27 Eylül 2017 Çarşamba

Altın Günü

Bu sabaha  yarım soğan - yarım limonun unutulmuşluğunun hüznü ile başladım. (Hüzün avcısıyım, olmadık hüzünleri yakalar, hüzünlenirim.)
Buzdolabında yumurtalık bölümünde yan yana duruyorlardı, çıkardım, masamın üstüne koydum.
 Kapıya astığım çarşafları , ipe astığım  çamaşırları katlayıp, gömüyorum. Tüm dolapların kapılarını açıp- kapatıyorum, yerleştiriyor-çıkarıyorum. Makinalar kullanıyorum ama yok olmuyorlar, her gün yeniden çıkıyorlar. Çamaşır makinası, elektrik süpürgesi, bulaşık makinası ile her gün görüşüyorum ancak ölürsem ayrılacağım kan bağım olan arkadaşlarım gibiler.Bu makinaları kadınlar  icat etmiş olmalı diye düşündüm bu sabah. Baktım, içlerinden sadece biri kadındı, hizmetçilerinin elinden kurtarmak için pahalı tabaklarına kafa yormuştu. Fakir kadınları yoracak çok şey var diye geçiştirdim . Fakir kadınların "düşünceleri" delik deşik olmuş bir  kayık...Otuz yıl önceki okulumun kapısını açıp kendimi bulmalıyım, fen dersinde arkadaşının arkasına sinmiş ders dinleyen beni bulup parmak kaldırtmalıyım, "öğretmenim neden kadınlar erkekler kadar icat edemiyor? " İki sene evvel taşındığım Çorum'da üç komşu edinebilmiştim,   üçü de taşındı gitti, oysa beni altın günlerine götüreceklerdi. Ayda dört altın günümüz var demişlerdi, bu haftada bir toplanıyorlar demekti. Çorumlu kadınlar altın gününde ne yapıyor merakla bekliyordum.   Hayatında altın gününe hiç gidememiş yılların ev kadınıydım.
Albert Camus- "Düşüş"'ünü okuduğumu duyan bir erkek ," bu terazi bu sıkleti çekmez " demişti, kitabın bitmesine on sayfa kaldı, tartamadı benim terazi, aydınlanamadım.
Suç ve Ceza'yı bir daha okumalıyım diye karar verdim, kedime sarılırken.  Bugün her günkünden farklıydı tuvaletini yaparken gözetledim, kedim ishal olmuştu. Sarılırsam geçer diye içime doğuyor.
Bir altın gününe gidebilsem, her şey düzelecek çözülecek, huzura kavuşacak. Buzdolabında unutulmuş yarım limon, yarım soğanın hüznü, kadınların neden icat yapamadığı, Albert Camus'un Düşüş'ü , kedimin ishali, hepsi bir altın gününe kabul edilmemle, mutlu sonla bitecekti,




Hüseyin-Nedime

Bu yaz yine üç ay okul tatilimizi köyümüzde geçirdik. Çocukluğumdan beri her yaz gittiğim köyüme artık eşimi ve oğlumu da dahil ettim. Köy, eksilenleri ile yenileşerek hayatına devam ediyor. Irmağı, yaban kuşları, otlakları, sürüsü, eşekleri, tütünü ve insanı eksilen köyün , değişmeyeni, çoğalarak geleni benim. Köyde insan hayvan canlı  öyle eksilmeye başlamış ki, belki oğluma kalmayacak, bir köy hayatı.  Ninelerimizin dedelerimizin anlattığı gibi ben de kendi anılarımı oğluma ileride okumak ister diye anlatmak istedim.
HÜSEYİN
Bu yaz uzun zamandır görmediğimiz bir köylümüz,
D. Amca,  evimizin önünden geçerken, traktöründen indi,  babamı selamladı, bahçeye oturdular. D. Amca 'ya ayran çalkalamak için mutfağa geçtim. D. Amca uzaktan akrabamızdı,  çocukluğumuz onun torunları ile beraber geçti,  benden üç dört yaş küçük Hüseyin'in  dedesiydi. Mutfakta ayran çalkalarken  içinden Hüseyin geçen çocukluğuma gidiyorum. İseen derdi herkes Hüseyin'e , seneye okula başlama yaşına girecekti ama işi vardı,  çobanlık yapıyordu, köyün kocaman ineklerini gün doğmadan dağlara çıkarıyor, akşam gün batarken getiriyordu. Sopasını elinden hiç bırakmazdı, bu şekilde dolaşması küçük boyuna olgunluk katardı. Kırmızı saçları turuncu çilleri başında kirli kasketi masmavi gözleri ile onu o  yaz okuduğum Oliver Twist'e benzetiyordum. Sabahları yengemin hazırladığı sofranın sesi ile uyanırdım, bir çocuklara bir büyüklere olmak üzere yan yana iki sinili yer sofrası hazırlanırdı. Dedem, amcalarım ile büyük sofrada diz çöker, yengemler ve çocuklar diğer küçük sofrada bağdaş kurarlardı. Büyüklerin sofrasında diğerinden faklı olarak çay içilir, konuşma olmazdı, çocukların sofrasında  kahkaha şamata boldu.  Biz üç aylığına da olsa misafir sayılıyorduk, annem babam ve kardeşlerim ile büyükler sofrasında otururduk. Güneş doğmadan yapılan kahvaltıdan sonra herkes çocuklar da dahil işlerine giderlerdi. Çocuklar ile oynayabilmem için akşamı beklemem gerekiyordu. Her akşam sürünün çan sesleri duyulmaya başlayınca tüm çocuklar toplaşırdık, akşam olunca özgürlüklerine kavuşan bu çocuklar sanki bütün gün hiç yorulmamışlardı, deliler  gibi koşar, oynardık. Hüseyin'in sürüsü olurduk, çobandan kaçan kudurmuş ineklerdik, İsseen lan diye bağırırlardı, İsseen lan buradayız,  İsseen lan yakala... Hüseyin elinde sopası ile peşimizden koşardı, yakaladığı herkese elindeki sopa ile yalancıktan vururdu, beni  yakaladığında sopasını arkasına saklar, vuramazdı...Ben de onların akrabasıydım ama yazdan yaza geliyor,onlar gibi çalışmıyor, kitap okuyor, fır fır dönebilen kuşaklı etekler giyiyordum. O yaz kitap bitinceye kadar Oliver için çok ağlamış, Oliver'ın derdini biri ile paylaşmalı feraha kavuşmalıydım derken Hüseyin'e anlatabilirim diye karar vermiştim, kitabın kapağına Oliver diye Hüseyin'i çizmişler gibiydi, kendisine benzeyen bir çocuğun hikayesini dinlemek ilk önce onun hakkı olmalıydı. Akşam üstü çan seslerine koştum, sopası ile sürüsünün arkasındaydı, inekler tek tek yanımdan geçiyor, o yaklaşıyordu. "Hüseyin" diye seslendim. Durdu, çarpılmış gibi oldu. Yanına yaklaştım, mavi gözleri açılmıştı, "Hüseyin" dedim, tekrar. Yüzü birden bire kızardı, kafasını öne eğdi. Neden birden bire böyle değişiverdi ki, Oliver'i anlatacaktım,  yüzüme baksın , ne var desin diye "Hüseyin" diye seslendim, yine. Sopasının arkasına gizlenecek kadar küçüldü, omuzlarını titrete titrete  ağlamaya başladı. Ne yapacağımı bilemedim,  ineklerinin arasına dalıp, uzaklaştım.
Şimdi otuz yıl sonra dedesi için ayran çalkalarken farkına varıyorum ki,
İlk kez adını bu şekilde duymuş olmalıydı, hem de bir kızdan...Utanmıştı.
NEDİME
Ayranı köpük köpük çalkaladım bahçeye çıkarken D. Amca hararetle anlatıyordu "  ben bu vebal ile nasıl hesap veririm... Geçen Ramazan ayında   öğle abdestini alırken suyu burnuma çekerken, genzimden kaçıverdi, suyu yutuverdim,şimdi kefaretini nasıl ödeyeceğim, altmış gün oruç mu tutacağım, altmış fakir mi doyuracağım ,   bozulan orucumun sıkıntısı geceleri uykumu kaçırıyor..."  Hüseyin'in annesi D. Amca'nın tek kızıydı ,  görücü usulü evlendirilmişti , damat hastaymış ailesi herkesten saklamış oğlunun hastalığını . Hüseyin'inin babası şizofrendi, uzun yol şoförüydü,  dışarıdan bakan hiç kimse anlamıyordu ama annesi evliliği boyunca bir gece bile  uyuyamamıştı.  Adam haftalar, aylar sonra işten birden bire dönüyor, yokluğunda geçinebilmek için çobanlık yapan oğlundan   karısından şüpheleniyordu.  Kadın, kocasının evde olduğu zamanlarda her akşam   oğlu ile yatağa girer zaten sürü peşinde koşan oğlu hemen uyuduktan sonra, baltasını çıkarır odasının kapısını kilitlerdi. Kocası her akşam odasına dayanır, ben sizi öldürmezsem siz beni öldüreceksin diye, sabahlara kadar, sızıp kalana kadar,  kapının ardında Azrail olurdu. Nedime'nin derdini bir tek abileri ve babası biliyordu, Hüseyin'i alıp babasının evine kaçtığı günlerde bir kaç gün sonra kocası gelir  çocuğunu ve onu da alıp giderdi,  D. Amca sağır olmayı tercih eder, karı koca arasına girmek istemez, damadın hastalığını kimselere söylemezdi.
Soğuk ayranım D. Amcanın içinin yangısını alamamış, bozulan orucunun ateşini anlatmaya devam ediyordu.
Hüseyin'in annesini hatırlayamıyorum , adı neydi?
Adı Nedime'ydi, önce kocası hemen ardından kendi ecelleriyle ölmüşlerdi,  Hüseyin'i Hatay'daki amcası almıştı.
Odama geçtim, dışarıdan gelen sese D. Amca'nın   genzine kaçan suyun günahına, kapıyı kapattım.Nedime kapıları kapatıyor, kapıları kilitliyor, sürüsünün peşinde yorgun düşen oğlu hemencecik uyuyor, baltasını çıkarıyordu. Nedime'nin güvenebileceği bir tek baltası vardı, babası ve abileri  ölüm haberine  hazırlıklıydılar. Yıllar sonra kocası kanser olunca Allah'ın   sevgisini, korumasını  hissetmişti.
Günlerce  Nedime aklımda,hiç durmadan kapı kilitliyor. Günlerce Nedime'nin kilitlediği kapıları açıyorum, Nedime'nin baltasına sarılmış ellerini çözüyorum, öpüyorum.

Geçen hafta okullar açılınca evimize gelir gelmez Oliver Twist'ı aradım kitaplığımda. Kitabın kapağına bakıp ,  o yazdan sonra hem annesiz hem babasız kalıp köyünden sürüsünden çok uzaklara amcasının yanına giden , ağlatarak kaçıp bıraktığım arkadaşım Hüseyin'den özür diledim.



22 Eylül 2017 Cuma

Ceviz Hasadı


Üç gündür  yatak döşek yatıyorum ,elimi kolumu kaldıramıyorum,  sesim gitti konuşamıyorum. Sebebi ceviz.
Annemler bu sene erkenden köyden ayrıldılar, bahçe işleri bize kaldı. Eşim U. hayatında hiç köy görmemiş benimle evlenince köy tanıdı.. Çocukluğumdan beri her yaz köydeyim ama tam bir köylü olduğum söylenemez.  Geçen sene ceviz dökmek için çağrılan işçi dalında çok ceviz bırakmış çok dal kırmıştı köyde ondan başka biri olmadığı için mecburduk. Bu sene dört ağaç için istediği parayı duyunca U. cevizleri dökmeye talip oldu. Annemleri aradık, U. dökecek cevizleri dedik, parası da bize kalacak zaten okullar açılıyor masraf çok...Babam olmaz dedi, U. çok yorulur, bunalır,  olmazdı. ( Ayıp olur diye U. yapamaz diyemiyordu)  Oysa U. köy işlerine çok hevesli ,  hevesini hiç bir şey  kaçıramıyor, kış için alınan odunları sobaya göre küçülten babama bakıyor, tek hamlede odunu ortadan ikiye ayıran babamın elinden baltayı , "babacım siz yorulmayın gerisini ben hallederim diyerek" alıyor. Kibarca tutulup sallanan balta oduna denk gelmiyor, denk gelen narin darbelerde ise odun yer değiştiriyor, sabit durmuyor, odunun peşinde kovalamaca başlıyor, balta otuz kırk kere havalanıp duruyor ama odun ortadan ikiye ayrılacağına horon tepiyor. Çoluk çocuk eğlencesi kıt köyde altın bulmuş gibi sevinerek U.un  çevresine doluşuyor, emmi şöyle vuracan, abi şöyle tutacan , aboo odun nereye fırladı... Konsantrasyonu bozulmasın diye etrafındaki kalabalığı dağıtıyorum, odun ile baş başa bırakıyorum. Oysa daha önce defalarca göstermiştim, anlatmıştım,bak baltayı şöyle tut, odundan korkma yüzüne fırlamaz,  bana bak benim gibi salla, vur ... Dakikalar sonra terden sırılsıklam olmuş,  tüm güçlüklere rağmen başarmış olmanın zaferi, ışıldayan gözleriyle ikiye ayrılmış küçük odun parçası ile yanıma gelip, uzatıyor. Aferin diyorum, gizlice baltayı saklıyorum.
Ceviz dökmek neydi ki diye kendi kendimizi gaza getirdik, kaç ton  kiraz ,elma topladık, şeftali topladık, dut döktük, dört ağaç cevizden mi korkacağız istediği paraya bak, ağaca yazık kırılmadık dalı kalmamıştı,  bir kaç saatlik vaktimizi alırdı...
İki gün sonra okullar açılacaktı bir günde halleder eve gideriz diye plan yaptık. Önce ağaçları keşfe çıktık üç dönümlük bahçenin değişik köşesindeydiler, yol kenarındaki ağaç hariç hepsine alıcı gözle bakınca hafif ürktük, çok büyüktüler. Geçen sene ceviz nasıl dökülüyor diye dikkatlice izlemiştik, adam sopasıyla gelmişti, bizim ilk işimiz sopa bulmak olmalıydı. Bahçeyi dört dolandık uzun sopa aradık, kurumuş kiraz ağacının en uzun dalını uygun bulduk testerenin uçlarından birlikte tutarak,kestik. Dal uzundu ama çok da ağırdı, tek başıma dalı sabit tutamazken nasıl havalara kaldırıp cevize vuracağız diye karamsarlaştım ama U. hiç sorun etmiyor hemen işe koyuluyor, yakın alttaki cevizlere vuruyor, cevizler patır patır dökülüyor, çok seviniyoruz. Sen vur ben toplayayım diyorum, düşen cevizleri kovalara dolduruyorum. Biraz sonra U. duruyor, ellerine bakıyor, sopanın değdiği yerler soyulmuş yara olmuş. İşe yeni başlamışken...Evden krem yara bandı eldiven alıyoruz, ellerini korumaya alıp tekrar başlıyoruz. Ağacın alt dalları bitti  bir kova yarı olmadı bu ağaçtan her sene   beş kova çıkıyordu. Kafamız yukarlarda , ne yapmak lazımdı.  Ağaca çıkıyordu adam dedim. Çıkamam dedi U., düşebilirim. Ben ağaca çıkarım ama   sopalar çok ağır geliyor, dalın üstünde elimde sopa ile dengede duramam.
Kilerden merdiven bulduk, ağacın altına getirdik, U. merdivene çıktı. Sık sık telefon ile halimizi soran annem U. nun merdivene çıktığını duyunca telaşlandı, sakın merdivene çıkmasın, düşer Allah korusun bir yerini kırar diye bağırmaya başladı. Düşmesin diye merdiveni tutmaya başladım. Ağacın bütün çevresine merdiven koyarak dolandık durduk, soyulmuş elle merdiven üstünde ağır sopayı hareket ettirmek çok zor bir şey olsa gerekti, onca uğraşa rağmen cevizlere ulaşamıyorduk hepi topu iki kova çıkmıştı, üç kova ceviz dalda duruyordu. Sık sık dinlenmek zorunda kalıyorduk,  ter hortumdan fışkırır gibi her yerimizden fışkırıyordu. Sopanın denk geldiği cevizlerden çoğu mermi hızıyla vücudumuza çarpıyor, U.  nun alnına düşen cevizler alnında sigara söndürülmüş gibi morartılar bırakıyor.. Akşama doğru bir ağacı bile bitirememiştik, hava kararmadan planımızı revize ettik, yarın sabah gün doğarken işe başlayacaktık. Gün doğmadan kalktık, hava serin her yer çiğ damlaları ile ıslaktı, kazaklarımızı giyinip işe koyulduk, yol tarafındaki ceviz ağacının yanına gittiğimizde dalında tek bir ceviz kalmadığını gördük, çit kırılmış içeri girilip ağaçtaki tüm ceviz toplanmıştı,  hesaplarıma göre en az beş kova yeşil cevizi götürmüştü. Her sene bu dört ağaçtaki cevizleri üç kardeş ve annemler dört aile olarak bölüşüyoruz hepimize yeşilinden ayrılmış bir kova kurumuş ceviz düşüyor, okula giderken her sabah oğlumun peşine koymaya çalışıyorum  bitmesin diye pasta kurabiyeye hiç katmıyorum. Belki toplayan kişi de aynı bizim gibi kendi yemeyecek sadece oğluna yedirecek diye iç geçirdim, sadece çiti telleri kırıp bizi masrafa soktuğu için kızdım. Köylüler yapmazdı,   piknikçileri toplamıştır dedim, U. hayranlıkla cevizin boş dallarına bakarken; çok usta olduğu belli hiç bırakmamış, sessiz sedasız bütün ağacı götürmüş diye hırsızı taktir etti. Kalan iki ağacın etrafında  sırtımızda merdiven ile saatlerce döndük durduk, bir ara ceviz döken adamı arasak işi bitirse diye söyleyecek oldum, çok alındı.   Ulaşamadığımız cevizlerden başımızı çevirdik, görmezden geldik, artık bitsin dedik, öldük. Annem amcama telefon açmış cevizleri damat döküyor , bakıver bir yerlerini incitmesinler diye..Amcam ile yengem geldiğinde görevimizi yapmanın huzuru ile sopaları merdiveni bırakmış ,belimizi doğrultamadan sürünerek bahçeden çıkıyorduk.
- Ceviz dökmeye başladınız mı dedi amcam
-Daha yeni başlıyorlar herhalde dedi, yengem, dallar ceviz dolu.

-....




21 Eylül 2017 Perşembe

Evlerimizin önündeki çukur

Okulların açılmasına iki gün kalmışken  oğlum Y. nin formasını almak için okula gittik, kıyafetleri veren görevli okula yeni  müdür geldiğini söylediğinde içime "yeni umutlar" doğuverdi. Bu şehre yeni taşınmıştık, bu okulu tercih etmemin nedeni adının güven vermesiydi. İki yıl boyunca  müdürü, öğretmenleri ile okulun , taşındığımız şehrin başka bir okulundan  hiç bir farkı olmadığını tecrübe ettim, hepsi aynıydı. Sabah sekizden akşam beşe kadar derslerin hepsi test odaklı çalıştırılıyordu, sık sık teog deneme sınavları yapılıyordu, akşam beşten sonra eve gelen çocuklara test çözmeleri için ev ödevleri veriliyordu,  ne yaptığını bilmeden ezbere, dört şıkka odaklandırılmış oğlum için kendi kendime dertlenip söylenmekten başka elimden geleni yapmaya çalıştım. Diğer veliler ne düşünüyordu veliler toplantısında aşağı yukarı anlamıştım. Velilerin içinde ev hanımı olan bir kaç kişiden biriydim,  on sekiz kişilik okulun diğer tüm anneleri doktor, avukat, akademisyen, öğretmendi. Veliler toplantısında daha çok ödev verilsin, sekiz saat zorunlu derslerden sonra ek ders istiyorlardı, teog için ek ders konulsun, bol bol test çözdürülsün diye öğretmenlere baskı yapıyorlardı, diğer okullar ile karşılaştırma yapıyorlar, o okul şu kadar birinci çıkardı bizim okulumuz niye bu kadar da kaldı ,diye tartışırlarken (   teog sınavına iki yıl sonra girilecek iken)  hangisine derdimi açacaktım.  Sınıf öğretmeni ve müdür yardımcıları ile konuştum, iyi insanlardı, hiç yoktan  beni kabul ettiler dinlediler ama istediğim şey imkansızdı, sistem böyleydi, ellerinden bir şey gelmezdi. Sonra yazı yazdım, okul yetkililerine çünkü okulun vizyonu misyonu  istedikleri şey benim oğlum için istediğim şeydi, üstelik benim oğlum onların okulundaydı, iki yıl boyunca gördüm ki kötü dedikleri sistemi değiştirmek için ellerini taşın altına sokmak istemiyorlar, her gün sabahtan akşama alıkoydukları çocuklar için yapacakları tek şey kanlarının son damlasına kadar yarıştırmak, ayrıştırmak  birincileri çıkartmak sonra bu birincileri büyük afişlere asıp şehrin her yanına asmak. Birinciler ile dolu afişlere bakamıyordum, ben bu afişlerde tüm çocukluğunu  test kitapları, sınavlar, ek dersler ile arkadaşlarıyla yarıştırılmış , tüm arkadaşlarını geri bırakabilmiş hepsinin üstüne geçebilmiş, ailesinin öğretmenlerinin okulunun istediğini verebilmiş sistemin küçük savaşçılarını görüyordum. Sadece ben böyle görüyordum, o zaman okuldan ne kadar uzaklaştırabilirsem çocuğum için iyi olacaktı, sekiz saatli zorunlu ders uygulamasının yumuşatılmasını beşinci dersten sonra oğlumu alabilir miyim diye sorduğumda teog'a yaklaştıkça dokuz hatta on dersin zorunlu tutulacağını öğrendim, okulun bir konferansında halkla ilişkiler başkanına  Fillandiya okullarındaki üç saatlik dersi ve başarılarının nedenini sorduğumda Fillandiya çocukları başarılı ama mutsuzlar dedi,  halkın çoğu intihara meyilli diye soruma cevap vermişti. Çocuk çocuktu  işte, büyükler onları kendi denizlerine sokup üzerine çıkıp boğmaya çalışsa da onlar lastik top gibi fırlayabiliyorlardı, boğulmuyorlardı , bu muydu büyükleri deli eden,  doğruyu görmelerine engel olan, çocukların çocukluklarını çalmak için bütün günlerini okul ile hapsetmeleri, nedendi?
Acaba bu yeni müdüre bir veli olarak okuldan isteklerimi tekrar baştan en baştan vaktini fazla almadan hemen ayak üstü ; Bir derste ,testlerden , sınavdan, yarıştan, müfredat bombardımanından , bilgi çöplüğünden, otoriteden, hiyerarşiden, kurallardan, yüksek duvarlardan, zillerden bir an olsun uzaklaşarak neden okuldasınız diye çocuklara sorsanız, aldığınız cevaplarda sorumluluk hissedip sistemi değiştiremezseniz bile yumuşatmayı düşünür müsünüz?. İnsanlığa doğaya canlılara sevgiyi, saygıyı, hissetmeyi bir ders olarak her gün işler misiniz, birey olmanın sorumluluğu , cezadan ödülden uzak içten gelen bir ders.  Her cuma okul çıkışı yaptığınız ödül törenlerinden kaçmak isteyen oğluma nedenini sorduğumda hep aynı kişileri alkışlamamız gerekiyor oysa o çocukların içinde arkadaşlarına vuran öğretmenlerine saygısız  olanlar var demişti.
Velilerin çoğunluğu , çocuklarının saygısız, bencil, şımarıklığını özgüven diye kabul etmiş iken  her çocuğun kapısı doğruya açıktır , sevgiyi her çocuk hisseder. Gerçekten okul ne için var ı sorabilirseniz sisteme bu kadar bağlı kalıp sistemin komutanlığına soyunup savaşçı çocukları seçmek için yarışmalar düzenlemezdiniz. Markette okul kıyafetli iki küçük kız görmüştüm , okul bitmiş eve giderken avuçlarında sıkı sıkı tuttukları para ile ne alacaklarını seçiyorlardı. Biri dedi ki " bugün ayşe neden gelmedi ki", diğeri " gelmesin, hiç gelmesin hatta ayşe ölsün" dedi, "hep birinci hep öğretmenin en sevdiği", kol kola girip uzaklaşırken arkalarından bakıp sınıf arkadaşının ölmesini isteyen bu küçük kızda, sistem diye savunduğunuz şeyde kendinizi sorumlu hisseder misiniz?
Ahhh nerden başlayayım nerde sonlandırayım bilemiyorum özür dilerim sayın yeni müdür, aslında ben yedi yıldır okul ile ilgili akla mantığa uymayan uygulamalarınızı yazıyordum, çözüm arıyordum belki fark edersiniz belki el ele verip doğruya doğru değiştirebiliriz diye yazıyordum, yüzlerce yazım vardı ama geçenlerde hepsini ölmüş bir sokak köpeğinin mezarına koydum şimdi hiç biri yok ,  üzülmüyorum çünkü tüm yazılarım huzurlu bir yerde...Bu son cümleden sonra artık bana başka türlü bakacak olan müdüre
bunların hangisini önden söyleyeyim diye düşünürken yeni müdür gülerek yanımıza geldi, kendini tanıttı, bir solukta Y. 'a döndü ve" Y. bu sene çok çalışma var, ek dersler var, tatil bitti, seneye teog var" dedi.
 Okulu, müdürü, sistemi suçlamıyorum, suçlu benim.
Okul, müdür, sistem hepsi benim yüzümden böyle.
Köyümüzden çıkıp ilçeye doğru giderken iki yol var, birinci yol uzun ama düzgün bu yüzden  güvenli diye hep o yolu kullanıyorum diğer yol ilçeye gitmek için kestirme kısa  ama yolda çok çukur var, yol dar ve yayalar için kaldırım yok. Araba ile giderken çukurlardan kaçayım derken  yolda yürüyen yayalara  oynayan çocuklara çarpma ihtimali var, yıllardır bu yol böyle, hep aynı onlarca çukur. Bu yolu hiç kullanmasam da orada yaşayan yolun kenarında evleri olan, çocukları yolda oynayan birine sormak istedim, bu çukurlardan kurtulmak istemiyorlar mı?
Bu çukur ilk önce benim çukurum, ne okulun ne müdürün ne öğretmenin ne de sistemin...
 Çünkü bu çukur yüzünden benim çocuğum zarar görüyor, görecek
Oturduğum yerden söylenmek şikayet etmek hiç bir işe yaramayacak  elime kürek alıp kapımın önündeki çukurları doldurmalıyım.
Bir ev hanımı cahilliğimle ama okula giden bir çocuğu olan anne sorumluluğuyla nasıl doldurabilirim bu çukuru?
Teog bitse başka isimli bir çukur  çıkacak oğlumun yolu üzerine, o daha çok küçük onun yerine ben doldururum önüne çıkan tüm çukurları ama benim isteğim yoluna çıkan çukurları kendi doldurabilmesi için küreği  oğlumun eline verecek sistemin gelmesi, tek başına bir birey gibi yolu üstüne çıkan çukurları doldurmasına izin veren bir sistemin gelmesi...Yarıştırılmadan, cezadan, ödülden uzak sevgi, saygı, hissetme ile ne yaptığının ne istediğinin nereye gittiğinin farkına vardıran bir sistemi  bir okulu , anne olarak talep ediyorum, bu uğurda önüme çıkan çukurlardan ilk önce kendimi sorumlu tutuyorum elimden geleni yapmam gerektiğini biliyorum.




20 Eylül 2017 Çarşamba

Bobi'ye mektup

Bobi , seni unutmadığımı bildirmek için sana bir mektup yazmak istedim.
Sen sokak köpeğiydin, güzel köyümün sokak köpeği, bir yaşına basmadan köyümün insanı tarafından zehirlendin, acı çekerek bu dünyadan ayrıldın.
Ayrıldığın dünya seni hemencecik unuttu sanma,  her gün gölgesinde uyuduğun incir ağacı seni çok özlüyor.





                                 (Bobi, bu incir ağacının altında uyumayı  çok severdin ama incirler artık olgunlaştı, pat pat diye yattığın yerlere düşüyor)
                                          (Seninle her akşam üstü tepelere çıkardık)



Her akşam üstü çıktığımız tepeler seni soruyor, beni tek başıma gören kuru otlar, çalı dikenleri, yıkılmış çitler,  ikindi güneşi , hepsi seni soruyor,



Hepsine Bobi gitti dedim. Arkandan senin hakkında iyi şeyler söylediler, ne güzel köpekti dediler. Ne çok sevenin varmış Bobi, bu arada unutmadan söyleyeyim bahçedeki tosbağalar,  haklarını helal ettiler,  yaptıklarının hepsini unutmuşlar,




Kırlangıçlar ve arkalarından bağırdığın köyün inekleri de seni soruyor...

Pıtpıt 'ın gözleri hep seni arıyor, hala  incir altından gelen her tıkırtıya kulaklarını ve kuyruğunu dikiyor, seni tırmaladığı için pişman, üzgün, bilmeni istiyor,

Köyün sokağı da seni unutmamış, Bobi gidince çok ıssızlaştım diyor.
İnsanları sorma Bobi!
İnsanlar  benzemiyor, tepelere, kuru otlara, çayır dikenlerine, kırık çitlere, ikindi güneşine, tosbağalara , sokaklara... oysa sen en çok insanları severdin .

Bobi'ciğim yokluğunda, 



sensiz sessiz bahçemde,
Salça yaptım, koyu kırmızı.
Tarhana , turuncu.
Fasulye ayıkladım beyaz, siyah.
Sirke kurdum sarı elmalardan.
Ne çok renk doğuruyor bu renksiz toprak diye şaşırdım.





Benim yokluğumda zehirlenmiştin, ben gelmeden annem seni gömmüştü bahçenin en uzak, dikenlerin bol olduğu bir köşesine,( dikenlerden çok korkardın, önce benim yol açmamı beklerdin) mezarının yerini soramadım.
Bahçemdeki gizli mezarından sarı, koyu kırmızı, turuncu, siyah beyaz , rengarenk çıktığını hissettim, kış hazırlıklarını yaparken.
Seni sevdiğimi kendime ispat etmek ihtiyacı duyduğum bir günde yedi yıldır yazdığım beş yüz küsür blog yazımı senin için  sildim Bobi. Bunu neden yaptım mantıklı bir açıklaması yok ama gizli mezarına değerli bir şey koymak istedim. Yedi yıl boyunca yazarak kendimi aramış, kendimi ,çevremi dünyayı tanımaya çalışmışım, hayatta en çok zevk aldığım şey olmuş, yapabildiğim tek şey olmuş, sadece manevi tatmin olmuş  bir kuruş maddiyatı olmamıştı. Şimdi tüm yazılarım hikayelerim senin mezarının üstünde, bir menekşe demeti gibi...
Seni çok özlediğimi bilmeni isteyerek mektubuma son veriyorum Bobi...