgü.
Sağlıklı bir öğrenim verilmediği gibi,
arkadaşlığı yok eden , tek başına başarı olmaya odaklı bir sistem. Sınıfının sevgisiz saygısız hadsiz azgın tek çocuğu yüzme şampiyonu diye her aldığı derecede onu bütün okula alkışlatan müdür , her suçunu görmezden gelen öğretmenler ona ve diğer öğrencilere ne kadar zarar verdiklerini hiç umursamıyorlar. İyi okullardan mezun olmuş kişilerin intihal, hak yeme,  haksız kazanç ile anıldığını duyduğumda aklıma aileleri ile öğretmenleri de müdürleri de geliyor. Başarıya odaklı sürecin içinde  mubah görülen şeylerin  ne kadar çok olduğuna okulda şahit olarak yetişiyor çocuklar.
Başarılı okullara gitmek istemiyorum dediğinde henüz 10 yaşındaydı,
 ders yılının başında bir arkadaşlarının okuldan kaydını aldırdığını öğrenmiş, nedenini fen öğretmenine sormuş; boş ver, gittiği iyi oldu başarımızı düşürüyordu dediğini benden uzun müddet saklamıştı. Okulun harika bir fen laboratuvarı var iken, fen dersinin hiç bir konusunu derste anlayamadığının farkındaydım, hep evde birlikte çalışıyoruz. Bir elimde fener bir elimde lastik top gece ve gündüz nasıl oluşuru çalışırken, çok gülmüştük  , birden duruldu, fen öğretmenim bana baktıkça keşke gitse diye  aklından geçiriyor,  hissediyorum demişti. Hayır öyle değildir diye güven verememiş, fen konularına daha çok çalışmaya başlamıştım.
Söz verdim, artık yarıştıran, başarılı okullara gitmeyecekti, hatta isterse hiç okula gitmeyecekti. Ondan gizli, tercihin son günlerinde iken
bu senenin taban puanlarına göre tercih robotuna aldığı puanı sorgulatıyorum, Çorum'da ve İstanbul'da ( babaannesinin yanında) puanlar çok yükselmiş, geçen seneye göre yaptığı netlerle çok iyi liselere girebilecekken bu sene yanına bile yaklaşamadığını görüyorum. 1 milyon öğrencinin girdiği sınavda ilk on bine ( yüzde beş dilimin içine)  girenler için teknik lise ya da imam hatip dışında nitelikli düz anadolu lisesine bile girme şansı neredeyse yok. Çorum'da yüzde beşlik dilimin içine 329 öğrenci girmiş,  Çorum merkezde 90 kişilik  bir tane fen lisesi var iken onların puanına uygun başka bir Anadolu lisesi yok. Tercih robotu, İstanbul'da puanımıza uygun aralıklarda Anadolu yakasında üç tane  nitelikli Anadolu lisesi  tercih sunarken ,  aynı aralıkta 37 tane Anadolu imam hatip lisesini  tercih edebilirsin diyor.
Çorumdaki özel okullar arayıp şu kadar burs vereceğiz diye teklifler verince bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Tercih robotundan hiç bir okulu tercih etmiyoruz, şıkkını arıyorum. Derslerini testlerden bağımsız anlatan , yarıştırmayan, ayrıştırmayan okul olmadığına kanat etmişken çekilmesi gereken bir işkenceye dönüşmüş iken, hiç bir okulu tercih etmiyorum butonu var mı diye araştırıyorum.
Ben bir ev hanımı kafasıyla düşünerek söylüyorum ki, çocukları sınav odaklı çalıştırmak, akılcı, inandırıcı , verimli, sağlıklı değil. Sınav mecburi değil iken neden tüm çocuklar yine de sınava giriyor?Bir milyon öğrenci sınava girmiş iken sadece bir kaç bin öğrenci başarısı için mi  okullardaki test usulu sistem. Sınava girmek istemiyoruz dediğimizde sorumsuz veli, tembel öğrenci kimliğine neden girmek zorunda kaldık? Sınava hazırlıyoruz diye resim müzik beden derslerinden mahrum etmeyin, ders konularını sınavdan uzak tutup stressiz anlatın dedikçe ,  okul çıkışı akşam etütlerine hafta sonu etütlerine  göndermedikçe neden bizi haksız buldunuz? Zaten nitelikli okullar bir bir kapanıyor iken. Bu sistem ne kadar sağlıklı, neden düşünülmüyor... Neden bu kadar çok test çözdüm, diye soran çocuklara cevabımız nedir?

.

4 Temmuz 2019 Perşembe

Ayna- Zerkalo


 Bir kaç günlüğüne Çorum'dan , İstanbul'a gelmiş, yapılması gereken  işlerin ortasına düşmüş iken Başka Sinema'da Tarkovsky filmlerinin gösterime girdiğinin haberini aldığım an , nasıl sevindiğimi nasıl anlatabilirim. Eşim tek başıma filme gitmeme razı olamıyor, işlerin stresinden olsa gerek midem ağrıyor, bazen   ağrı kusturacak kadar şiddetleniveriyor diye. İstanbul'a gelir gelmez bir senedir göremediği annesinden çok sıkıcı bir film için ayrılmak istemediğinin farkındayım. Ben, tek gideyim diye ısrar ediyorum.  Annemle ben giderim, dedi, oğlum. Babası ve annesinin iyiliğini hep gözeten olması , kendini fedaya hep hazır olması yine canımı sıkıyor. Sıkılırsın, gelme dediysem de ikna olmadı, birlikte Kadıköy'e indik. Filmin başlamasına bir saat var, bilet bulunur mu, yer kalmadıysa diye telaşlı  koştururken, o da arkamdan heyecanlanarak koşuyor. Bileti alıp  büyük bir salona girdiğimizde bizden başka üç kişinin daha  olduğunu görünce
çok şaşırdı.Hani dünyanın en iyi filmiydi, hiç kimse gelmemiş dedi.
Ayna filmini , oturma odamızdaki Tarkovsky posterinden, okula alışma haftasında onu bahçede beklediğim tüm günlerde elimde olan Tarkovsky kitabından ,  her gün mutfakta yemek yaparken dinlediğim film müziğinden tanıyordu. Neden Ayna filmini sevdiğimi o zamanlar hiç sorgulamamıştı, şimdi bir elin parmağı kadar insanlı bu salonu görünce dünyanın en iyi filmi olduğuna şüphe etti.
Neden seviyorsun bu filmi, neden koşa koşa geldik, ne anlatıyor, neden hiç kimse gelmemiş diye büyük bir hüsranla sorularını üzerime taş gibi fırlatırken film başladı. Defalarca bilgisayarın küçük monitöründen izlediğim kareler şimdi canlanmaya başladı, sesler , görüntüler, işaretler, duygular...Şiir  okunuyor filmde: "kelimeler bir insanın hissettiği her şeyi ifade edemez. Kelimeler güçsüzdür."
Yanı başımda onunla bu filmi izleyeceğim hiç aklıma gelmezdi.
Uzun sıkıcı, konusuz, şiirler okunan bir filmi sırf annesinin hatırına  annesi gibi göz kırpmadan soluksuz izliyor.
Başını bir an perdeden çevirmeden, oflamadan, yerinden oynamadan,ayaklarını kıpırdatmadan Ayna filmini izlediğine şahit olurken,  umutlandım. Neden bu filmi sevdiğimi anlayacağına dair umutlandım.
Filmden çıkarken  Kadıköylülere kızdı, Çorum'a gelseydi belki daha çok izleyen olurdu dedi. İki simit aldık, poşet istemesek de satıcı poşete soktu simitlerimizi. Sahile metroya doğru inerken midem ağrıdı, belki kusarım diye simit poşetine yapıştım. Derin nefes al anne dedi, burnundan burnundan...Derin nefes aldım, Kadıköy,  nem, rutubet, susam, kalabalık sokaklar, kimsesiz Ayna, sevgili Tarkovsky...
El ele tutuştuk, yokuş aşağı koştuk, metroya binmeden önce sahilde  ayaklarımızı denize sallandırarak simitlerimizi yedik.



3 Temmuz 2019 Çarşamba

Annemin balkonu




Annemin balkonu. Bitkiler balkonu istila etmiş, televizyonu esir almışlar. Bir daha ki gelişimde balkon bitkileri bu faydasız aleti  yok edecek, kesin.
Her yere özgürce uzanan  bu çiçekler balkonda oturmama  ne diyorlar diye kulak kabartıyorum.
Kendimi bu balkonda , şehirde , dünyada aynı duvarda asılı televizyon gibi hissediyorum. Faydasız. Çiçekler beni de sarsın istiyorum. Tüm vücudumu kaplasın yeşil yapraklar. Bitki olayım, ben de. 

Kauçuğu, mum çiçeği, kaktüsü, sarmaşığı, hepsi beni duyuyor. Bir bitki olsaydım diye şimdi onların yanında kurduğum bu hayalden haberleri var.  Tavana kadar uzamış, kollarını her köşeye uzatmış, yayıla yayıla büyüyen kocaman çiçeklere pek yakın hissedemiyorum.
 Kıpkırmızı çiçek açmış kaktüsün saksısında çıkan yabani otu görüyorum. Kaktüsün  saksısına köyden getirdiğim  toprağı koyduğum için bu yabani ot çıkmış olmalı. Yabani ota karşı yakınlık hissediyorum. Bir bitki olsaydım bu yabani ot  olurdum. Başkalarının saksısında başkalarının suyuna ortak, göründüğünde koparılacak kadar yaşamaya razı.

2 Temmuz 2019 Salı

Çorum'dan İngiltere'ye




Şimdi Çorum'da buz gibi serin bir sabahta  üzerimde hırka ayağımda patik geçen hafta kesinleşen haber üzerine düşünüyorum. Bir hafta önce vize işlemleri için İstanbul'da iken nasılda bunalmıştım, sıcak nem kalabalık uğultu içinde boğuşurken bir an önce Çorum'a dönüp serin  evimde oturma hayali kuruyordum. Bölümümüzün  dünyadaki tek araştırma enstitüsü olan İngiltere' deki üniversite  eşimin çalışması için davet yolladı, bir senelik çalışma programı hazırladık, burs isteğimiz kabul edildi bir seneliğine İngiltere'ye gidiyoruz.
 Haberi ilk duyduğumuzda, eşim hemen,"nasıl uçağa bineceğim" dediği için, yazıma ilkin eşime yükseklik korkusunu hediye eden ilk işverenini hatırlayarak başlamak istiyorum.
Biran önce evlenmemize ancak işe girersek izin verecekler diye ülkenin en büyük bisküvi çikolata fabrikasının muhasebe bölümünde işe başlaması kolay olmamıştı eşimin. Alınan maaş ev kirası çıktıktan sonra ölmeyecek kadardı. Olsun her iş başında zorluklar olurdu, katlanırız demiştik. Çok mutluyduk,  balkona pembe sardunya, sarı turuncu kasımpatılar , mor menekşeler  aldım. Yemek masasını balkona çıkarsam da rengarenk çiçekler içinde yemek hayal olmuştu, işleri o kadar yoğundu ki, iş dönüşleri  gece yarısını buluyor sabahları biraz daha uyku için kahvaltıdan ödün vermesi gerekiyordu...Bu kadar çok çalışması iş bulamadığım için evde oturan beni rahatsız etti, eşimin iş yerinde yaptığı işleri anlamaya çalıştım, mutabakat  bölümünde çalışıyordu, zincir marketlerden sorumluydu. Mutabakat nediri  nasıl yapıldığını öğrendim, çuval dolusu eve kağıtlar getirdi, kağıtların üzeri  indirimler iadeler filan karşılıklı çiziliyordu, mutabakat  sağlanması böyle kağıt üzerinde tek tek elle çizilerek yapılıyordu.  Çiçekli balkonumuzda on beş dakika kadar kahvaltı yapmaya başlaması benim de evden beri eşime destek olmam ile başladı. Şimdi hatırlayamıyorum ama sayfa sayfa işaretlediğim kağıtların çokluğu insanı yıldıracak kadardı,  hiç bitmiyor hep daha fazlasıyla yenisi geliyordu, balkondaki çiçeklerimi sulamayı unutturacak kadardı, bu sıralarda eşimde kalp ağrısı şikayeti ortaya çıktı, eli göğsünde kalp krizi mi geçiriyorum diye korkmaya başladı. O zamanlar panik atak diye bir hastalık keşfedilmemiş her gittiğimiz kalp doktoru sadece hiç bir şeyin yok diyerek yolluyor iken nedeni ya da nasıl geçeceği hakkında en küçük bir yol göstermiyordu. Eşime daha çok nasıl  yardım ederim diye düşünürken o zamanlar yeni yeni bilgisayarlar eve girmeye başlamıştı.Kağıttaki bilgiler bilgisayara  nasıl aktarılır diye  kafa yorduk, fabrikanın bilgisayar mühendislerine sorduk. Ve  mutabakat işini ilk kez exele  aktaran o fabrikada biz olduk, hiç kimsenin üzerinde düşünecek kadar önem vermediği basit bir işti ama artık  işler  kolaylaşmıştı. İşte bu icadımız  uzun süre işsizliğin yakamıza yapışmasına nedenlerinden biri oldu. Muhasebe müdürünün hoşuna gitmedi, onu küçük düşürmüşüz gibi alındı, ters çıktı, eşimi kafasını kaldıramayacağı kadar başka başka  işlere boğdu. Sorumluluk , eşimin en hassas noktasıydı, işini hakkıyla yapmasına engel olacak şeylerle baş etmeye çalışırken fark etmeden   hasta oldu. Kalp ağrıları şiddetlendi, evden çıkamayacak kadar bu garip  hastalığa esir düştüğünü anladığım gün muhasebe müdürüne, mutabakat sorumlunuz artık işe gelemeyecek  dediğimde ne kolay işten attılar, tazminatsız, emekleriniz için teşekkürsüz... İş yerinin yüksek binalarında en üst katlarında çalıştığından dolayı yüksek binalardan hala korkar, içine giremez uçağa teleferiğe tepelere  yükseklere çıkmak hala onu paniğe sokacak kadar korkutur. (Mutabakatına yardım ettiğim bu  çikolata ve bisküvilerle karşılaştıkça  solan çiçeklerim, yapamadığımız kahvaltılarımız ve akşam yemeklerimiz, ömür boyu çekilecek bir hastalığı aklıma getiriyor). Uzun vakit evden çıkamayınca hayalindeki  işi evden beri sigortasız,para almadan ailelerin desteği ile altı yıl boyunca sürdürebildi, bu arada panik atak keşfedildi, korkulacak bilinmedik bir hastalık olmaktan çıkınca , o da evden çıktı, doktorası bitti.  Can sıkıcı diğer işverenleri iş arkadaşlarını anmadan  hemen dört yıl öncesine atlayıveriyorum;
Torpilsiz aracısız girebildiğimiz tek yer Çorum olduğundan çok sevdik burayı. Bilimsel araştırmalar yapıp yurt dışındaki bölümünün önemli hocaları ile makaleler çıkarmaya başlayarak  doçent olması ,okulda diğer meslektaşları ile  öğle yemeğine inmemesini, akşamları Çorum'un ünlü bağ evlerindeki davetlerine  gitmemesini gerektiriyordu. Fakülteden yurt dışında post doktora yapmış hiç kimsenin olmaması önümüzü görmemize engel olsa  da , yurt dışındaki üniversitelerde çalışma yapmaya çok hevesliydi. Yol göstereni  olmadan  çalışma hazırlamasına  yardım etmeye çalıştım,düzelti, öneri, okuma şeklinde.  Amerika, İtalya ve İngiltere , çalışmalar ile ilgilenince burs imkanı aradık, tasarruf tedbirleri zamanıydı.  Neyse zaten, dünyayı kurtaracak insanlığı iyi edecek  önemli çalışmalar değildi  bizimki, sadece işini hakkıyla yapabilme çabasıydı tüm bunlar. Bir öğretim üyesi olarak düşünüyordu, işini hakkıyla yapabilmenin içinde Çorum'da bu bölümü bitiren öğrencilere ne oluyor diye düşünmek taşınmak gerekmiyor muydu?  Mezun çocuklar Çorum'un dükkanlarında kasiyer oluyor iken, bölümün yeni başlayanlarının  hayali ise polis olmak iken bir öğretim üyesi bu çocuklara nasıl farklı bir gelecek hayali kurdurabilirdi?

Geçen hafta burs çıktığını öğrendiğimizde sudan çıkmış balık gibi oluverdik. Her zamanki gibi yine "nasıl geçineceğiz " derdine düştük, yapılacak araştırma için benim yardımıma ihtiyacı varken birlikte gitmek gerekirken  bu kadarcık para ile ?  Tek odada üçümüz, her gün sandviç yeriz dedi eşim, asıl önemli olan ben nasıl uçağa bineceğim...Önümüzdeki ay İngiltere'ye tek odada her gün sandviç yiyerek çalışma yapmaya gidiyoruz, yurt dışı tecrübesi olan sevgili okuyanlar her türlü bilgeye ihtiyacım var, hayatında hiç yurt dışına çıkmamış bir cahilim, şimdiden  çok teşekkür ederim...

(aysekoza@gmail.com)