9 Ağustos 2018 Perşembe

Çıralı , Olimpos

Temmuz ayında bir hafta boyunca Antalya Çıralı , Olimpos'taydık.  Kayınvalidemin emekli arkadaşlarından Selen Abla  ikinci baharını  Çıralı'da yaşamış,  Çıralı'ya gelin gitmişti. Evinin üst katını pansiyon olarak kiraladığını duyunca Olimpos'u görme fırsatı bulduk.
 Sabah  gün doğmadan köyün tüm horozları bir ağızdan ötüyor, evin  horozu  ise  yatak odalarının önünde tek tek  durarak öyle içten     ü, ürü, ülüyordu ki  , sabahın köründe kalkmamak ayıp olacaktı.
                                         

Selen Abla'nın horozu sayesinde
  gün ışımadan deniz kenarına inmiş oluyorduk. Birinci günümüzde  sahilde toplanmış  insan kalabalığını görünce, biri boğuldu herhalde diyerek çok korktuk,  ambulans geldi mi nerde diye bakınırken yanımızdan çoluk çocuklu turistler güle oynaya kalabalığın içine doğru gidince  , meraklandık. Deniz kaplumbağaları yumurtadan yuvalarından çıkıyormuş.
                                   






Dünyaya gelen kaplumbağalar ilk önce  telefonları görüyordu. Yumurtadan çıkan kaplumbağalar hemen ayaklanıyor, denize doğru hareket etmeye başlıyordu. Kaplumbağalar yollarını , gece ay ışığına, gündüz ise  güneşe doğru ilerleyerek buluyorlarmış. Bu sahilde geceleri ay ışığından başka hiç bir aydınlatıcıya izin verilmiyor, ateş yakılması , araba farı ,  cep telefonu ışıkları kaplumbağaları yanıltabiliyormuş. Küçücük bedenleri ile öyle mücadele ile ilerliyorlardı ki... Bu zorlu yürüyüş ile doğdukları  sahili akıllarına kodluyorlarmış, yirmi yıl sonra anne olacak yaşa geldiklerinde yine bu sahile gelip yumurtalarını bırakmak için gerekliymiş.


Bu sahil, bu hayat ne çok  mucizelere gebeydi, sabahın bu saatinde deniz en sakin en durgun halinde. Üç yavru kaplumbağa denize kavuşuyor, diğerleri yavaş kaldığı için görevli tarafından toplanıp kovalara konuluyor, gün doğmadan denize ulaşmaları gerekliymiş yoksa tehlikeli dedi. Kovadaki kaplumbağalar gün batınca denize salınacaklardı.
 Yuvalarından güneşe doğru en azimli , en hızlı  ilerleyen üç  kaplumbağa denizde yüzmeye başlamıştı. Biz de suya giriyoruz, üç kaplumbağayı rahatsız etmeden uzaktan kulaç kulaç mutluluğu yaşıyoruz, hayat ne güzel ne harika, burada yaşayan insanlar ne şanslı...
 Selen abla gibi burada yaşasaydım ( dün Çorum'daydım), Olimpos var şimdi,  pırıl pırıl deniz, ayaklarımı ısıran balıklar, tüm ağırlığımı üzerimden alan bu masmavi su, gerçek olan  şu an , gerçek olan şimdi, hayalde yaşamıyorum, gerçeği yaşıyorum, sırt üstü yüz üstü yüzüyorum, dibe dalıp balıkları kovalıyorum...


Güneş, Çıralı kayalıklarından doğmaya başladı. İlk ışıklar ile aydınlanan denizde bir martı havalandı, yanımıza yaklaştı, teker teker su üstünde yüzen kaplumbağaları topladı, yedi. Yavru kaplumbağalar için gün ışığının neden tehlikeli olduğunu anladık.  Ölüm, bir martı ile kanatlanmış, yanımıza kadar gelmiş, varlığın manasızlığını bir piyes gibi canlandırmış, bizi de seyircisi kılmıştı.

Bu sabah doğan , en doğru, en hızlı en iyi yürüyen üç yavrunun ömrü beş dakikaydı, yürüyemeyen yavaş yavrular belki de altmış yıl yaşayabilecekti.(deniz kaplumbağaları hakkında)
 Üç kaplumbağanın yok oluşundan sonra deniz dalgalandı.


                                                  (Horoz 04:00 da uyandırmış 05:00 da yola koyulup,yürümüş, yüzmüş, kaplumbağaların doğuşunu izlemiş, bakkaldan ekmek almış, eve gelip kahvaltı için çay demliyorum ve  saat 06:30)


Çıralı Olimpos çok güzeldi, bir hafta öyle çabuk geçti bitmesin diye gözlerimi kapadım, gözlerimi açtığımda Çorum'daydım.
(Selen ablanın rahmetli annesinden kalan   arazisi çok değerlenmiş bir kaç aya kadar onlarca daire getirecekmiş, ne yapacaktı onca parayı  diye soranlara"  kraliçeler gibi yaşayacağım, hayatımın son demlerini buralarda çürütmeyeceğim dediğinde " artık pansiyonculuk yapmaz, bu güzel yere kolay kolay gelemeyiz" diye iç geçirdik...)

6 Ağustos 2018 Pazartesi

Çıraklık


Yaz tatilini çalışıp para kazanarak geçirmek istedi.  Bol bol oynasın, yüzsün, kitap okusun, dinlensin istiyordum, bu yaşta çalışma hayatını tanımasına lüzum yoktu. Babası olur dedi, ben çok daha küçüktüm para kazanmaya başladığımda dedi. Çalışma hayatını tanıması faydalı olacaktır derken çoktan valizini hazırlamaya başlamıştı. İstanbul'a gidiyordu, otuz yıl evvel babasının da çalıştığı mısır çarşısındaki o büfeye...
O büfeyi ben de tanırım.  Üniversitede  okurken babamın yolladığı parayı almak için Beyazıt kampüsünden çıkardım, yokuş aşağı inerdim, kapalı çarşı yeşil direk, tahta kale, büyük postaneden sonra sıkı sıkı yapışırdım çantama. Mısır çarşının oralara gelince hep karnım acıkırdı. Küçük masaları olan o büfede küçük bir para ile karın doyardı. Onu ilk kez bu büfede görmüştüm, mavi önlüklüydü, bankalar caddesine yetişeceksin diyen patronun elindeki kocaman poşeti sırtlayıp koşarak çıkıyordu, ekmek aramı ısırırken  arkasından bakardım, koşa koşa Haliç'i geçmek kolay mıydı? Sonra mavi önlüklü çırağın bizim üst sınıflarda okuduğunu benim gibi para yollayan bir babası olmadığı için hep çalışmak zorunda kaldığını öğrenmiştim.  Şimdi oğlumuz aynı büfede çalışmaya gidiyordu. Kazandığı para ile en düşüğünden bir ayfon alma arzusu vardı.

Açıkçası işe bir kaç günden fazla devam edemeyeceğini sanıyordum, sabahın köründe  kalkamaz, mısır çarşısının yoğunluğuna dayanamaz, siparişleri aklında tutamaz, tozları iyi alamaz , anne ben işten ayrıldım der diye umuyordum. Ama  Ayfon aşkını iyi kestirememişim . Düşündüğüm gibi olmadı.  Hiç kimse ona ayfon almazdı, ne annesi ne  babası , bir kendisi alabilirdi, bunu farkındaydı.
Sabahın altısında Eminönü, doğmamış bir bebek gibi . Yeni cami, çiçek pazarı, mısır çarşısı...Bu küçük dükkanın önünden biraz sonra büyük kalabalıklar geçecek . Birazdan herkesin karnı acıkacak, ekmek arası döner siparişi verecekler, mısır çarşısının her bir kapısından geçecek, siparişleri teslim edecek, çiçek pazarı kapısı, yeni cami kapısı, bahçe kapısı, tahta kale kapısı, balık pazarı kapısı, hasırcılar kapısı...Ne çok insan görecek. En hesaplısından karınlarını doyurmaya gelenleri görecek. Bu dükkana gelenler hiç bahşiş vermezken, çok şey isteyecekler, çok sorgulayacak, çay ikramı var mıydı, yarım ekmek arası tavuk ve ayran,  ayran bim de 50 kuruş sizde niye bir lira diyeceklerdi, hepsini memnun etmeye çalışacaktı.
 Oğlum bu masayı ne biçim silmişsin bir daha sil dediklerinde aklına hemen ayfon gelecek, daha iyi silmek için uğraşacaktı.
Sipariş götürürken gözü  en çok lokumculara takılacaktı, güllüsü, kaymaklısı, çikolatalısı...
Kapı önünde " harika döner" diye başı önünde sessizce müşteri çağıracak,  ilk önce bu çağırma işinden çok utanacak zamanla açılacak, sesine Tahtakale esnafı ayarı verecek buyruuun efeniiim harikaaa dönerrrrr " diye yoldan geçenin aklını çelecek, buyrun üst katımızda salon var derken elini kolunu da sesine ortak edecekti.  Yoğun iş ortamında bana telefon açacak vakit bulamayacak, eve vardığında yorgunluktan yemeğini zor yiyecek kendini hemen yatağa atacaktı.
Urfa'dan çalışmaya gelen çocukları tanıtacaktı bir gün telefonda, çok acıklı şeyler anlatıyorlar, içim parçalanıyor diyecekti.

Otuz  günden fazlasına müsaade edemedim, arkadaşları bu sene girecekleri büyük sınav için harıl harıl test çözüyorlar, özel dersler alıyorlardı, kitap yüzü açamamış, çok geri kalmıştı.
 Otuz gün sonra yanıma geldiğinde anlatacak ne çok şeyi vardı, esnafları, garsonları, patronları, harika tavuk döneri, yeni camiyi, baharatları, lokumları,  kazandıkları tüm parayı memleketlerinde bekleyen babalarına annelerine yollayan Urfalı çocukları...
Harika döner diye bağırmak, masa silmek, bir yarım bir ayran çek diye sipariş almak kolay ve  zevkliydi de, bunun için coğrafya, tarih, okumaya koordinat sisteminden x, y  doğrusunu bulmaya gerek yoktu. Ama sabahın ilk ışıklarından akşama kadar  bütün gücü ile çalışması ona istediği parayı kazandıramamıştı. Haftalıklarına bakarak neden böyle oldu diye vahsındı. Çalıştığı günlerde öyle yoruluyormuş ki eve geldiğinde bilgisayar oyunu bile oynamaya, yemek yemeye bile hali kalmıyormuş. Bu tecrübesi ile beden gücü ile çalışmanın nasıl zor bir şey olduğunu anlamış, mühendis doktor akademisyen olmaya heves eder sanıyordum. Ama o sorgulamaya başladı, neden  çıraklar bu kadar az para alıyor, bu para ile nasıl geçiniyorlar, çıraklık neden önemsenmiyor?...


İlk parası ile bize hediye de almış, kitap sırf benim için parfümü baba ile ortak kullanacağız, sipariş götürdüğü bir parfümcü en iyi testerini uyguna vermiş.
 En düşük modeli için tüm haftalıklarının üzerine iki katı daha para gerektiğini görünce telefoncudan kaçmak istedi.  Şimdi  ayfon sahibi ama ayfon  mayfon  umurunda değil, emeğin para etmediğinin şokunda...