29 Aralık 2019 Pazar
İngiltere'de ortaokula başlamak-2-
Evimize yakın okulu görünce devlet okuluna değil de, çok pahalı özel bir okula geldiğimizi sandık.
Müdür yardımcısı okulun hiç para almadığını , çanta kalem kutusu kalem silgi defterin de okul tarafından karşılanacağını, belli bir gelir düzeyi altındaki ailelerin çocuklarına sabah kahvaltısının öğlen yemeğinin ücretsiz olduğunu öğrendik. Kayıt için bir form doldurduk, sizi çağıracağız dediler. Bizim almamız gereken tek şey okul formasıymış. Ceket, kravat, beyaz gömlek,okul ayakkabısını alıp, çağırmalarını bekledik. Bir hafta geçti çağırmadılar, babası ikinci hafta her gün okula mesaj atmaya başladı, ne zaman çağıracaksın diye. İkinci haftanın sonunda okula gelebilir dediler. Çok sevindi. İçimden dua ettim. Sevincini yok edecek şeyler ondan uzak olsun diye iç geçirdim..İki ay geç kaldığı okulu başlamıştı. Sabah hepimiz giyindik, onu okula bırakmak istiyorduk. Bunca sene hep araba, servis ile gitmişti okula. İstemedi. İlk kez okula tek başına yürüyerek gitmek istiyordu. Sokağın sonuna kadar arkasından el salladık. Sokakta görünmez olunca ağlamaya başladım. Dilini kültürünü bilmediği bir bilinmezliğe tek başına yürüyerek gidiyordu. ( dört sene boyunca özel okulu daha çok test çözsünler diye İngilizce dersini test usulu yaptı, speaking dersine önem vermedi ). İngiltere'ye gideceğimiz kesinleşince Hollanda'dan beri arkadaşım Gülay, oğlum ile vatsaptan ingilizce konuşmaya başladı, Gülay teyzesi ile iki ay boyunca haftada bir kaç kez İngilizce konuşmak ona güven verdi.)
Dokuzuncu sınıf dersleri çok ağırdı, fizik kimya biyoloji, ingiliz edebiyatı, matematik, ingiliz tarihi, din derslerini ana dilde anlamak güç iken, yabancı bir dilde nasıl anlayacak diye endişelendik. Müdür yardımcısı çok ilgiliydi, endişelenmeyin dedi. Yunusu bir hafta gözlemleyeceğiz, derslerde zorlandığını görürsek Türk bir öğretmen çağıracağız her derse onunla birlikte girip yardımcı olacak. Bu hizmetten de hiç bir ücret alınmıyormuş. İlk hafta okul temsilcisi bir öğrenci Yunus'a arkadaşlık yapmış, hep yanındaymış, ders ders değişen sınıflara götürmüş, dersler , teneffüs, kantin hakkında bilgilendirmiş. Mutlu olmuş, ilk arkadaşı o olmuş. Bulunduğumuz şehirde İngiliz nüfusu fazla yabancı az olduğundan olsa gerek yirmi kişilik sınıflarda hep tek yabancıymış, bazen Polonyalı bir çocuk ile dersleri çakıştığı oluyormuş.
Her gün dört ya da beş ders yapıldığını görünce çok şaşırmış , geçen sene her gün dokuz derse giriyordu.
Okuldan gelir gelmez soluksuz, şaşırdığı şeyleri anlatmaya başlıyordu. Anne çok şaşırdım, diyerek gözlerini aça aça.
Bir hafta boyunca Yunus, İngiliz öğrenciler ile birlikte dokuzuncu sınıfın tüm derslerine girdi. Anlıyor musun oğlum diye sorduğumuzda, öğretmenlerin ve öğrencilerin konuştuklarının yüzde seksenini anlamıyorum ama anladığım yüzde yirmi ile yürütebilirim dediğinde kesin Türkçe öğretmen vermeliler, vereceklerdir diye sakin olmaya çalıştık.
Eve çok nadir ödev veriyorlar, okula bomboş çanta ile gidip geliyor, hiç bir dersin kitabı yok, defter vereceklerdi, verdiler mi diye soruyorum, her ders not tutuyorlarmış ama defterleri eve getirmeleri yasakmış. Ne yapıyorlar ne işliyorlar, bilseydik yardım edebilirdik, ilk defa yaşıyorduk bu duyguyu anne baba olarak, ödevlerini kontrol etmemiz istenmiyordu.
Bir hafta biter bitmez müdür yardımcısı ile mesajlaştık, ne oluyor, nasıl olacak diye? Endişelenmeyin diyordu müdür yardımcısı.
Her okul çıkışı yaka paça kaymış geliyordu, anne tam elli dakika futbol oynadım, çok iyiymişim defansta . Anne , İngiliz çocuklar olmasa haberim olmayacaktı futbolda çok iyi olduğumun, ertesi gün tam elli dakika rugby oynamış anne rugby de çok iyiymişim öyle söyledi spor hocası Mr. Evans .Ragbi ne oğlum, diye içeri alıyorum, ilk kez okuldan geldiğinde pantolonunda gömleğinde çim lekeleri görüyorum, teşekkür ediyorum ragbiye mr. evansa .
Anlatıyor, anne beni kaptan bile yaptılar, oynarken bağıra çağıra konuşuyorlar yüzde sıfır anlıyorum ama hissediyorum.
Türk bir öğretmen vermediler yanına. Hissederek götürüyor olmalıydı, tüm dersleri.
En çok Şekspir'de zorlanıyorum, kitabın sonuna gelmişler anlayamıyorum Kapuletler kim, Tilbat neyin nesi,diyordu. Romeo ve Julyet okuyorlarmış . öğretmenine söyle diye tembihledim. Söylemiş. Öğretmeni izliyorum seni demiş, endişelenme demiş. Romeo ile Jülyet kitabını aldık, bana okumaya başladı, eksik iki ayın sayfalarını.
Okula başladığının ikinci haftasında , cumartesi akşamı market dönüşünde posta kutusunu açtık, kraliçe pullu bir mektup gördük, Yunus'a gelmişti, okuldan. Şaşırdık, korktuk," konuştuklarından anlamadım, haberim olmadan bir yanlış yaptım, beni uyarıyorlar, beni okuldan mı atacaklar diye sızlanarak evimize çıktık, mektubu açtık;
Sevgili Yunus
İki hafta boyunca seni izledim, dersi dikkatli dinledin, anlamaya çabaladın, sana şunu itiraf etmek istiyorum harika bir öğrencisin, bu mektubu ileride çocuklarına , torunlarına göstermelisin kendin ile gurur duymalısın sen çok başarılı bir öğrencisin. İngiliz edebiyatı öğretmenin Miss Carter
Mektubu tekrar tekrar okuyor, okuduklarına inanamıyordu. Zıplamaya başladı, ben de onunla salonun ortasında zıplamaya başladım, elimde market torbaları, bırakmayı akıl edememişim. Zıplarken teşekkür ediyorum şekspire, miss carter'e.
27 Aralık 2019 Cuma
İngiltere'de ortaokula başlamak-1-
13 yaşındaki bir çocuk 9. sınıftan okula başlamalı evinize yakın üç okul şeçin diye belediyeden seçim rehberi geldiğinde okullar çoktan açılmıştı, dersler çok ilerlemiş olmalıydı.
İngiltere'de oğlum okula gitmesin, benimle sokak sokak dolaşsın istedim. Boş boş gezelim , bisiklet alalım, tren indirim kartı alalım, her ağacı, her kaleyi, her köşeyi birlikte görelim, çok görmüşlüğün yorgunluğu ile akşam evimize gelelim istedim.
Okul her yerde okuldu, sabahtan akşama kadar dört duvar arasında , ayrıştırıcı , yarıştırıcı, ezber, birincilerini arayan başarı odaklı dersler, öğretmenin vicdanına kalmak her okulda bulunması gereken şeyler değil miydi? Oğlumu okula yolluyorum diye kendimi sorgulamalarım , ben ne biçim anneyim nasıl rıza gösteriyorum diye üzülüp durmalarım bir seneliğine de olsa bitecekti.
Merak ediyorum, buradaki dersleri anne, dedi. Çoktan öldü sandığım merakı canlanıvermişti.
İnternetten evimize en yakın okulu araştırıyoruz. Okulları öğrenci başarı puanlarına göre sıralamışlar, bize yakın okulların başarı puanları pek iyi değil, düşük. En yakınımızdaki okulun fotoğraflarına bakıyoruz.
İnternetten gördüğümüz bu fotoğraflar gerçek mi diye evimize
en yakın okulu görmeye gidiyoruz, suçluluk yine benimle, arkamdan beni izliyor. Meraklı, heyecanlı, capcanlı bir çocuğu, elinden tutup, yine karanlığa götürüyorsun diyor.
Okul yolu öğrenciler için özel yapılmış, araç trafiğine kapalı. Okulun bahçesi o kadar büyüktü ki, gerçek çimden gerçek ebatlarında halı saha, tenis kortu, basket alanını seçebildim arka bahçede, ön bahçe koşa koşa bitirilemeyecek yeşil çimliydi. Okulun belirli bir sınıfı yokmuş, her dersin ayrı bir sınıfı varmış, matematik için ayrı bir sınıfa fen için edebiyat için ayrı ayrı sınıflara gidiliyormuş. Her sınıf dersine göre özel teçhizatla donatılmış. Seçmeli derslere çok önem verildiği sınıflarından belli oluyordu aşçılık dersi için kocaman fırını ile bir mutfak , fotoğrafçılık, resim, müzik, drama , beden dersi için salon , tüm sporlar için gerekli aletler ile donatılmıştı.
Bu devasa bina, muhteşem büyük bahçe arkamdaki suçluluk duygusunu yok edememiş beni izlemekten alıkoyamamıştı. Birincileri seven öğretmenler, testler, ezberler, yetişmesi gereken müfredatlar , anlamsız ödevler, monotonluk, nereye saklanmışlardı.
17 Aralık 2019 Salı
İngiltere'de bir cenaze töreni
Zeynep ablanın cenaze törenine gidiyorum. Törenin yapılacağı yeri haritadan araştırıyorum, çok uzak, otobüse binmeli. Yağmur, fırtına yok , yürümek lazım dedim.. Ağaçlı sincaplı yollar... Ağaçların yaprakları kalmamış, sincaplar ne yapıyor kışın? Ezilen yapraklar, sıyır sıyır ses çıkarıyor, ayaklarımın altından. Bu yaprakların yeşil halini görebilmiştim, sonra harika bir kızıla , turuncuya dönüştüler, şimdi ayaklar altında çürümüşlüğün rengindeler...
Şehre iniyorum, evlerin kapıları, pencereler ,bahçeler süslenmiş, sokaklar ışıklandırılmış, herkes kutlamaların telaşında, noeli, yılbaşını bekliyorlar.

Kart mağazaları tıklım tıklım, doğum günü, yılbaşı, teşekkür kartlarının satıldığı bu dükkanlarda şimdi iyi noeller kartları yok satılıyor. Görevliye arkadaşım öldü kart almak istiyorum, dedim. Rengarenk kartların içinde küçük bir bölümün yanına götürdü beni, başınız sağ olsun kartları içinden bir tanesini seçtim, üzerinde kelebek resmi vardı, bir dala konmuş.
Kocaman ağaçların olduğu geniş bir bahçede düğün yeri gibi hazırlanmış bir mekana girdik.( Oğlum ve eşim ile burada buluştuk, onlarda katılmak istediler, törene. ) Herkes takım elbiseli ve sessizdi. Bir saatlik törende hiç kimsenin cep telefonu çalmadı, hiç kimsenin elinde cep telefonu yoktu, en çok dikkatimi çeken bu oldu. Burası kilise mi diye bakındım, değildi, tabutun başında konuşan adam da din görevlisi değilmiş. Konuşan adamın ne dediğini anlayamadım ama Zeynep abla hakkında konuşuyordu, herkes sessizce dinliyordu. Sessizlik, beni etkileyen ikinci şey oldu. Bir saati aşkın hiç kimse kafasını yerden ayırmadı, sessizce öylece duruyorlardı. Konuşan kişi tabuta dönerek hoş çakal Zeynep dedi, sonra herkes tabutun başına gelerek hoşça kal dediler. Biz üçümüz ellerimizi açıp dua okuduk, sonra herkes gibi hoşça kal dedik. Sonra şarkı çalmaya başladı. Onun , sevdiği şarkıymış.
Şarkı çalarken bir perde indi, tabut kayboldu.
Oğlumuzu aramıza alıp el ele eve yürüyerek giderken Zeynep ablayı konuştuk, onu hiç görememiştik ama yıllardır tanıyormuşuz gibi seviyorduk.
Şehre iniyorum, evlerin kapıları, pencereler ,bahçeler süslenmiş, sokaklar ışıklandırılmış, herkes kutlamaların telaşında, noeli, yılbaşını bekliyorlar.


Kart mağazaları tıklım tıklım, doğum günü, yılbaşı, teşekkür kartlarının satıldığı bu dükkanlarda şimdi iyi noeller kartları yok satılıyor. Görevliye arkadaşım öldü kart almak istiyorum, dedim. Rengarenk kartların içinde küçük bir bölümün yanına götürdü beni, başınız sağ olsun kartları içinden bir tanesini seçtim, üzerinde kelebek resmi vardı, bir dala konmuş.
Kocaman ağaçların olduğu geniş bir bahçede düğün yeri gibi hazırlanmış bir mekana girdik.( Oğlum ve eşim ile burada buluştuk, onlarda katılmak istediler, törene. ) Herkes takım elbiseli ve sessizdi. Bir saatlik törende hiç kimsenin cep telefonu çalmadı, hiç kimsenin elinde cep telefonu yoktu, en çok dikkatimi çeken bu oldu. Burası kilise mi diye bakındım, değildi, tabutun başında konuşan adam da din görevlisi değilmiş. Konuşan adamın ne dediğini anlayamadım ama Zeynep abla hakkında konuşuyordu, herkes sessizce dinliyordu. Sessizlik, beni etkileyen ikinci şey oldu. Bir saati aşkın hiç kimse kafasını yerden ayırmadı, sessizce öylece duruyorlardı. Konuşan kişi tabuta dönerek hoş çakal Zeynep dedi, sonra herkes tabutun başına gelerek hoşça kal dediler. Biz üçümüz ellerimizi açıp dua okuduk, sonra herkes gibi hoşça kal dedik. Sonra şarkı çalmaya başladı. Onun , sevdiği şarkıymış.
Şarkı çalarken bir perde indi, tabut kayboldu.
Oğlumuzu aramıza alıp el ele eve yürüyerek giderken Zeynep ablayı konuştuk, onu hiç görememiştik ama yıllardır tanıyormuşuz gibi seviyorduk.
16 Aralık 2019 Pazartesi
Zeynep Abla'nın Yorganı
İngiltere'ye ayak bastığım günden beri üşüyorum. Anadolu'nun bozkırından geldim , bozkır soğuklarını iyi bilirim ama bu soğuk hiç bilmediğim, yabancı bir soğuk, tarifsiz üşüyorum.
Üzerimizdeki yorgan yabancı, kabarık puf puf, sanki ısıtacak gibi görünüyor ama insanın üstünde kalıveriyor, sarıp sarmalamıyor, ısıtmıyor. Annemin ninesinin yorganını, yün yorganımı her gece anıyorum. Annanem evlenirken annesi çeyizine koymuş, sonra anneme sonra bana geldi yün yorgan. Yüzünü değiştirip yünlerini yıkayıp güneşte kuruturken yüz yıl öncesinin koyunlarını anıp , hüzünlendiğim, yaz kış üzerimden eksik etmediğim, bildiğim tek yorganım.
Yaşadığım şehirde Zeynep abla diye biri varmış, adını sık sık duymaya başladım, İstanbul'un en güzel üniversitesinde mühendislik okumuş , dil öğrenmek için buraya gelmiş, İngiliz bir çocuğa aşık olmuş otuz yıl önce bu şehre yerleşmiş. O günden beri bu küçük şehirde herkesin arkadaşı, ablası olmuş, sokakta yatan homelesslerden , sokağında sızmış sarhoşlardan ,üniversiteye gelen misafir profesörlere kadar evinde misafir ettiği çeşit çeşit insan, ayırt etmeden, herkesi hissederek, gönlünü açarak...
Bir gün telefonum çaldı, bilmediğim bir İngiltere numarası arıyordu.
Ayşeciğim diyordu, evinde ne var ne yok söyle , perden var mı, buzdolabın, çamaşır makinen, koltuğun...Ne münasebet diye iç geçirdim, kimdi bu kadın,biz halimizden memnunuz, bu sorgu sual birden bire senli benli... Ben Zeynep ablanım diyor. Teşekkür edip telefonu kapatmaya çalışıyorum ama ısrarla soruyor, koltuğun var mı yatağın var mı, çamaşır makinen var mı...Hepsi var diye yalan söyleyip kurtulmak istiyorum ama yapamıyorum, hiç biri yok diyorum ama hiç bir şey istemiyoruz, zaten az kalacağız böyle idare ediyoruz. Yarım saate kadar sana koltuk yatak yolluyorum , eviniz üst katlardaymış, eşimin kolu sakat ona yardım edin çıkarmaya diyor. Olmaz diye inat ediyorum, sakın yollamayın, istemiyoruz, anlamıyor. Eşime veriyorum telefonu, bir de sen söyle kararlı bir şekilde istemiyoruz de, diyorum.. Eşim de teşekkür ediyor ince düşüncesi için ama istemiyoruz başkasına verin bizim ihtiyacımız yok diyor, telefondaki sesin harareti yükseliyor, Allah daha size bir şey vermez, geleni geri çevirmeyin diyerek bir saate yakın soluksuz bizi iknaya uğraşıyor. İstemeye istemeye kabul etmek zorunda kalıyoruz, böyle ısrar ile daha önce hiç karşılaşmamıştık. Hiç tanımadığımız biri eşya yolluyordu, aşağı indik. Gün akşama dönmüş iken bir araba kapımızın önünde durdu, İngiliz adam ile kızı gülerek indi, koltuğu yatakları evimize kadar çıkardılar. Kızın kucağında bir de yorgan vardı, bana uzattı, annem sana yolladı dedi.
Teşekkür ediyoruz Zeynep hanıma telefondan beri, hem eşim hem ben.
Ertesi gün yine beni arıyordu, Zeynep hanım, Ayşeciğim kirli çamaşırlarını topla getir ben de yıkayalım, çamaşırlar yıkanırken biz de laflarız. Kirli çamaşırlarım ile evine gitmeye utanıyorum, daha yeni yıkadım diyorum, ısrarını tecrübe etmişliğimden dolayı haftaya gelirim diye söz veriyorum. Haftaya kadar bir şey olsun, ya çamaşır makinası alayım ya da Zeynep hanım beni unutsun, elimde kirli çamaşırlar hiç kimsenin kapısını çalmak istemiyorum.
Hafta oluyor, kirli çamaşırlarım birikip, Zeynep hanıma gitme vakti geliyor. Çekiniyorum, geliyorum diye arayamıyorum, yine o arasın, hadi gel diye ısrar etmesini bekliyorum.
Aramıyor.
İyi ki gitmedim diye kendi kendimi haklı buluyorum, insanları rahatsız edecektim, kirli çamaşırlarım ile ...Ne utanç verici...
Boş evimiz dolmuş, ne iyi insanmış, ne düşünceli insanmış, bu Zeynep hanım diye anarken onu ziyaret ederek teşekkür etmek istedik. Ne sever, neden hoşlanır diye onu tanıyaları arıyorum. Zeynep abla yoğun bakımda diyorlar. Bizi aradığı o günlerde ilerlemiş kanseri yüzünden artık ayakta duramıyor zor konuşuyormuş. Hiç fark etmedik, anlayamadık.
Oysa ne kadar uzun telefonda tutmuştuk onu, istemiyoruz diye bizi ikna için ne çok dil dökmüştü, bilmiyorduk. Şimdi onu görmeyi ne çok istiyorum.
Mektup yazıyorum, yakınlarını bulup veririm, uygun bir anında okurlar diye.
Sevgili Zeynep Abla;
Eğer biraz daha az utangaç olsaydım, senin gibi tüm insanlara kapılarını açabilen açık yürekli olabilseydim, bu mektuba gerek kalmazdı. Kirli çamaşırlarım yıkanırken seni görebilmiş olacaktım, " makinanın yokluğunda ne sırlar saklı bilemezsin" demiştin telefonda, karşılıklı çay içerken o gizli sırlar açığa çıkacaktı, yıkanan tek çamaşırlarım olmayacaktı , ancak şimdi hissedebiliyorum.
Yolladığın koltuk ile yerde oturmaktan kurtulduk, yer çeker demiştin uzun uzun telefonda bizi ikna etmeye çalışırken, hasta olursunuz demiştiniz, bu rahat koltuğun adı Zeynep ablanın koltuğu oldu. Yolladığın iki yatağı odalarımıza yerleştirdik, yıllardır bel ağrısı çektiğimiz yataklar gibi değil, derin uykulara daldırıp sabahları dinç kalkıyoruz. Bir an önce iyileşmeni , yüzünü görmeyi, sana sarılarak teşekkür etmeyi istiyorum...
Mektubumu yazarken , Zeynep ablanın vefat ettiğini öğrendim.
Elimdeki kalemi bırakamadım , söylemek istediklerim bitmemişti.
Zeynep abla , dünya güzeli kızın bana bir yorgan verdi, annem size yolladı diyerek. Yorgan için ayrı teşekkür etmek istiyorum. Nasıl anladın akşamları üşüdüğümü? Buradaki hiç bir yorganın beni ısıtamadığını nasıl hissettin? Senin yorganını üstüme aldığımda, yorgan bana sarılıyor, sarıp sarmalıyor. Ninemden beri gelen yün yorganım gibi, memleketimde, köyümde uykuya dalar gibi... Hiç üşümüyorum artık Zeynep abla.
14 Aralık 2019 Cumartesi
İngiltere otobüsleri
Belediye otobüslerinin tek kapısı var, otobüse binerken şoför yüzünüze bakıp gülüyor, merhaba , iyi yolculuklar, diyor.
Otobüsten inerken , her yolcu şoföre dönerek teşekkür ediyor. Şoför, benim için zevkti, iyi günler dileyerek yolcuyu uğurluyor. Bu ritüeli tek tek her yolcunun her şoförün hiç istisnasız yaptığını görüyorum.
Yollar daracık, çoğunluk tek şerit, şu ana kadar hiç korna sesi duymadım, herkes birbirine öncelik verme yarışına girmiş gibi. Koskoca otobüs yolda trafik ışığı olmadığı halde kaldırımda bekleyen yayayı görünce duruyor, eliyle , buyurun geçin işareti yapıyor. Her araç gibi otobüsler de bisikletlinin, ardında yavaşlıyor, ardı sıra gidiyor.
İlk kez otobüse bindiğimizde gideceğimiz adresi bilmiyorduk, söyledik, şoföre. Şoför biraz ilerledikten sonra otobüsü durdurdu, kontağı kapattı. Harita çıkarıp aranmaya başladı. Sonra arkasını dönerek yolculara seslendi, bilmediğimiz o adresi söylüyordu...Yolcular düşündüler, birbirlerine sordular, içlerinden biri bildiğini söyledi, gideceğimiz adrese yakın oturuyormuş. Otobüsü tekrar çalıştırdı şoför, ineceğimiz durağa gelince özür diledi, yol güzergahında olmadığı için adresi bilemediğini ama bilen birine bizi emanet ettiğini söyledi, indik. Şoför kontağı kapatıp bizim adresi soruştururken hiç bir yolcu tepki vermedi, hiçbirinin acelesi yoktu, tüm otobüs her yolcu bizim adresi bulmaya çalışıyordu, biz ise mahçubiyetten kıpkırmızı olmuş olanları hayretle izliyorduk.
Yolcular inecekleri durakta butona basıyorlar, otobüs durakta durduktan sonra koltuklarından kalkıp, acelesiz kapıya doğru ilerleyip, şoföre dönüp, teşekkür edip , iniyorlar. Otobüslere binenlerin çoğunluğunu yaşlı ve engelliler oluşturuyor.
Otobüsler çok pahalı, binemiyoruz diye fazla üzülmüyorum,
durak sayısı fazla olan otobüsler buram buram sidik kokuyor, arka koltukları çoğunlukla ıslak, arkalarda oturmamaya, oturmadan önce koltuğa iyice bakmam gerektiği konusunda tecrübeli kişiler tarafından tembihlenmiştim.
Otobüs şoförlerinin çoğunluğu kadın. Fotoğraftaki kadın İngiltere'nin en genç otobüs şoförüymüş.
9 Aralık 2019 Pazartesi
Nööövvv Ayşa!
Her günümü dolduracak kadar bedava İngilizce dersler veren yerler buldum. Kütüphane, okul, cami, belediye olmak üzere her yeri araştırdım, ama herkesin bildiği, önerdiği tek yer kiliselerdi. Her mahallenin neredeyse her sokağın bir kilisesi var, hepsinde bir etniklik var, hal böyle olunca her gün kilise kilise dolaşıyorum, etkinlik, kurs hepsine katılmaya çalışıyorum.
Memleketten annem arayıp neredesin kızım diye sorduğunda "kilisedeyim" anne diye cevap verdikçe, rahibeleri mi görüyorsun her gün kızım diye meraklanıyor.
Yirmi yıl önce bıraktığım İngilizceyi unutmuşum, hatırlamaya çalışıyorum. Cep telefonum en büyük yardımcım, hemen çeviriyorum bilmediğim kelimeleri. Hiç unutamayacağım kelimeler edindim, son bir ayda; nohut, çingene, merak, serseri.
Konserve kutularına bakıyorum,nohut arıyorum. Nohudun İngilizcesi neydi bir bakayım derken cep telefonum yere düşüyor paramparça oluyor. bir aydır telefonsuzum , nohutun İngilizcesini hiç unutmam artık. Telefon olmayınca, tüm İngilizlere karşı tek başıma kaldım.
Belediye haftada bir gün bir buçuk saat free İngilizce kursu açmış, hemen kayıt için başvuruya gidiyorum, kayıt formunu dolduruyorum, ırkımı işaretlemem için kutucuklar koymuşlar, hiç birini uygun bulamıyorum, en sondaki kutunun anlamını bilmediğim halde onu işaretliyorum. Eve gidene kadar ırkım diye neye işaret koyduğumu merak ediyorum. Eve gelip bilgisayarı açıp " gypsy" yazıyorum, ırkımı öğreniyorum.
Burada hep bir kutlama var, her kutlamanın nedenini kilise anlatıyordu. Önümüzdeki hafta Guy Fawkes gecesi olacakmış, her yerde çocuklar havai fişekler atacaklarmış. Kilisedeki öğretmenimiz Guy Fawkes'i anlatıyor, sarayın altına bomba yerleştirmiş, kraliçeyi parlamentoyu havaya uçaracakmış. Anlatılanların çoğunu anlıyorum , anlamadığım kelimeleri de işaretleyip evde bakacağım. Dersin sonunda öğretmen sorular soruyor, bana bilmediğim kelime çıkıyor, bilemiyorumu kabul etmiyor çok ilgili öğretmen , çok hevesli anlatıyor her türlüsünden ama yok, anlamıyorum. Yaşlı başlı öğretmenim yere yatıyor, debeleniyor , ölü numarası yapıyor. Su gibi terliyorum, benim için yerlerde tepinen bir öğretmenim daha önce hiç olmamıştı çok müteşekkirim ama yok anlamıyorum kim olabilir bu" who", queen (kraliçe) olabilir diyorum. Öğretmen tüm sınıf çok üzgün, nöövvv ayşa, nöövvvvv ayşa... Hayal kırıklığına uğrattım, idam edilen serseri kim diye soruyormuş. Sonraki hafta tüm gece sabahlara kadar havai fişekler atıldı şehrin her yerinde, her havai fişekte yerlerde debelenen öğretmenim gözümün önünde, bir çakıyor bir sönüyor, yüzüm kıpkırmızı bakamıyorum fişeklere....
Bu sıralar ise her yerde christmas hazırlığı içindeler, yollar, ağaçlar, evler süsleniyor, hediyeler hazırlanıyor. Kilisedeki konumuz christmas hazırlıkları ile ilgili , müslüman olanlara sormadıkları halde ben de katılmak istiyorum konuşmaya; christmas yemeğinizi anlatır mısınız , merak ediyorum demek istiyorum. Wonder yerine worry diyorum. Worry girince cümleye, sizin yemeğinizden çok korkuyorum, çok endişeleniyorum demiş oluyorum. Herkes pür dikkat bana kesiliveriyor, worry, worry diye fısıldaşmalara başlıyorlar. Oysa ne çok dinlemiştim çocukluğumda " don't worry be happy"i...Her konuştuğumdan şüpheleniyorum doğru mu dedim, yanlış dedim, ayıp mı ettim. Cep telefonsuzluk tedirginlik, cesaretsizlik yapsa da onun yokluğunda hiç unutulmayacak kelimeler öğrendim.
Memleketten annem arayıp neredesin kızım diye sorduğunda "kilisedeyim" anne diye cevap verdikçe, rahibeleri mi görüyorsun her gün kızım diye meraklanıyor.
Yirmi yıl önce bıraktığım İngilizceyi unutmuşum, hatırlamaya çalışıyorum. Cep telefonum en büyük yardımcım, hemen çeviriyorum bilmediğim kelimeleri. Hiç unutamayacağım kelimeler edindim, son bir ayda; nohut, çingene, merak, serseri.
Konserve kutularına bakıyorum,nohut arıyorum. Nohudun İngilizcesi neydi bir bakayım derken cep telefonum yere düşüyor paramparça oluyor. bir aydır telefonsuzum , nohutun İngilizcesini hiç unutmam artık. Telefon olmayınca, tüm İngilizlere karşı tek başıma kaldım.
Belediye haftada bir gün bir buçuk saat free İngilizce kursu açmış, hemen kayıt için başvuruya gidiyorum, kayıt formunu dolduruyorum, ırkımı işaretlemem için kutucuklar koymuşlar, hiç birini uygun bulamıyorum, en sondaki kutunun anlamını bilmediğim halde onu işaretliyorum. Eve gidene kadar ırkım diye neye işaret koyduğumu merak ediyorum. Eve gelip bilgisayarı açıp " gypsy" yazıyorum, ırkımı öğreniyorum.
Burada hep bir kutlama var, her kutlamanın nedenini kilise anlatıyordu. Önümüzdeki hafta Guy Fawkes gecesi olacakmış, her yerde çocuklar havai fişekler atacaklarmış. Kilisedeki öğretmenimiz Guy Fawkes'i anlatıyor, sarayın altına bomba yerleştirmiş, kraliçeyi parlamentoyu havaya uçaracakmış. Anlatılanların çoğunu anlıyorum , anlamadığım kelimeleri de işaretleyip evde bakacağım. Dersin sonunda öğretmen sorular soruyor, bana bilmediğim kelime çıkıyor, bilemiyorumu kabul etmiyor çok ilgili öğretmen , çok hevesli anlatıyor her türlüsünden ama yok, anlamıyorum. Yaşlı başlı öğretmenim yere yatıyor, debeleniyor , ölü numarası yapıyor. Su gibi terliyorum, benim için yerlerde tepinen bir öğretmenim daha önce hiç olmamıştı çok müteşekkirim ama yok anlamıyorum kim olabilir bu" who", queen (kraliçe) olabilir diyorum. Öğretmen tüm sınıf çok üzgün, nöövvv ayşa, nöövvvvv ayşa... Hayal kırıklığına uğrattım, idam edilen serseri kim diye soruyormuş. Sonraki hafta tüm gece sabahlara kadar havai fişekler atıldı şehrin her yerinde, her havai fişekte yerlerde debelenen öğretmenim gözümün önünde, bir çakıyor bir sönüyor, yüzüm kıpkırmızı bakamıyorum fişeklere....
Bu sıralar ise her yerde christmas hazırlığı içindeler, yollar, ağaçlar, evler süsleniyor, hediyeler hazırlanıyor. Kilisedeki konumuz christmas hazırlıkları ile ilgili , müslüman olanlara sormadıkları halde ben de katılmak istiyorum konuşmaya; christmas yemeğinizi anlatır mısınız , merak ediyorum demek istiyorum. Wonder yerine worry diyorum. Worry girince cümleye, sizin yemeğinizden çok korkuyorum, çok endişeleniyorum demiş oluyorum. Herkes pür dikkat bana kesiliveriyor, worry, worry diye fısıldaşmalara başlıyorlar. Oysa ne çok dinlemiştim çocukluğumda " don't worry be happy"i...Her konuştuğumdan şüpheleniyorum doğru mu dedim, yanlış dedim, ayıp mı ettim. Cep telefonsuzluk tedirginlik, cesaretsizlik yapsa da onun yokluğunda hiç unutulmayacak kelimeler öğrendim.
26 Kasım 2019 Salı
İngiltere'de İngilizce öğrenmenin yolu
İngiltere'de İngilizce öğrenmenin yolu üç saat yürüyüşle on kilometre. Şehir merkezine beş kilometre uzaklıkta evimizden yürüyerek gidiş geliş toplam on kilometre.
Geldiğim günden beri dilimde hep İngilizler, ne iyi insanlar, güler yüzlü, adaletli, işlerini hakkı ile yapan, dinleyen, önemseyen...Ama bu iyi insanlar ile konuşamıyorum, ne dediklerini anlayamıyorum.
Bir kursa gidebilseydim, hızlı sistemli sertifikalı bir öğrenme sürecine katılmayı çok istiyorum. Geldiğimiz günden beri eşim araştırıyor, bu küçük şehirde kurs sayısı iki tane ve fiyatları çok yüksek. Duymuş ki belediye de bir kurs veriyormuş ve ücreti diğer kurslara göre çok uygunmuş dört ay boyunca haftada iki gün iki saat ders karşılığı olarak 200 sterlin alıyormuş. Kayıt yaptırmaya gitmeden önce bütçe planımızı yaptık, eğer eşim ile otobüse binmeden şehre gidersek ayda 120 sterlin tasarruf edebilecektik...( şehir içi otobüs fiyatları çok pahalı bir kişi gidiş geliş 6 sterlin, aylık kart ise 60 sterlin) metro ve tren yok)
Önce bir tane
bisiklet aldık harika bir ikinci el , ama ben sürmeyi hiç bilmiyorum eşim çok acemi, vakit yok, süremedik, oğluma kaldı, sürmek...
Yürümeyi deniyoruz, yağmur her gün her anda olduğu için şemsiyelere rağmen şehre gidene kadar sırılsıklam oluyoruz, ( her gün ıslak ıslak dolaşmamıza rağmen çok şükür daha hasta olmadık) yollardan geçen arabaların sıçrattığı su da cabası...Ağaçlar ile kaplı patika bir yol keşfediyoruz, şehre ulaşmayı biraz daha uzatıyor ama ağaçlar yağmurun hızını kesiyor, arabaların yokluğu da daha az ıslanmamıza neden oluyor. Kimseciklerin olmadığı yolda sincaplar çıkıyor karşımıza, martılar ve içli öten kırmızı başlı küçük kuşlar, hep yeşil ısırganlar, sararıp kurumayan yabani otlar, gökyüzünün puslu karanlığını saklayan yaşlı ağaçlar...
Erkenden yola koyulup ele le tutuşarak yürümeye başlıyoruz, konuşuyoruz , eskileri, yenileri, hayalleri , geleceği, planları, sincapları , yaşlı ağaçları, ısırganları, dinmeyen yağmurları , İngilizleri, konuşuyoruz. Günün sonunda nasıl bitti on kilometre diye şaşırıyoruz.
Bir hafta her gün yürümeyi tecrübe ettikten sonra otobüs bütçesini kursa aktarabileceğimize kanaat getirip belediye kursuna başvurduk.
Yine güler yüzlü yetkililer ile karşılandık, sanki işlerinin ilk günü gibi heyecanla bize yardım etmeye etmeye çalışıyorlar. Kayıt formunu doldurduk, sıra ödeme planına gelince yetkili kişi kağıtta " other" ( diğerleri) yazan bölüme kaleminin ucunu dokundurup " 670 " sterlini gösterdi. Şaşırdık, rengimiz soluverdi ama o aynı güler yüzle kaleminin ucunu other da gezdiriyordu. Biz anlam veremedikçe , other ı yuvarlak içine alıyor, bizi o yuvarlığın içine 670 sterline hapsediyor . Ben hiç konuşamıyorum ama şunları söylemeyi çok istiyorum, bu ayrımcılığı yetkili kişiler kılıfına uydurabilir ama öğretmenler bu durumu nasıl karşılıyor diye sorabilmeyi çok istiyorum. Aynı sınıfta ingiliz , avrupa vatandaşları ile derse giriyoruz, aynı dersi dinliyoruz ama bizden üç kat daha fazla ücret alınmasına, other olmamıza dersi anlatan öğretmenler nasıl bakıyor?
Bir öğretmen için zor olmalı sınıfındaki ayrımcılık.
Dönüş yolumuz farklılaşıyor tedirginlik geliyor, karşıdan bir İngiliz geliyor, daire içindeki other lığımızı anımsayıp kaldırımdan inerek İngilize yol veriyoruz, yol ingiliz yolu, sincaplar, ısırganlar yabancılaşıyor, ağaçlar yüzyıllarca ingilizleri görmüş, bizi bilmiyor, kırmızı başlı kuşun ötüşü yabancı, bizim bildiğimiz gibi ötmüyor.
Eve gelip olanları düşündükçe daha fazla hırslanıyorum İngilizce öğrenmeye. Otobüs ücretinde, otelde , hastanede bile daha fazla ücrete tabi tutulsaydım bu kadar acıtmazdı içimi, yaşadığım yerin dili ile , hislerimi söyleyememek çok ağır geldi bana. Other lığımı unutacak kadar hırslandım,
nasıl İngilizce öğreneceğim diye araştırıyorum, her gün. Bir günümü bile evde oturarak geçirmedim, her gün sabahtan akşama sokaklardayım. Her dükkana dalıyorum, kitapçılarda çocuk bölümlerinde bir kenara oturup çocuk kitaplarını okuyorum, kütüphanelere gidip her kitabı karıştırıyorum ama kelime hazinem çok kısıtlı.
Bu küçük şehirde neredeyse yüzü aşkın kilise var, her gün bir etkinlik yapıldığını duvarlarına astıkları ilanlardan görüyorum, çoğunlukla kadınlar ve çocukları ile...Her sabah eşim ile yine elele yola koyuluyorum, hangi kilisede ne etkinlik varsa içeri dalıyorum, ne dediklerini çoğunlukla anlayamadan, tarzanca konuşarak günün sonunu getirip eşimle buluşup eve kadar yürüyoruz. Bütün gün neler yaptığımı hangi kelimeleri duyduğumu anlatarak geçen on kilometrelik yol kısacıklaşıyor.
Yürümeye o kadar bağlandık ki, yürümekle tasarruf edilecek paraya ihtiyacımız kalmadığı halde, yürümeyi bırakamıyoruz. İki ayda sadece beş kez otobüse binmişiz, 55 çarpı 10 eşittir 550 kilometre yol yürümüşüz, yürümeye de devam ediyoruz. Balayı hiç yapmadık nasıl bir şey bilmiyoruz ama balayında gibiyiz diye diye yürüyoruz.
İngilizce öğrenmenin yolu her gün on kilometre, el ele, konuşa konuşa...
19 Kasım 2019 Salı
İngiltere'deki komşum
İngilizler ne güler yüzlü insanlarmış, burada iki ay boyunca tecrübe ettim. Her göz göze geldiğim İngiliz mutlaka "haayy" diyerek kocaman gülümsüyor. Yaşadığım şehirde yabancı çok az, mahallemde neredeyse hiç yabancı yok hepsi İngiliz. Selamlaşmayı küçük görmemek lazım, bazen hava gibi su gibi gerekli oluveriyor. Çorum'da çok sevdiğim selamlaşmayı bırakmak zorunda kalmıştım; gülerek selam verdiğim çok az kişi aynısı ile karşılık veriyordu. Çorumlular verilen selamı çok fazla önemsiyorlardı, selam verip gitmek olmazdı, durdurulup " kızım bizim köylü müsün, kimlerdensin, nerelisin, nereden geldin, seni tanıyor muyum, seni gözüm ısırıyor, yabancı mısın, çalışıyor musun, evli mi bekar mısın , çocuk var mı...Verdiğim selama fazlaca anlam yüklüyorlar, selamdan sonra mutlaka görüşelim diye telefon numaramı alıyorlar, evimin adresine kadar vermek zorunda kalıyordum hatta gözleri az gören bir teyze sırf gülerek selam verdim diye askerdeki torununun fotoğrafını gösterip senin gibi bir kız arıyoruma kadar götürmüşlüğü vardı( teyzenin gözü hiç görmüyor olmalıydı:)
Her gün sekiz kilometre yol yürüyorum, yolumda karşılaştığım her çocuk kadın erkek yaşlı genç hiç istinasız selam veriyor, gülüyor, kaldırım dar ise kenara çekildiğimde teşekkür üstüne teşekkür ediyorlar, yol vermeyi karşıdakinden beklemiyorlar, ilk yol veren onlar oluyor. Yollardaki arabalar kaldırımda yürüyenleri gözetliyor gibi, yüzümü yol tarafa çevirsem arabalar duruveriyor. Çok utanıyorum, karşıya geçmeyeceksem yol tarafa hiç bakmıyorum. Şu ana kadar bir kere bile korna sesi duymadım. Araba yolları geniş olmamasına rağmen bisikletli , kay kaylı, scooterlılar araba yolunda gidiyorlar, sanki hiç bir aracın acelesi yok gibi. Acelesi olmayan insan mı var, yola çıkan herkesin ulaşmak istediği bir yer var iken...
Mahallemde altı çocuklu bir adam var, ( karısını hiç görmedim) onu evimin önünden geçerken görmek bile bana öyle enerji veriyor ki...
Her sabah altı çocuk ile okula gidiyor, çocukların ikisi bebek arabasında dördü bisiklet scooter , kay kay ile ..Okula giden dört çocuğun saçlarına kapıda tarak verirken , görüyorum, küçücük çocuklar kendi kendilerini tarıyorlar. Paltolar, beslenme çantaları, ayakkabılar, pusette ağlayan bebeklerin ağzına biberon verirken görüyorum.Pusette çok ağlayanları boynuna alıyor, diğerlerini önüne katıp şarkılar ile kahkahalar ile yola koyuluyorlar. Her sabah yarım saat süren bir yolu bu şekil gidip , dört çocuğu bırakıp pusettekiler ile ıslık şarkı ile geri dönüyor . Buz gibi havada pusetteki çocuklar pijamaları ile ayakları çıplak , komşumun üzerinde her zaman şort ile tişört..Yolda kaybolana kadar arkalarından izliyorum. Öğleden sonra çocukları okuldan almaya yine pusettekiler ile gidiyor, saçları başları dağılmış, okul çocukları ile geri dönerken şarkılarını hiç eksik etmiyorlar...
Bir gün yüzü asık görmedim, sabah akşam boynunda elinde kucağında arkasında önünde altı çocuk ile sokaklarda ıslık şarkılar ile onu görmek bana güç veriyor.
Her gün sekiz kilometre yol yürüyorum, yolumda karşılaştığım her çocuk kadın erkek yaşlı genç hiç istinasız selam veriyor, gülüyor, kaldırım dar ise kenara çekildiğimde teşekkür üstüne teşekkür ediyorlar, yol vermeyi karşıdakinden beklemiyorlar, ilk yol veren onlar oluyor. Yollardaki arabalar kaldırımda yürüyenleri gözetliyor gibi, yüzümü yol tarafa çevirsem arabalar duruveriyor. Çok utanıyorum, karşıya geçmeyeceksem yol tarafa hiç bakmıyorum. Şu ana kadar bir kere bile korna sesi duymadım. Araba yolları geniş olmamasına rağmen bisikletli , kay kaylı, scooterlılar araba yolunda gidiyorlar, sanki hiç bir aracın acelesi yok gibi. Acelesi olmayan insan mı var, yola çıkan herkesin ulaşmak istediği bir yer var iken...
Mahallemde altı çocuklu bir adam var, ( karısını hiç görmedim) onu evimin önünden geçerken görmek bile bana öyle enerji veriyor ki...
Her sabah altı çocuk ile okula gidiyor, çocukların ikisi bebek arabasında dördü bisiklet scooter , kay kay ile ..Okula giden dört çocuğun saçlarına kapıda tarak verirken , görüyorum, küçücük çocuklar kendi kendilerini tarıyorlar. Paltolar, beslenme çantaları, ayakkabılar, pusette ağlayan bebeklerin ağzına biberon verirken görüyorum.Pusette çok ağlayanları boynuna alıyor, diğerlerini önüne katıp şarkılar ile kahkahalar ile yola koyuluyorlar. Her sabah yarım saat süren bir yolu bu şekil gidip , dört çocuğu bırakıp pusettekiler ile ıslık şarkı ile geri dönüyor . Buz gibi havada pusetteki çocuklar pijamaları ile ayakları çıplak , komşumun üzerinde her zaman şort ile tişört..Yolda kaybolana kadar arkalarından izliyorum. Öğleden sonra çocukları okuldan almaya yine pusettekiler ile gidiyor, saçları başları dağılmış, okul çocukları ile geri dönerken şarkılarını hiç eksik etmiyorlar...
Bir gün yüzü asık görmedim, sabah akşam boynunda elinde kucağında arkasında önünde altı çocuk ile sokaklarda ıslık şarkılar ile onu görmek bana güç veriyor.
9 Kasım 2019 Cumartesi
İngiltere'de alışveriş
İngiltere'ye gelişimin kırk beşinci gününde bir palto alma mecburiyetini daha fazla geciktiremeyecek kadar soğuklar bastırdı. İkinci el mağazalardan bol bol var burada, henüz hiçbirini görmemiş iken camekanında palto asılı olan birine girdim . Akla gelen gelmeyen her şeyin tıka basa dolu olduğu küçücük bir dükkan içinde iki küçük raf dolusu eski kitaplar dikkatimi çekti. Yırtık pırtık dekor dergileri el işleri kitapları arasında kocaman pırıl pırıl ciltli " at bakımı"nı çekip çıkarttım. Üzerindeki 2 Sterlin yazısını görünce hemen kasaya gittim. Kasadaki kadın aldığım kitap ile ilgili bir kaç cümle söyledi , anlamadım " yes yes " dedim, bir soru sordu elimdeki kitabı işaret ederek, have'li, got'lı , başımı salladım ( atınız mı var dememiştir, atlara ilgi mi duyuyorsunuz demiş olabilir)
Küçük dükkandan atlı kitabıma sarılarak çıktım, bir banka oturdum. Termosumdaki İngiliz çayını yudumlayarak kitabımı okuyamadan küçük çocuklar gibi resimlerine bakarak sayfalarını çevirdim. Hava , palto almayı geciktirecek kadar ısındı.
Kendime özel aldığım ilk şey bir at bakımı kitabı oldu.
( Evdekiler dalga geçemezdi, eşim İngiltere'deki ilk günümüzde ucuz diye iki kilo tuz almıştı, iki kilo tuzu saatlerce sırt çantamızda taşımıştık.)
3 Kasım 2019 Pazar
İngiltere'deki evimiz
Küçücük bir şehir burası, evimiz şehrin en uzak bir köşesinde. Küçük şehirde kiralık ev bulmak çok zor. Bir oda bir salonlu evlere ( 600 ile 750 sterlin, hepsinin içinde çamaşır bulaşık makinesi buzdolabı fırın ocak mevcut ) bakarken çocuk olduğu için iki oda bir salonlu ev tutmamız gerektiğini öğrendik. İki odalı evlerde taban 740 tan başlıyor, gitme günümüze çok az kalmış iken otellerde kalmayalım diye dua ederken, şehrin en uzak köşesi karşımıza çıktığında balıklama atladık, içinde buzdolabı bulaşık çamaşır makinesı olmamasını gözümüz görmedi. Emlakçıların hemen hemen hepsi 12 aylık peşin ödeme isterken bu halden anlayan ev sahibi sadece ama sadece 6 aylık peşin ve neredeyse iki aylık da depozito istiyordu, Allah razı olsundu, kiramız aylık sadece 740 sterlin.
Evimize yerleştik. Eşyalarımız, üç tabak üç çatal üç kaşık, bir bıçak, bir tencere bir tava iki şişme yatak, iki pike ve bir ütü. Bir hafta boyunca halıfleks kaplı yere örtü sererek sofra kurduk, şişme yatakları gündüz salona akşam odalara götürerek hem yatak hem koltuk yaptık.
Planımızda eve yerleşir yerleşmez ikinci el de olsa koltuk yatak masa dolap mutfak eşyaları almak varken bir haftadır eşyasız yaşıyorduk. Ne güzel yaşıyorduk. Küçük ev eşyasız kocamandı. Oğlumun aklına Japon filmleri geliyordu, İngiltere'de Japonlar gibi yaşıyoruz diyordu. Eşim, eşya taşırken duvara kapıya vurulacak, depozitodan olacağız diye korkarken ben eşyasız nasıl yaşanırı merak ettiğimden evimizin boşluğu uzun süre devam etti. Çocuk okula başlarken derslerini rahat yapsın diye masa ile üç sandalye aldık. Masayı eşim sandalyeleri oğlumla paylaşıp eve kadar yürürken bir sihri, bozmuşum gibi hüzünlüydüm.
Evimize yerleştik. Eşyalarımız, üç tabak üç çatal üç kaşık, bir bıçak, bir tencere bir tava iki şişme yatak, iki pike ve bir ütü. Bir hafta boyunca halıfleks kaplı yere örtü sererek sofra kurduk, şişme yatakları gündüz salona akşam odalara götürerek hem yatak hem koltuk yaptık.
Planımızda eve yerleşir yerleşmez ikinci el de olsa koltuk yatak masa dolap mutfak eşyaları almak varken bir haftadır eşyasız yaşıyorduk. Ne güzel yaşıyorduk. Küçük ev eşyasız kocamandı. Oğlumun aklına Japon filmleri geliyordu, İngiltere'de Japonlar gibi yaşıyoruz diyordu. Eşim, eşya taşırken duvara kapıya vurulacak, depozitodan olacağız diye korkarken ben eşyasız nasıl yaşanırı merak ettiğimden evimizin boşluğu uzun süre devam etti. Çocuk okula başlarken derslerini rahat yapsın diye masa ile üç sandalye aldık. Masayı eşim sandalyeleri oğlumla paylaşıp eve kadar yürürken bir sihri, bozmuşum gibi hüzünlüydüm.
Evimizin son hali
(Masayı kurar kurmaz eşim sandalye masa bacakları altına karton yerleştirmiş.( depozito şirketi evi teslim ederken duvarda iğne ucu kadar lekeyi, halıdaki belli belirsiz koltuk izini gösterdiği için çok ürkmüş olsa gerek))
Bakmaktan zevk aldığım renkli evler, dekorlar, koltuklar, masalar, halılar iken televizyonda dizilerde konakları villaları nasıl döşemişler diye merakla izlerken burada hiç eşyasız yaşamaya neden heves ediyorum, bilmiyorum.
Mutfakta kepçesiz de idare edebildiğimi gördükçe mutlu oluyorum. Bir seneden daha fazla kalma planım olsa yine de kepçe almamaya direnebilir miydim, kepçesizliğe dayanabilir miydim , bilemiyorum.
2 Kasım 2019 Cumartesi
Yağmursuz bir günde
Bir aydır her gün yağmur yağıyor, yağmurun yağmadığı bir kaç saatlik anlarda İngiltere'de yaşadığım çevrenin fotoğraflarını çekiyorum;
Arka bahçemiz
Şehre giden yol
Ön bahçe
İngiltere'de bir ağaç, mahallemde aynı dili konuştuğum tek komşum...
Hayatımda görmediğim cins köpekler...Köpekler yorulursa oturarak seyahat edecekleri bebek arabası gibi özel el arabaları var.
Köpeksiz ev yok gibi
Arka bahçe, köpekler için , köpekler bu çimlerde özgürce koşuyor,
Şehir
Bizim mahalle
24 Ekim 2019 Perşembe
İngiltere'de ilk günüm
Yurt dışına çıkmak uzaya çıkmak gibiydi , hayatımızda hiç yurt dışı görmediğimizden bir bilinmezliğe , karanlığa doğru yolculuk yapacaktık. İngiltere'nin bir şehrinde merkezden uzak bir mahallede küçük bir apartman katını tutabilmek için altı aylık peşin ve yüklü bir depozito vermek bütçeyi alt üst etti neredeyse yok etmişti. Anne babadan destek, çocuğun kumbarasına kadar alarak çıkacağımız yolculukta bilinmezliğin getireceği masraftan çok korkuyorduk. Thy yeni bir uygulamaya başlamış,bize nasip oluyor, Londra'dan şehrimize uçak ile değil tren ile aktarma yapacağız , indiğimiz havaalanından direkt tren , daha ucuz . Korku tedirginlik cahillik üst üste olunca hiç durmadan " emin misiniz " diye soruyoruz muhatap olduklarımıza, her defasında "eminler".
Annem bavullarımızı hazırlıyor. İlk aylarda büyük alışveriş yapacak gücümüz olmadığı için,boş bir eve gideceğiz diye her ihtiyacımızı bavula sığdırmaya çalışıyor, yatak yerine geçecek yorgan,battaniye, yastık, sofra için üç çatal üç kaşığı tavası tenceresi , banyo için sabunu ,havlusu,temizlik bezi ... Her ihtiyacı üç bavula sıkıştırmak için günlerce uğraşıyor, annem.
Annemin hazırladığı bavulları her birimiz birer tane alarak İstanbul havaalanına geldik. İngiltere için sıraya girdik. Bavullarımızı tartıp barkot kesen thy görevlisi ,şanslı olduğumuzu söylüyor thy nın bu yeni uygulaması ile bavullarımız direkt trene aktarılacakmış, havaalanında bavul aramakla vakit kaybetmeyecekmişiz. Yine tüm cahilliğimizle defalarca soruyoruz, emin misiniz? Diğer muhatap olduğumuz görevliler gibi hemen eminin demedi, üstüne sormak istedi, bizi kenara ayırdılar, bir saat sonra "emin oldular" . Bavullarımız bineceğimiz trene aktarılacakmış, kesinlikle eminler. Londra Heathrow havaalanına indik. Trenimize rahat rahat yetişecek iki saatimiz var ,pasopart kontrolune girdik. Pasaport kontrolünden sonra geriye bir saatimiz kalmış iken trenimizi aramaya başladık.. Şehrimize direkt giden treni bulamıyoruz. Havaalanı mahşer yeri gibi, her ırktan türlü türlü insanları yararak koştura koştura tren arıyoruz. Birbirimizi kaybetmeyelim diye el ele koşuyoruz. Tüm tensleri, past kontiniyusları çok iyi biliyorum ama ne konuşulanı anlıyor ne de tek bir cümle kuramıyorum, bu memlekette dilsiz ve sağırım. Eşimin akademik ingilizcesi çok iyi kendi kendine konuşma dinleme pratiği yaptı yıllarca ama bu ilk meydan muharebesi ummadığı kadar zorlaşmış, soluk soluğa kulağını konuşanın ağzına götürerek kendi konuşurken karşıdakinin kulağına eğilerek tane tane anlatmaya anlamaya çalışarak şehrimize giden tren olmadığını öğreniyoruz. Ne olup bittiğini anlayabilmek için havaalanında bir yukarı bir aşağı koşturarak , thy yazan bir tabela arıyoruz, elimizdeki bilette trenin kalkmasına yarım saat var iken bir yetkiliyi buluyoruz. Üçümüz de yağmur altında kalmış gibi terliyiz, gözlüğümün camları terimden buğulanmış, eşimin ceketi sırılsıklam olmuş , oğlumun saçlarından ter fışkırıyor iken yetkili halimize üzülüyor , çünkü; şehre direk giden tren yok, thy nın trene bavul aktarma diye bir uygulaması yok, bilgisayardan bakıyor, bavullarımız da yok...Ama elimizdeki bilet ile bir kaç defa aktarma yaparak şehrimize para vermeden gidebilecektik...Trenin kalkmasına 12 dakika kalmış iken görevli kişi rapor tutmamızı istedi, yanlış bilgileri , kaybolan bavulları, bir saat boyunca soluk soluğa koşturmamızı belgelendirmek gerekiyordu. Bir anlık düşünme vaktimiz vardı, ilk aklımıza gelen şey " trenin kaçmasını göze alamayız ", elimizdeki bilet yanacak kim bilir ne kadar masraf olacaktı. Soluk soluğa başka bir şehre giden trene bindik..İndiğimiz bindiğimiz tüm trenlerin gebze , halkalı arası banliyo treni gibi numarasız, her gelenin bulduğu yere oturduğunu görünce bavullarımızın kaybolduğunu anladık. Oturamadan, terimiz ile ıslanmış paltolarımızı çıkartamadan, pencereden akan yeni bir ülkeye bakamadan bavullarımızın yasını tutamadan, emlakçı ile randevumuza yetişemeyip , evin anahtarlarını alamayacağımızı akşama nerede kalacağımızın yasını tutmaya başlamıştık. Tren hızla bizi bir karanlığa, bilinmedik masraflara doğru götürüyordu. O sırada vatsaptan bir mesaj geliyor, bir kadının güzel yüzü telefonumda beliriyor" ayşe hanım bu akşam bizim misafirimiz olun" diyor.
Öğleleyin gelmemiz gereken şehre akşam sağanak yağmur altında indik. Gelen davete icabet etmeye hiç bu kadar ihtiyacım olmamıştı ama sırıl sıklam ıslanmış buram buram ter kokuyor, yedek hiç kıyafetimiz yok diye utanıyorum, davete icabet edemiyorum..Tren garına yakın, bir gecelik fiyatı zaten ayakta zor duran bütçeyi yumruklamış, pis bir otelde, banyosuna bile giremeden ıslak üstümüzü başımızı değiştiremeden uykuya kalıyoruz.
Ertesi sabah bir günlük daha otel parasını kaldırmayacak bütçenin verdiği gözü karalık ile randevusuz bir şekilde emlakçı dükkanına çöküyoruz...( İngiltere'de yaşamaya başlayınca randevunun en önemli ingiliz prensibi olduğunu anlıyorum, yaptığımız şey kabul edilir bir şey değildi)
Akşama doğru bomboş evimize girdiğimizde yanımızda bir çocuk olduğunu unutup tüm gün ağzımıza bir şey koymadan evin anahtarlarını alabilmek için koşturduğumuzun farkına vardık. Eşim bir market bulmak için evden çıktığında pencereden arkasından baktım. Sokaklarda hiç kimse yoktu, evlerin ışıkları tek tük yanıyor sanki herkes erkenden yatmıştı. Pencereden ayrılıp bomboş odalara baktım, biz nasıl yatacaktık? Bir karton parçası bulmalı çoçuğun altına koymalı ya üstüne ne örtmeli, ev buz gibi... Oğlumun yanından uzaklaştım, boş odalardan birine girdim. Boşlukta oturarak düşünüyorum,
dünyadaki diğer insanlar, çaresiz kaldıklarında ne yapıyorlar, Afrikada'ki, Amerika, Ekvatorda Kutuplardaki,
dün ayak bastığım bu ülkedeki insanlar... İnsanlar kendilerini yalnız hissettiklerinde neyi düşünüp teselli buluyorlar. İnandıklarına , sevdiklerine , işlerine, bir saksı çiçeklerine, bahçelerine ,köpekleri-kedilerine, kitaplarına, hayallerine, planlarına , randevularına mı sığınıyorlar ... Boş oda yokluklarım ile doluyor, konuşacak dilim yok, anlayacak kulağım yok, annemin hazırladığı bavullarım yok, üstümdeki kıyafetten başkası yok. Hep çaresizliklerimi yazıp durduğum bloğum aklıma geliyor, rahatlıyorum. İstanbul'dan başlayıp Çorum'da yazmaya devam ettiğim dertlerimi İngiltere'nin bu şehrinde okuyan biri varmış, güzel yüzlü bir kadın...
Oğlum geliyor, korkmuş, üşümüş, anne ne zaman Çorum'a döneceğiz diye yanıma sokulduğunda, hissettiğim duygular içinde utanç çok zayıf kalıyor, yine yazıya sarılıyorum. Vatsaptan halimi anlatan iki cümle yazıyorum Deniz hanıma. İki kısacık cümleden dünyalar çıkarıyor Deniz hanım henüz eşim marketten gelememiş iken eli kolu evimin kapısını çalıyor...Şişme yataklar, yorgan yastıklar , nevresim havlular, şampuan sabunlar, yiyecekler, tava, tabak çatal bıçaklar...Önce karnımızı doyuruyoruz, banyo yapıp kurulanıyoruz, şişme yatakları şişirip mis gibi kokan nevresimli yataklarda uyumak için yatıyoruz. Hemencecik derin uykuya dalmış aileme bakarken, hayatımda hiç bu kadar hızlı bir iyilik görmediğimi , beni hiç tanımayan birinin halimden anlaması için iki cümlenin yeterli olduğunu, nasıl anlayabilir nasıl yaşayabilirdim;
Türk hava yolları yanlış bilgi vermeseydi, bavullarımızı kaybetmeseydi , hiç bilmediğimiz bir yerde az bir para ile idare edeceğiz diye daha ucuz olan tren aktarmalı bilet almasaydık...Teşekkür ederim thy.
Annem bavullarımızı hazırlıyor. İlk aylarda büyük alışveriş yapacak gücümüz olmadığı için,boş bir eve gideceğiz diye her ihtiyacımızı bavula sığdırmaya çalışıyor, yatak yerine geçecek yorgan,battaniye, yastık, sofra için üç çatal üç kaşığı tavası tenceresi , banyo için sabunu ,havlusu,temizlik bezi ... Her ihtiyacı üç bavula sıkıştırmak için günlerce uğraşıyor, annem.
Annemin hazırladığı bavulları her birimiz birer tane alarak İstanbul havaalanına geldik. İngiltere için sıraya girdik. Bavullarımızı tartıp barkot kesen thy görevlisi ,şanslı olduğumuzu söylüyor thy nın bu yeni uygulaması ile bavullarımız direkt trene aktarılacakmış, havaalanında bavul aramakla vakit kaybetmeyecekmişiz. Yine tüm cahilliğimizle defalarca soruyoruz, emin misiniz? Diğer muhatap olduğumuz görevliler gibi hemen eminin demedi, üstüne sormak istedi, bizi kenara ayırdılar, bir saat sonra "emin oldular" . Bavullarımız bineceğimiz trene aktarılacakmış, kesinlikle eminler. Londra Heathrow havaalanına indik. Trenimize rahat rahat yetişecek iki saatimiz var ,pasopart kontrolune girdik. Pasaport kontrolünden sonra geriye bir saatimiz kalmış iken trenimizi aramaya başladık.. Şehrimize direkt giden treni bulamıyoruz. Havaalanı mahşer yeri gibi, her ırktan türlü türlü insanları yararak koştura koştura tren arıyoruz. Birbirimizi kaybetmeyelim diye el ele koşuyoruz. Tüm tensleri, past kontiniyusları çok iyi biliyorum ama ne konuşulanı anlıyor ne de tek bir cümle kuramıyorum, bu memlekette dilsiz ve sağırım. Eşimin akademik ingilizcesi çok iyi kendi kendine konuşma dinleme pratiği yaptı yıllarca ama bu ilk meydan muharebesi ummadığı kadar zorlaşmış, soluk soluğa kulağını konuşanın ağzına götürerek kendi konuşurken karşıdakinin kulağına eğilerek tane tane anlatmaya anlamaya çalışarak şehrimize giden tren olmadığını öğreniyoruz. Ne olup bittiğini anlayabilmek için havaalanında bir yukarı bir aşağı koşturarak , thy yazan bir tabela arıyoruz, elimizdeki bilette trenin kalkmasına yarım saat var iken bir yetkiliyi buluyoruz. Üçümüz de yağmur altında kalmış gibi terliyiz, gözlüğümün camları terimden buğulanmış, eşimin ceketi sırılsıklam olmuş , oğlumun saçlarından ter fışkırıyor iken yetkili halimize üzülüyor , çünkü; şehre direk giden tren yok, thy nın trene bavul aktarma diye bir uygulaması yok, bilgisayardan bakıyor, bavullarımız da yok...Ama elimizdeki bilet ile bir kaç defa aktarma yaparak şehrimize para vermeden gidebilecektik...Trenin kalkmasına 12 dakika kalmış iken görevli kişi rapor tutmamızı istedi, yanlış bilgileri , kaybolan bavulları, bir saat boyunca soluk soluğa koşturmamızı belgelendirmek gerekiyordu. Bir anlık düşünme vaktimiz vardı, ilk aklımıza gelen şey " trenin kaçmasını göze alamayız ", elimizdeki bilet yanacak kim bilir ne kadar masraf olacaktı. Soluk soluğa başka bir şehre giden trene bindik..İndiğimiz bindiğimiz tüm trenlerin gebze , halkalı arası banliyo treni gibi numarasız, her gelenin bulduğu yere oturduğunu görünce bavullarımızın kaybolduğunu anladık. Oturamadan, terimiz ile ıslanmış paltolarımızı çıkartamadan, pencereden akan yeni bir ülkeye bakamadan bavullarımızın yasını tutamadan, emlakçı ile randevumuza yetişemeyip , evin anahtarlarını alamayacağımızı akşama nerede kalacağımızın yasını tutmaya başlamıştık. Tren hızla bizi bir karanlığa, bilinmedik masraflara doğru götürüyordu. O sırada vatsaptan bir mesaj geliyor, bir kadının güzel yüzü telefonumda beliriyor" ayşe hanım bu akşam bizim misafirimiz olun" diyor.
Öğleleyin gelmemiz gereken şehre akşam sağanak yağmur altında indik. Gelen davete icabet etmeye hiç bu kadar ihtiyacım olmamıştı ama sırıl sıklam ıslanmış buram buram ter kokuyor, yedek hiç kıyafetimiz yok diye utanıyorum, davete icabet edemiyorum..Tren garına yakın, bir gecelik fiyatı zaten ayakta zor duran bütçeyi yumruklamış, pis bir otelde, banyosuna bile giremeden ıslak üstümüzü başımızı değiştiremeden uykuya kalıyoruz.
Ertesi sabah bir günlük daha otel parasını kaldırmayacak bütçenin verdiği gözü karalık ile randevusuz bir şekilde emlakçı dükkanına çöküyoruz...( İngiltere'de yaşamaya başlayınca randevunun en önemli ingiliz prensibi olduğunu anlıyorum, yaptığımız şey kabul edilir bir şey değildi)
Akşama doğru bomboş evimize girdiğimizde yanımızda bir çocuk olduğunu unutup tüm gün ağzımıza bir şey koymadan evin anahtarlarını alabilmek için koşturduğumuzun farkına vardık. Eşim bir market bulmak için evden çıktığında pencereden arkasından baktım. Sokaklarda hiç kimse yoktu, evlerin ışıkları tek tük yanıyor sanki herkes erkenden yatmıştı. Pencereden ayrılıp bomboş odalara baktım, biz nasıl yatacaktık? Bir karton parçası bulmalı çoçuğun altına koymalı ya üstüne ne örtmeli, ev buz gibi... Oğlumun yanından uzaklaştım, boş odalardan birine girdim. Boşlukta oturarak düşünüyorum,
dünyadaki diğer insanlar, çaresiz kaldıklarında ne yapıyorlar, Afrikada'ki, Amerika, Ekvatorda Kutuplardaki,
dün ayak bastığım bu ülkedeki insanlar... İnsanlar kendilerini yalnız hissettiklerinde neyi düşünüp teselli buluyorlar. İnandıklarına , sevdiklerine , işlerine, bir saksı çiçeklerine, bahçelerine ,köpekleri-kedilerine, kitaplarına, hayallerine, planlarına , randevularına mı sığınıyorlar ... Boş oda yokluklarım ile doluyor, konuşacak dilim yok, anlayacak kulağım yok, annemin hazırladığı bavullarım yok, üstümdeki kıyafetten başkası yok. Hep çaresizliklerimi yazıp durduğum bloğum aklıma geliyor, rahatlıyorum. İstanbul'dan başlayıp Çorum'da yazmaya devam ettiğim dertlerimi İngiltere'nin bu şehrinde okuyan biri varmış, güzel yüzlü bir kadın...
Oğlum geliyor, korkmuş, üşümüş, anne ne zaman Çorum'a döneceğiz diye yanıma sokulduğunda, hissettiğim duygular içinde utanç çok zayıf kalıyor, yine yazıya sarılıyorum. Vatsaptan halimi anlatan iki cümle yazıyorum Deniz hanıma. İki kısacık cümleden dünyalar çıkarıyor Deniz hanım henüz eşim marketten gelememiş iken eli kolu evimin kapısını çalıyor...Şişme yataklar, yorgan yastıklar , nevresim havlular, şampuan sabunlar, yiyecekler, tava, tabak çatal bıçaklar...Önce karnımızı doyuruyoruz, banyo yapıp kurulanıyoruz, şişme yatakları şişirip mis gibi kokan nevresimli yataklarda uyumak için yatıyoruz. Hemencecik derin uykuya dalmış aileme bakarken, hayatımda hiç bu kadar hızlı bir iyilik görmediğimi , beni hiç tanımayan birinin halimden anlaması için iki cümlenin yeterli olduğunu, nasıl anlayabilir nasıl yaşayabilirdim;
Türk hava yolları yanlış bilgi vermeseydi, bavullarımızı kaybetmeseydi , hiç bilmediğimiz bir yerde az bir para ile idare edeceğiz diye daha ucuz olan tren aktarmalı bilet almasaydık...Teşekkür ederim thy.
3 Ekim 2019 Perşembe
Saliha Abla
Bir haftadır İngiltere'de Pıtpıt'sızım. Karanlık ıslak soğuk günler birbiri ardı sıra gelirken, Pıtpıt'ı çok özlüyorum. Pıtpıt olsaydı karanlık bu kadar karanlık soğuk bu kadar soğuk olmazdı diye iç geçiriyor, her gece ayak ucumdaki boşluğa bakarak ağlıyorum. İngiltere'deki her gecemde Saliha abla geliyor, nemli odama, yanı başıma. O gelince, hiç durmadan yağan yağmur kesiliyor, bildiğim özlediğim güneş odama doğuyor, duvarların, yatağımın yastığımın yorganımın nemini kurutuyor, ısınıyorum, uyuyorum.
Ailemden biriydi Pıtpıt. Aynı çatı altında yaşayan dördümüzdük. Gidiyorum diye onu bilmediğim, yabancı yerlere emanet etmek zorunda kalacağımı hiç hesaba katmamıştım. Allah'ım başıma bu acı neden geldi diye sorgulayıp , ne yapacağımı bilemeden dövünüp çırpınırken , bir yerin beni beklediğinin farkında değildim. Beni bekleyen yer yolumun üstünde bir yerdi. Yolculuğumuzda,yeşil bir evin önünde durduk, saydım tam yirmi kedi bizi küçücük bir bahçede karşıladı, hepsi huzurlu hepsinin karnı doymuş, uyku mahmurluğunda...Bahçenin arkasından üç köpek havladı, üçü de terk edilmiş köpeklerdi, bir ayağı kesilmiş üç ayaklı köpek en sevimli olanıydı...Yeşil evin kapısını beyaz başörtülü Saliha abla açtı. Saliha ablayı ilk kez görüyordum, keşke başka şartlarda karşılaşsaydık, benim bahçeli bir evim olsaydı, şu sevimli üç ayaklı köpeği sahiplenmek için bu kapıyı çalsaydım...Sular seller gibi terlemiştim, utanma sıkılma ne yapacağımı bilememe ile şaşkın şaşkın kapısında dikilirken Pıtpıt nerede dedi, Saliha abla. Pıtpıt'ı emanet edeceğim tek güvenilir yerin kapısında olduğumu anladım. Saliha abla emekli olmuş eşi ile birlikte terk edilmiş, hastalanmış sokak hayvanlarına küçücük bahçelerinde kalıcı yuvalarını bulana kadar ev sahipliği yapıyorlar. Onlarca hayvanın karnını doyurup sağlıklarına kavuşturup yuva aramak ne zorlu iş diye düşünüyor insan. Saliha ablanın da eşinin de sağlık problemleri olması bu işi gönülden yapmalarına engel olmuyor ama beni çok üzüyor, bir de ben eklendim diye, üstelik Pıtpıt'ı çok özel yere koyup itina ile sakınarak bakmaya çalışmaları onlara ek bir zahmet olacak diye...Saliha abla ve eşi Pıtpıt'ımı aldı, ona özel oda hazırlayıp evinin tüm kapılarını açtılar. Yolculumuzda yiyelim diye peşimize bir poşet vererek bizi yolculadılar. Yeşil evin kapısını kapatırken göz yaşlarım sele dönmüştü, bu eve, içindekilere sonsuza kadar bağlanacağım duygusu salya sümüğümü kazağımın koluna sildirdi. Yol boyunca torbadan çıkarttıklarımızla karnımızı doyurduk, Saliha ablanın bahçesindeki kedilerden bir kedi köpeklerden bir köpektim benim de halimden anladı, beni de kabul etti, kapılarını açtı...
Saliha abla , Pıtpıt'a teşekkür ediyorum o olmasaydı seni tanıyamazdım. Saçımı başımı yolup ben ne yapacağım diye dipsiz kuyulara çaresizliğe düşmeseydim, seni bulamazdım. En yakınlarım beni yalnız bırakmasaydı seni tanıyamazdım.
Bu Papi, iki sene evvel arka bacağı yaralı iken Saliha ablaların bahçesine gelmiş. Saliha abla ve eşi bu yaralı köpeği ameliyat ettirerek hayata döndürmüşler. Üç ayağı ile öyle koşuyor ki , sevdiğine böyle koşanı hiç görmemiştim...Sevimli mi sevimli görür görmez çarpıldım, bir bahçeli evim olsun bahçesinde Papi olsun diye iç geçirdim...Bu sevimli üç ayaklı ömürlük yuvasını arıyor...
Bir senedir Saliha ablanın bahçesinde, kayboldu sanılarak sahibi aranıldı ama terk edilmiş olduğuna kaanat getirildi, üç ayaklı ile arkadaşlık ederek onu artık terk edemeyecek kadar seven birini arıyor...
Bu ise Saliha ablanın küçücük bahçesine yeni katılan 3 aylık kopoy cinsi yavru...O da terk edilmiş...Kedilerle bile dost geçinen iyi huylu bir yavru, kendi gibi iyi huylu yeni sahibini arıyor..
Geçen hafta sokağa atılmış yavru ev kedisi, insanları çok seviyor...Diğer kediler ile de çok iyi anlaşıyor ama dışarıyı hiç bilmediği için bahçeye çıkması tehlikeli diye acilen yuva aranıyor...
Umarım gönlü zengin, hayvan sevgisi ile dolu yüreği olan birileri bu hayvanları görür, Saliha ablanın birazcık da olsa yükü azalır, yavruları iyi yerlerde gitti diye huzur bulur..
10 Eylül 2019 Salı
Köyümle vedalaşırken
Köyüm ile vedalaşıyorum, akrabalarım, köylülerim hepsi " git bir daha gelme, oralarda kalmanın bir yolunu bul "diyerek yolcu ediyorlar. Beni çok sevdikleri için , bilmedikleri bu uzak memlekette yaşam çok iyi zannediyorlar.
Köyümü çok seviyorum. Yıllardır sık sık geliyorum, tatillerimi köyümde geçirmek için can atıyorum, bir gün temelli yerleşmek için hayaller kuruyorum.
Köyümde silah sesi hiç eksik olmaz, köyümün insanı göçmen kuşlara, gölün sazlıklarını yuva bilmiş kazlara kurşun yağdırır, komşusunun ineği bahçesine girdi diye kurşun yağdırır komşu komşuyu öldürür sakat bırakır, ağacı hayvanı dağı taşı havayı toprağı suyu sevmeyi bilmez, her şeyi sahiplenmek ister, kafasına yatan hep bildiği şeydir, değişmez, değişeni sevmez. Mütevazıyı küçük görür, kabaya güçlüye zengine hürmet eder.
Neden seviyorum köyümü, neden ayrılıyorum diye üzülüyor, bir an önce geçsin aylar köyüme döneyim diye niye umutlanıyorum?
Köyün mezarlığı için tepelere tırmanıyorum.
Ölmüş büyüklerim ile de vedalaşmak istiyorum. Çocukluğumda köyün mezarlığından korkardım çünkü benim adım ve soyadımın yazılı olduğu bir dolu mezar taşı vardı. Adımı , soyadımı okuduğum her mezar taşı benim için sanırdım. Beni çağırırdı her biri, adımın kayıtlı olduğu sınıfım gibi, sıram gibi oraya ait olduğumu sanırdım.
Köyümü çok seviyorum. Yıllardır sık sık geliyorum, tatillerimi köyümde geçirmek için can atıyorum, bir gün temelli yerleşmek için hayaller kuruyorum.
Köyümde silah sesi hiç eksik olmaz, köyümün insanı göçmen kuşlara, gölün sazlıklarını yuva bilmiş kazlara kurşun yağdırır, komşusunun ineği bahçesine girdi diye kurşun yağdırır komşu komşuyu öldürür sakat bırakır, ağacı hayvanı dağı taşı havayı toprağı suyu sevmeyi bilmez, her şeyi sahiplenmek ister, kafasına yatan hep bildiği şeydir, değişmez, değişeni sevmez. Mütevazıyı küçük görür, kabaya güçlüye zengine hürmet eder.
Neden seviyorum köyümü, neden ayrılıyorum diye üzülüyor, bir an önce geçsin aylar köyüme döneyim diye niye umutlanıyorum?
Köyün mezarlığı için tepelere tırmanıyorum.
Ölmüş büyüklerim ile de vedalaşmak istiyorum. Çocukluğumda köyün mezarlığından korkardım çünkü benim adım ve soyadımın yazılı olduğu bir dolu mezar taşı vardı. Adımı , soyadımı okuduğum her mezar taşı benim için sanırdım. Beni çağırırdı her biri, adımın kayıtlı olduğu sınıfım gibi, sıram gibi oraya ait olduğumu sanırdım.
Büyükannelerimin mezarları. Adımı onlardan almışım. Hepsi sessiz kadınlardı, eşlerinden önce çok önce öldüler, kocaları mutlu olunca mutlu üzgün olunca üzgün, itaatkar kadınlardı. Taşında adımın pırıl pırıl parladığı yeni mezardaki babaannem on bir çocuk doğurmuştu. Yattıkları tepenin ardında tütün , ekin , fındık tarlaları var. Yeni doğmuş bebeklerini sırtlarına bağlayarak bu tarlalarda çalışırlardı, o kadar çok iş olurdu ki, sırtlarındaki çocuğu emzirecek vakit bulamazlardı, açlıktan bağıran sese kulak veremeyecek kadar işlerine sarılmak zorundaydılar. Unutulmuş eskimiş bir mezar taşında adım soyadım kararmış, ölüm tarihi 1984 yazıyor. 1984 yazında herkes tarlaya gitmiş , yer yatağında inleyen bir yaşlı ile beşiklerde bağlı çocukların başına bekçi konulmuşum. İnleyen kadın büyük büyük annemiz, koca ana diye çağırıyoruz. Koca ana yüzüne konan sinekleri kovalayamayacak kadar hasta. Beşikte bağlı bebekler ile koca ana'nın yüzüne konan sinekleri kovalıyorum. Koca ana için yarına çıkmaz diyorlar, anlamıyorum. Sinekler kara bir bulut gibi bir beşiklere bir yerde yatanın yüzüne konuyor, ellerimi bir oyana bir bu yana savurup dururken koca ana gözlerini açıp bana bakıyor; Ayşe kızım bırak sinekler beni yesin bitirsin , hiç bir şey bırakmasınlar ardımda diyor. Koca ana en son benimle konuşmuş yarına çıkmamış, akşam herkes tarladan gelmiş iken ölmüştü. Sabah köyün camisinde sela sesinde adımı soyadımı duyuyorum, hakkın rahmetine kavuşmuştum.
Büyük annelerim, kendilerine ait bir hayallerinin olmadığını, sabır ve tevekküle yapıştıklarını, kendilerini bilmeye başladıklarında kendilerinden vazgeçmeleri gerektiğini anlayan bu kadınların mezarlarındaki kurumuş otları temizleyip, topraklarını suladım, ben gidiyorum dedim, adımın yazılı olduğu tüm taşlara.
Köyden ayrılırken geri geleyim diye ardımdan bir tek annem su döktü.
6 Eylül 2019 Cuma
Kedim için acil yuva
Kedim Pıtpıt'ın 10 ay kalacağı bir yuva arıyorum.
Bu yazıyı yazacağım aklımın ucuna bile gelmemişti, gelemezdi , kedimi nasıl sevdiğimi yakınlarım bilir sanırdım. Ben gelene kadar kedime bakacaklarına gözü gibi bakacaklarına o kadar çok inanmıştım ki, uçağımın kalkmasına bir kaç gün kala karar değiştirdiler, hiç birini suçlayamam ,onlar en yakınlarım, arkadaşlarım...Tek suçlu benim, tüm zorluklarına rağmen kedimi yanıma almam gerekirdi. İçeri hayvan sokmada en eziyetli ülkede saatlerce kapalı havasız yerde seyahat etmek zorunda kalmasın diye , ben gelene kadar huzurla kalacağı bir değil bir kaç tane evi olacaktı, birinde sorun çıkarsa diye öbürü olacaktı. Hiç sorun çıkmaz rahat ol diye moral veren arkadaşlarım, sevdiklerim...Beni öyle bir çaresizliğe teslim ettiniz ki, siz sakın şimdi çektiğim acıyı yaşamayın. Kedi bakmak ağır bir sorumluluktur hiç kimseden istenmeyecek bir yüktür , biliyorum. Karşı komşumdan bir kaşık tuz isteyemem , istemek dünyanın en zor şeyi benim için. Bir kaplana bakarım , siz gelene kadar , beni parçalar mı diye aklıma bile getirmeyecek kadar sizi severim. Birinizin yılanı olsa , ben bakarım , sonuna kadar bakarım , arkadaşımın sevdiğini ben de severim, dünyanın en güzel hayvanı olur, yılanınız. Hayatta en zor olan şeyi ölümden bile zor olan "birinden bir şey istemek" çaresizliğine bırakmam sizi. Siz istemeden ben hissederim. Ayşe'nin kedisini son anda almaktan vazgeçtim diye üzülmeyin. Benim gibi vicdansız bir hayvan severin bile evinde misafir edeceği hayvana karşı sınırları yoktur; eşim, oğlum, hastalığım, koltuklarım, halılarım, rahatım, acemiliğim, düzenim, işim vs. hiç birini gözüm görmez.
Uçağımın kalkmasına günler kalmışken şimdi bilgisayarımın başında dizlerime yaslanmış huzurla uyuyan kedim ile birlikte yok oluvermek istiyorum.
Sonuna kadar güvenebileceği bir arkadaşı yakını yoksa hiç kimse kedi sahiplenmesin, sokakta yaralı yavru diye vicdan yapma lüksüne girmesin.
Yıllarca beni gören birlikte yaşadığım çevremdekiler arkadaşlarım, yakınlarım , beni hissedememişken, beni hiç görmeyenlerden beni hiç tanımayanlardan medet umuyorum, buradan beri kedime on ay yuva olacak birini arıyorum. Kedimin süslü papyonlu pırıl pırıl bakan fotoğraflarını koyamıyorum, gideceği ev belki rahatsız olur diye tüylerini traş ettirecek tırnaklarını kestirecek kadar acımasız ruhsuz bencil bir hayvan sahibi olmaya adım attım. Kedimi arkadaşlarımın yakınlarımın vicdanına huzurla emanet edecek kadar bencil davrandığım için kendime dur duraksız küfür ediyorum, siz de edin, hak ediyorum. Kedime en büyük kötülüğü ilk önce ben yaptım. Şimdi hiç bilmediği bir yere yollamak için yazı yazıyorum, kelimeler bıçak gibi saplanıyor her yerime , acıyla, korkuyla hızlı hızlı yazıyorum...
Bu yazıyı yazacağım aklımın ucuna bile gelmemişti, gelemezdi , kedimi nasıl sevdiğimi yakınlarım bilir sanırdım. Ben gelene kadar kedime bakacaklarına gözü gibi bakacaklarına o kadar çok inanmıştım ki, uçağımın kalkmasına bir kaç gün kala karar değiştirdiler, hiç birini suçlayamam ,onlar en yakınlarım, arkadaşlarım...Tek suçlu benim, tüm zorluklarına rağmen kedimi yanıma almam gerekirdi. İçeri hayvan sokmada en eziyetli ülkede saatlerce kapalı havasız yerde seyahat etmek zorunda kalmasın diye , ben gelene kadar huzurla kalacağı bir değil bir kaç tane evi olacaktı, birinde sorun çıkarsa diye öbürü olacaktı. Hiç sorun çıkmaz rahat ol diye moral veren arkadaşlarım, sevdiklerim...Beni öyle bir çaresizliğe teslim ettiniz ki, siz sakın şimdi çektiğim acıyı yaşamayın. Kedi bakmak ağır bir sorumluluktur hiç kimseden istenmeyecek bir yüktür , biliyorum. Karşı komşumdan bir kaşık tuz isteyemem , istemek dünyanın en zor şeyi benim için. Bir kaplana bakarım , siz gelene kadar , beni parçalar mı diye aklıma bile getirmeyecek kadar sizi severim. Birinizin yılanı olsa , ben bakarım , sonuna kadar bakarım , arkadaşımın sevdiğini ben de severim, dünyanın en güzel hayvanı olur, yılanınız. Hayatta en zor olan şeyi ölümden bile zor olan "birinden bir şey istemek" çaresizliğine bırakmam sizi. Siz istemeden ben hissederim. Ayşe'nin kedisini son anda almaktan vazgeçtim diye üzülmeyin. Benim gibi vicdansız bir hayvan severin bile evinde misafir edeceği hayvana karşı sınırları yoktur; eşim, oğlum, hastalığım, koltuklarım, halılarım, rahatım, acemiliğim, düzenim, işim vs. hiç birini gözüm görmez.
Uçağımın kalkmasına günler kalmışken şimdi bilgisayarımın başında dizlerime yaslanmış huzurla uyuyan kedim ile birlikte yok oluvermek istiyorum.
Sonuna kadar güvenebileceği bir arkadaşı yakını yoksa hiç kimse kedi sahiplenmesin, sokakta yaralı yavru diye vicdan yapma lüksüne girmesin.
Yıllarca beni gören birlikte yaşadığım çevremdekiler arkadaşlarım, yakınlarım , beni hissedememişken, beni hiç görmeyenlerden beni hiç tanımayanlardan medet umuyorum, buradan beri kedime on ay yuva olacak birini arıyorum. Kedimin süslü papyonlu pırıl pırıl bakan fotoğraflarını koyamıyorum, gideceği ev belki rahatsız olur diye tüylerini traş ettirecek tırnaklarını kestirecek kadar acımasız ruhsuz bencil bir hayvan sahibi olmaya adım attım. Kedimi arkadaşlarımın yakınlarımın vicdanına huzurla emanet edecek kadar bencil davrandığım için kendime dur duraksız küfür ediyorum, siz de edin, hak ediyorum. Kedime en büyük kötülüğü ilk önce ben yaptım. Şimdi hiç bilmediği bir yere yollamak için yazı yazıyorum, kelimeler bıçak gibi saplanıyor her yerime , acıyla, korkuyla hızlı hızlı yazıyorum...
31 Temmuz 2019 Çarşamba
Anne değilsin anlayamazsın!
Okullarda , etüt merkezlerinde , lgs sınavı için sabahtan akşama test çözen çocukları gördükçe, yer altına inen maden işçileri aklıma geliyor demişti bir arkadaşım. Gün yüzü görmeden çocuklukları geçiyor, üzülüyorum demişti. Anne değildi bunları söyleyen arkadaşım, çocuklar üzerine düşüncelerini söylerken çekingendi. Anneler hemen atılayıverirdi üzerine, "sen anne değilsin, anlayamazsın" diyerekten.
Okulumuzun anneleri , sabah dokuz akşam beş buçağa kadar okulda kalan , on dakikalık tenefüslere bile çıkmadan test çözen çocuklarına akşam etüdü konulması için ve eve daha çok test ödevi verilsin diye müdürlüğe istekte bulunmuşlardı. Anneydiler çünkü, çocuklarının iyiliğini isteyen annelerdi.
Geçmiş senelerde,
ilkokul öğretmenimizin anne olmaması veliler arasında huzursuzluk, tedirginlik yaratmıştı. Öğretmenimiz veliler ile ters düşerse hep öğretmen suçluydu , anne olmadığı için. Sınıf anneleri kendi aralarında yarışıyorlar, ünlü markaların hediye çeklerini öğretmenler gününde hediye etmek için, organize oluyorlar, bir bizim öğretmen almıyor, hediye çekini, bana öğrencilerimin sarılıp öpmesi yeter diye. Okulun diğer öğretmenleri hediye çeklerini almışlar çünkü onlar anne, bizimki anne değil diyorlar.
Bir kadın programında
Türkiye'nin en iyi üniversitesini birincilikle bitirmiş dünyanın en iyi üniversitelerinde çocuk gelişimi üzerine doktoralar yapmış bilim insanı bilimsel araştırmalarını anlatmaya çalışıyorken sunucu kadın ( Derya Baykal) ağız büküyor ve ,anne olmadığınız için anlayamazsınız diyor. Kendi anneliğini örnek göstererek alçak gönüllü bilim insanına ayar veriyor.
Çocuk doğurmamış arkadaşım, her anneye nasip olmayan bir şeye ; çocukları insan gibi görebilme becerisine sahip.
Anne olunca bize ne oluyor ki ,çocuğumuzu " insan "olarak göremiyoruz? Üzerine titreyip, tüm maharetimizle yumruk yumruk şekillendirdiğimiz eserimiz üzerine ömür boyu gölge olmaya neden bu kadar mecburuz?
Annelik uykusuzluğumuzu, sütümüzü, tedirginliğimizi, gözyaşımızı, iş bırakmışlığımızı , çatlaklarımızı, pörsümüşlüğümüzü, zamansızlığımızı neden kutsuyoruz, kutsanmasını istiyoruz?
Anne olunca kanatlarımızın çıktığını, yüreğimizin yerinden çıkarılıp nurlu başka bir yürek takıldığını, gözlerimize sadece çocuklarımıza odaklı perde indiğini, tüm koruyucu meleklerin bizi gözetlediğini , dünyanın bizim için döndüğünü neden herkese göstermek istiyoruz?
En çok da çocuklarımız için tehlike olmuyor mu, bu kutsanmış annelik?
Bu yazımı çocuk doğurmamış arkadaşım için yazıyorum, çocuğumu insan olarak göremediğim çoğu zamanlarımda gözümü açtığı için.
Okulumuzun anneleri , sabah dokuz akşam beş buçağa kadar okulda kalan , on dakikalık tenefüslere bile çıkmadan test çözen çocuklarına akşam etüdü konulması için ve eve daha çok test ödevi verilsin diye müdürlüğe istekte bulunmuşlardı. Anneydiler çünkü, çocuklarının iyiliğini isteyen annelerdi.
Geçmiş senelerde,
ilkokul öğretmenimizin anne olmaması veliler arasında huzursuzluk, tedirginlik yaratmıştı. Öğretmenimiz veliler ile ters düşerse hep öğretmen suçluydu , anne olmadığı için. Sınıf anneleri kendi aralarında yarışıyorlar, ünlü markaların hediye çeklerini öğretmenler gününde hediye etmek için, organize oluyorlar, bir bizim öğretmen almıyor, hediye çekini, bana öğrencilerimin sarılıp öpmesi yeter diye. Okulun diğer öğretmenleri hediye çeklerini almışlar çünkü onlar anne, bizimki anne değil diyorlar.
Bir kadın programında
Türkiye'nin en iyi üniversitesini birincilikle bitirmiş dünyanın en iyi üniversitelerinde çocuk gelişimi üzerine doktoralar yapmış bilim insanı bilimsel araştırmalarını anlatmaya çalışıyorken sunucu kadın ( Derya Baykal) ağız büküyor ve ,anne olmadığınız için anlayamazsınız diyor. Kendi anneliğini örnek göstererek alçak gönüllü bilim insanına ayar veriyor.
Çocuk doğurmamış arkadaşım, her anneye nasip olmayan bir şeye ; çocukları insan gibi görebilme becerisine sahip.
Anne olunca bize ne oluyor ki ,çocuğumuzu " insan "olarak göremiyoruz? Üzerine titreyip, tüm maharetimizle yumruk yumruk şekillendirdiğimiz eserimiz üzerine ömür boyu gölge olmaya neden bu kadar mecburuz?
Annelik uykusuzluğumuzu, sütümüzü, tedirginliğimizi, gözyaşımızı, iş bırakmışlığımızı , çatlaklarımızı, pörsümüşlüğümüzü, zamansızlığımızı neden kutsuyoruz, kutsanmasını istiyoruz?
Anne olunca kanatlarımızın çıktığını, yüreğimizin yerinden çıkarılıp nurlu başka bir yürek takıldığını, gözlerimize sadece çocuklarımıza odaklı perde indiğini, tüm koruyucu meleklerin bizi gözetlediğini , dünyanın bizim için döndüğünü neden herkese göstermek istiyoruz?
En çok da çocuklarımız için tehlike olmuyor mu, bu kutsanmış annelik?
Bu yazımı çocuk doğurmamış arkadaşım için yazıyorum, çocuğumu insan olarak göremediğim çoğu zamanlarımda gözümü açtığı için.
9 Temmuz 2019 Salı
Neden bu kadar çok test çözdüm?
Lgs (liseye geçiş sınavı) tercihleri için geçen seneki puanlara bakıyoruz, neredeyse her nitelikli liseyi tutacak puan almış iken hiç sevinmiyor, kayıtsız boş bakıyor. Fen lisesinde okumak istemiyor, doktor mühendis olmak istememesinde fen derslerini hiç sevemediği gerçeği var. Yarışmak istemiyor, sınavlara hazırlanmak istemiyor, test kitabı görmek istemiyor. İşaretlemediği test kitaplarını üst üste koydu , baktı. Bizim gibi test kitaplarına çok para vermesin diye bir çocuğa yolluyoruz. O çocuk için üzülüyorum, dedi, kitapları kocaman bir poşete sığdırmaya çalıştık. Gideceğim lise üniversite için yarıştıracak, biliyorum, dedi. Bıktım dedi.
Neden bu kadar çok test çözdüm diyerek gözlerime baktı.
Bir anne olarak en büyük sorumlu benim. O benim çocuğum.
İlk önce devlet okulu aradım , tek maaşlı evi kira olan bir aile, çocuğunu özel okula yazdıramazdı.
Yakınımızdaki devlet okullarında beden salonu yok, doğru dürüst bahçesi bile olmayanı gördüm, yokluğu biliyorum, baş edilmesi mümkün olmayan şeyler değildi. Yokluğu yok edecek öğretmenlerin var olduğunu biliyorum. Aradıkça hepsinin ulaşılmayacak kadar uzakta olduğunu anladım. Aradığım ilk önce sadece bir bakıştı.
Hep kravatına bakıyordu biri, neredeyse hiç yüzümüze bakmadı, kravatını düzeltiyordu habire, elleri hep kravatında kayıyordu. Bakışlarına hiç denk gelemedim diye yazdıramadım oğlumu o devlet okuluna. Başka bir okulda kadın vardı,bakışları çok tanıdıktı, postanede bankada bariyerin ya da camın öteki tarafında kendine uzanan binlerce mektuba , faturaya bakar gibi, bakıyordu. Bakışlarını hiç değiştirmeden aynı kayıtsızlıkla dakikalarca bakabildiği için, yazdıramadım o devlet okuluna da. Bu bakışları annesi kendi öğrenim hayatı boyunca yıllarca deneyimledi diye. Özel okul çalışanlarının çoğunun bakışları ise çok satılanı arayan, bulduğunda camına ön rafına koyacak esnaf bakışları iken yine de yazdırdım özel okula , yıllarca baktığım o kayıtsız boş bakışlardan kurtarmak için. Çok övülen öğretmeni, fabrikada makinalardan sorumlu usta gibi bakıyordu, her makinayı çok iyi tanıyordu, bir bakışta ne sorunu var şıp diye anlarım bakışı. Makinelerin ritimli işleyişine odaklı...
Okullarda devlet , özel hepsinde test odaklı ders yapılıyor, sınavlarda çıkan soruların çokluğuna göre konu üzerinde çok duruluyor ya da hiç durulmuyor, ödevler test kitaplarından veriliyor, yardımcı kaynaklar test kitapları.Altıncı sınıftan itibaren resim müzik beden derslerinde test çözdürülmeye başlanıyor, her hafta deneme sınavlarI yapılıyor. Her hafta başarı durumu duvarlara asılıyor. Sınıfta kaçıncı, okulda, ilçede, ilde, ülke genelinde kaçıncısın görebiliyorsun. Yanlış yapılan sorular pekişsin diye ceza test ödevleri oluyor, her yanlış soru için yirmi otuz kırk test sorusu. Birinci gelenler hep ödülleniyor, sinema, yemek, bahçede oynamaya izin ile, sonuncular hep ceza testlere boğuluyor. Hayatın her şeyinden kopuk bir eğitim öğretim sistemi. Arkadaşlıktan, değerlerden, sevgi ve saygıdan, meraktan , ilgiden, umuttan çok uzak bir yerde okul, kendine özgü.
Sağlıklı bir öğrenim verilmediği gibi,
arkadaşlığı yok eden , tek başına başarı olmaya odaklı bir sistem. Sınıfının sevgisiz saygısız hadsiz azgın tek çocuğu yüzme şampiyonu diye her aldığı derecede onu bütün okula alkışlatan müdür , her suçunu görmezden gelen öğretmenler ona ve diğer öğrencilere ne kadar zarar verdiklerini hiç umursamıyorlar. İyi okullardan mezun olmuş kişilerin intihal, hak yeme, haksız kazanç ile anıldığını duyduğumda aklıma aileleri ile öğretmenleri de müdürleri de geliyor. Başarıya odaklı sürecin içinde mubah görülen şeylerin ne kadar çok olduğuna okulda şahit olarak yetişiyor çocuklar.
Başarılı okullara gitmek istemiyorum dediğinde henüz 10 yaşındaydı,
ders yılının başında bir arkadaşlarının okuldan kaydını aldırdığını öğrenmiş, nedenini fen öğretmenine sormuş; boş ver, gittiği iyi oldu başarımızı düşürüyordu dediğini benden uzun müddet saklamıştı. Okulun harika bir fen laboratuvarı var iken, fen dersinin hiç bir konusunu derste anlayamadığının farkındaydım, hep evde birlikte çalışıyoruz. Bir elimde fener bir elimde lastik top gece ve gündüz nasıl oluşuru çalışırken, çok gülmüştük , birden duruldu, fen öğretmenim bana baktıkça keşke gitse diye aklından geçiriyor, hissediyorum demişti. Hayır öyle değildir diye güven verememiş, fen konularına daha çok çalışmaya başlamıştım.
Söz verdim, artık yarıştıran, başarılı okullara gitmeyecekti, hatta isterse hiç okula gitmeyecekti. Ondan gizli, tercihin son günlerinde iken
bu senenin taban puanlarına göre tercih robotuna aldığı puanı sorgulatıyorum, Çorum'da ve İstanbul'da ( babaannesinin yanında) puanlar çok yükselmiş, geçen seneye göre yaptığı netlerle çok iyi liselere girebilecekken bu sene yanına bile yaklaşamadığını görüyorum. 1 milyon öğrencinin girdiği sınavda ilk on bine ( yüzde beş dilimin içine) girenler için teknik lise ya da imam hatip dışında nitelikli düz anadolu lisesine bile girme şansı neredeyse yok. Çorum'da yüzde beşlik dilimin içine 329 öğrenci girmiş, Çorum merkezde 90 kişilik bir tane fen lisesi var iken onların puanına uygun başka bir Anadolu lisesi yok. Tercih robotu, İstanbul'da puanımıza uygun aralıklarda Anadolu yakasında üç tane nitelikli Anadolu lisesi tercih sunarken , aynı aralıkta 37 tane Anadolu imam hatip lisesini tercih edebilirsin diyor.
Çorumdaki özel okullar arayıp şu kadar burs vereceğiz diye teklifler verince bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Tercih robotundan hiç bir okulu tercih etmiyoruz, şıkkını arıyorum. Derslerini testlerden bağımsız anlatan , yarıştırmayan, ayrıştırmayan okul olmadığına kanat etmişken çekilmesi gereken bir işkenceye dönüşmüş iken, hiç bir okulu tercih etmiyorum butonu var mı diye araştırıyorum.
Ben bir ev hanımı kafasıyla düşünerek söylüyorum ki, çocukları sınav odaklı çalıştırmak, akılcı, inandırıcı , verimli, sağlıklı değil. Sınav mecburi değil iken neden tüm çocuklar yine de sınava giriyor?Bir milyon öğrenci sınava girmiş iken sadece bir kaç bin öğrenci başarısı için mi okullardaki test usulu sistem. Sınava girmek istemiyoruz dediğimizde sorumsuz veli, tembel öğrenci kimliğine neden girmek zorunda kaldık? Sınava hazırlıyoruz diye resim müzik beden derslerinden mahrum etmeyin, ders konularını sınavdan uzak tutup stressiz anlatın dedikçe , okul çıkışı akşam etütlerine hafta sonu etütlerine göndermedikçe neden bizi haksız buldunuz? Zaten nitelikli okullar bir bir kapanıyor iken. Bu sistem ne kadar sağlıklı, neden düşünülmüyor... Neden bu kadar çok test çözdüm, diye soran çocuklara cevabımız nedir?
.
4 Temmuz 2019 Perşembe
Ayna- Zerkalo
Bir kaç günlüğüne Çorum'dan , İstanbul'a gelmiş, yapılması gereken işlerin ortasına düşmüş iken Başka Sinema'da Tarkovsky filmlerinin gösterime girdiğinin haberini aldığım an , nasıl sevindiğimi nasıl anlatabilirim. Eşim tek başıma filme gitmeme razı olamıyor, işlerin stresinden olsa gerek midem ağrıyor, bazen ağrı kusturacak kadar şiddetleniveriyor diye. İstanbul'a gelir gelmez bir senedir göremediği annesinden çok sıkıcı bir film için ayrılmak istemediğinin farkındayım. Ben, tek gideyim diye ısrar ediyorum. Annemle ben giderim, dedi, oğlum. Babası ve annesinin iyiliğini hep gözeten olması , kendini fedaya hep hazır olması yine canımı sıkıyor. Sıkılırsın, gelme dediysem de ikna olmadı, birlikte Kadıköy'e indik. Filmin başlamasına bir saat var, bilet bulunur mu, yer kalmadıysa diye telaşlı koştururken, o da arkamdan heyecanlanarak koşuyor. Bileti alıp büyük bir salona girdiğimizde bizden başka üç kişinin daha olduğunu görünce
çok şaşırdı.Hani dünyanın en iyi filmiydi, hiç kimse gelmemiş dedi.
Ayna filmini , oturma odamızdaki Tarkovsky posterinden, okula alışma haftasında onu bahçede beklediğim tüm günlerde elimde olan Tarkovsky kitabından , her gün mutfakta yemek yaparken dinlediğim film müziğinden tanıyordu. Neden Ayna filmini sevdiğimi o zamanlar hiç sorgulamamıştı, şimdi bir elin parmağı kadar insanlı bu salonu görünce dünyanın en iyi filmi olduğuna şüphe etti.
Neden seviyorsun bu filmi, neden koşa koşa geldik, ne anlatıyor, neden hiç kimse gelmemiş diye büyük bir hüsranla sorularını üzerime taş gibi fırlatırken film başladı. Defalarca bilgisayarın küçük monitöründen izlediğim kareler şimdi canlanmaya başladı, sesler , görüntüler, işaretler, duygular...Şiir okunuyor filmde: "kelimeler bir insanın hissettiği her şeyi ifade edemez. Kelimeler güçsüzdür."
Yanı başımda onunla bu filmi izleyeceğim hiç aklıma gelmezdi.
Uzun sıkıcı, konusuz, şiirler okunan bir filmi sırf annesinin hatırına annesi gibi göz kırpmadan soluksuz izliyor.
Başını bir an perdeden çevirmeden, oflamadan, yerinden oynamadan,ayaklarını kıpırdatmadan Ayna filmini izlediğine şahit olurken, umutlandım. Neden bu filmi sevdiğimi anlayacağına dair umutlandım.
Filmden çıkarken Kadıköylülere kızdı, Çorum'a gelseydi belki daha çok izleyen olurdu dedi. İki simit aldık, poşet istemesek de satıcı poşete soktu simitlerimizi. Sahile metroya doğru inerken midem ağrıdı, belki kusarım diye simit poşetine yapıştım. Derin nefes al anne dedi, burnundan burnundan...Derin nefes aldım, Kadıköy, nem, rutubet, susam, kalabalık sokaklar, kimsesiz Ayna, sevgili Tarkovsky...
El ele tutuştuk, yokuş aşağı koştuk, metroya binmeden önce sahilde ayaklarımızı denize sallandırarak simitlerimizi yedik.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)