22 Eylül 2020 Salı

Köpek bakıcılığı, Loach ve koku...

 İngiltere'ye  ayak bastığım ilk günü hiç unutamıyorum. Havasının kokusu bile farklı daha önce kokladığım bildiğim hiç bir kokuya benzemiyordu.  Bilinmedik bu koku o kadar yabancıydı ki  gittikçe  ağırlaşacak, yalnızlaştıracak gibiydi...Yabancılık çekeceğim o kadar çok şeyin içine  bir de havanın kokusu eklenmişti...Yolda yaya gördüklerinde hemen duran arabaları olmasaydı çoktan ezilmiş gitmiştim, ters trafiğe hiç alışamamıştım.  Ama çok geçmeden farklılıklar terslikler içinde yabancı olduğumu  hissettirmemeye çalışan bir sistemin içinde olduğumu anladım. Kokuya alıştım, duymamaya başladım.

En çok etkilendiğim şey ise yolda herkesin  gülümseyerek birbirine  merhaba demesiydi. Tek başıma yürüdüğüm anlarda  beni gören çocuk, kadın, erkek, hepsinin  merhaba demesi , beni nedense  farklı etkilemişti.

Bana merhaba demeleri , ne  anne, kadın,  hemşeri, meslektaş ne de komşuluk ile ilgili değildi. Sadece bir tek beni görebiliyorlardı. Bu bana tüm sıfatlardan arınmış varlığımı hissettiriyor , mutlu ediyordu. Sokaklarda bir tek kendim ile yürüyor, yürürken kendimi tanıyordum. Yürüdükçe, oğlumu burada tek başıma okutabilme  gücü ile doluyordum. 

Ne iş yapabilirim, hangi işten para kazanırımı düşünürken aklıma  komşular  yengeler halalar ne derler  gelemiyordu. Kendim hakkımda özgürce karar alabileceğimi hissediyordum ve köpek gezdiriciliğinde karar kıldım, dog keeper olmayı istiyordum. Bu mesleği yaparsam sonsuz yeşilliklerde en sevdiğim canlılar ile beraber olacaktım. 

Çok az vakit vardı hemen dog keeper olabilmek için yapılması gerekenleri araştırmaya başladım. Karantina dolayısıyla sertifika veren okullar online eğitime geçmişlerdi ve evden beri köpek eğitimi, hakkında seksen saatlik sorulu sınavlı bir derse yazıldım. Ne çok eğlendim , mutlu oldum köpekler ilgili şeyleri öğrenmekten...Eşim oğlum da  ( aynı odada ders görmek zorunda olduğumuzdan)  her gün öğretmenimizin köpeklerine guuudd görrrlll, guuddd booyyy diye bağırırken sevincime ortak oluyorlardı...

Dog Keeper olabilirim fikri aklıma düştüğünde yine şehre doğru yürüyüşlerimin birindeydim. Yaşlı meşelerin koyu gölgesinde ilerlerken köpek gezdiricisi olduğum fikri ile öyle kurulmuşum ki etrafımda dönmeye zıplamaya başlamıştım...Kim ne derden çok uzak kaldığım için özgürce dönüyor, dönüyor dönüyordum...Döne döne meşelerden ayrıldım, kındıralarda, patika yollarda bisikletlilerin zilleri  arasında ...Lastik bir topum olacak , uzaklara  fırlatacağım, onunla birlikte topun peşinde koşacağım, yarıştığım köpekler, iş arkadaşlarım köpekler, mesai arkadaşlarım köpekler ...İçim içime sığmıyor aklıma geldikçe dönüyorum. 

Kendimi inandırmıştım, köpek bakıcılığı yaparak eşimin desteği ile  oğlumuzu okutabilecektim. Kendime güvendiğim , inandığım anlarım elbette  olmuştu ama hepsi bir kibrit çöpü gibi  bir anda parlayıp  bir anda yok olmuşken  bu sefer farklıydı. Tüm şehir bana inanıyordu, yapabilirdim,  yaşlı meşeler, kındıralar, sincaplar, robinler, dinmeyen yağmurlar, ısırganlı patikalar...sonsuz yeşil  çimler ile güzel gözlü köpekler beni bekliyorlardı, yapabilirdim. 

Harıl harıl köpek eğitimi derslerine devam ederken iki şey oldu...

Ken Loach yeni bir film çekmişti, ilkinden  ( http://www.beyazperde.com/filmler/film-241697/) çok etkilenmiştim. Yeni filmini görmemek  için dirensem de bir akşam köpek derslerimin arasında izleyiverdim. üzgünüz, size ulaşamadık ( http://www.beyazperde.com/filmler/film-264872/) 






Ken Loach yine gerçekleri çekmiş,  sıradan bir İngiliz   ailenin saat ücreti çalışma koşullarını  anlatmış. Ama iyi ki Loach vardı, İngiltere'de İngilizler  ile yan yana otursam da  gerçekleri  onun gibi göremediğimi anlıyorum. Film gerçek bir hayat hikayesinden (diyabet hastası bir kargo görevlisinin mecburen hastaneye gitmesi gereken zamanlarında patronunun ağır maddi cezalar kesmesi üzerine randevularına gidememesi ,hasta hasta çalışmak zorunda kalması ve sonunda ölmesi) esinlenilmiş. Kargo dağıtıcılarına ve filmdeki annenin işi olan hasta bakıcılığına daha farklı bakmaya başladım. 

 Keşke izlemeseydim dedirtecek kadar beni korkutmayı başarmıştı. Beni döndüre döndüre mutlu eden köpek bakma hayali işime de Loach farkı ile bakmaya başladım.

Farkındayım  toz pembe olmayacaktı ama tüm zorlukları yenecek şeyleri burada bulacağıma inanıyordum. 

Tam bu sırada ikinci şey çıktı...

Büyük büyük dedemin daha önce hiç görmediğimiz bir fotoğrafı,  müze görme gezintilerimiz için çıktığımız  tren yolculuğunda iken  telefonuma gelmişti. Uzak bir akrabamızın aile albümündeymiş, fotoğraf şimdi tüm "üç kuşak sonrası torunlarının"" telefonlarındaydı. Yaşlıca kasketli bir adam , yakaları yıpranmış beyaz gömlek üzerine rengi solmuş yelekli takım elbise giymiş, kolunda paltosu ile  Ankara'da, yeni açılmış Anıtkabir'in merdivenlerinden iniyor...Tren bakımlı İngiliz köylerinden geçerken ben daha önce hiç görmediğim bu adama dikkatlice bakıyorum. 

( Müzede ki tek fotoğrafım o da flu çıkmış. Fotoğrafın fluluğu gibi artık emin değilim İngiltere'de kalmaktan, köpek bakıcılığı işimden çünkü büyük büyük dedem Türkiye'deki köyüme dair çok şeyler anlatmıştı, tren yolculuğum boyunca. İngiltere'ye indiğim o  ilk günkü kokuyu hissettim, köyümün kokusunu hatırlamaya çalıştıkça ) 




.





16 Eylül 2020 Çarşamba

Neredesin ?

 Neredesin Ayşe diye soruyor arkadaşlarım, İngiltere'den döndün mü? 

Cevap veremiyorum, neredeyim bilmiyorum.

Neredeyim bilmiyorum.

Geçen sene tam da bugünlerde İngiltere'de bir yıl yaşamak için yola çıkıyorduk.  Son son  bavullarımızı tartıyorduk ağırlığı 20 kiloyu geçmesin diye . O günlerde,  üzerimdeki   ağırlıkları da tartıya koyabilsem kaç kilo gelirdi düşünüyordum.  Hiç yurt dışını   görmemişliğin ağırlığı ,  sanki uzaya bilinmez bir karanlığa  fırlatılıyormuşumun  ağırlığı, nasıl geçineceğizin ağırlığı, çocuğun okulu ağırlığı ,  tanıdık bildik birinin yokluğu tek başına her şeyi halletmenin ağırlığı...

Bir senenin dolmasına günler kalmış iken yine bavul tartıyoruz, her bavulun arkasından  tartıya çıkıyorum, her defasında gördüğüm aynı rakam beni inandıramıyor. Çok ağırım. Geri dönme konusunda kararsızlığım öyle ağır ki...

Eşim çok kararlı geri dönecek, mesleğine karşı sorumluğu çok büyük. Ben de  kendi sorumluluklarımı düşünüyorum, burayı  sevmeye başladığım andan itibaren. Eşime, memleketimdeki anneme babama kardeşlerime kedime , kayın valideme, dedeme, akrabalarıma ,  her gün beslediğim sokak kedilerine köpeklerine, komşularıma, köyüme, çevreye, iklime, sosyal olaylara, vatanıma, inancıma olan sorumluluklarımı düşünüyorum. Sorumluluklarımı çocukluğumdan beri   kendimi bildim bileli hep düşünüyorum. İlk başlarda kendime bile  özgürce "burayı seviyorum"u itiraf edemedim.  Burayı tanımaya başladıkça, 

sorumluluklarım içinden kendime olan sorumluluğumun farkına varmaya başladım. Bu kendime karşı sorumluluğumu bir sonraki yazımın konusu olsun, şimdi oğluma karşı sorumluluğumu yazmalıyım.

Nasıl bir anneyim diye kendi kendimi çok sorgulayıp çok bunalttığım şeylerin başında okul geliyordu. sekiz yıldır  oğlumu sabahtan akşama  beton duvarlar arasına hapsedilmesine göz yumuyordum. Küçük beton bahçeli binalarda hep test çözmesi için zorlayan bir sistemin içine yolluyordum. Okula gitmekte isteksiz çocuğu  zorla, tüm gününü alacak bir mutsuzluğa her gün yolcu ettim.

Aynı şeyler burada da olacak diye okula göndermek istemesem de , eylülün ilk günü okula gitmesi gerekirken Ekim sonu   evimize en yakın bir  devlet okuluna yazıldı. Liseden yani dokuzuncu sınıftan başladığı okulunda sadece ilk gün tedirgindi; birazcık bildiği  bir dil ile  hiç  bilmediği insanlar, yabancı bir kültürün içine girecekti. Sabah kendi başına yürüyerek okula gitti. 8 yıllık okul hayatında ilk kez tecrübe ediyordu yürüyerek okula gitmeyi. Okuldan gelene kadar yürek çarpıntısı ile pencerede nöbetteydim. Beyaz gömleği kir pas içinde kravatı kaymış, pantolon dizleri çamurlu sokakta göründüğünde aklıma sadece kötü şeyler geldiğinden çocuğu panik içinde karşılamıştım. 

Çok güzel bir gün  geçirdim anne, dedi. 

Bir saat boyunca maç oynamış, bahçedeki tüm çocuklar ile. Elini kollarını açarak okul bahçesinin ne kadar büyük olduğunu anlatmaya başlamıştı. Okulunda ilk olarak özgürce koşabildiği yuvarlanıp uzanabildiği kocaman çimli bahçeyi  beğenmişti. Sonra öğretmenlerini arkadaşlarını derslerini ödevlerini sınavlarını çok sevmişti. Ama bu kocaman çimli bahçeler okulun kalbi olmalıydı. Öğretmen arkadaş ders sınav kötü olabilirdi , bunların üstesinden gelebilecek kadar kocaman yemyeşil bir bahçe vardı koşup bol bol oynayacak kadar teneffüsler de verilmişti.

Her zaman halden anlayan çocuk olmuştu, yapıp yapamayacağımız her şeyi bilir ona göre taleplerde bulunurdu. Okuluma devam etmeyi çok isterdim dediğinde neden imkansız bir şey istiyor diye güceniyordum , geri döndüğünde okula dair onu teselli ve teşvik edecek  hiç bir şey söyleyemiyordum. Okulunu  bu kadar çok sevmesi bana acı vermeye başladı. Neden çok sevmişti okulu?

 Corona yüzünden sadece dört ay gidebildiği okulda seçmeli dersleri çok sevdi, fotoğrafçılık koro aşçılık, fotoğraf  ödevi için her gün  dışarı çıkıp çiçeklerin ağaçların fotoğrafını çekti, fotoğraf albümü şehrin resmi hesabında yayınlandı , en çok like alan fotoğrafçı olmuştu , koroda her hafta arkadaşları ile söylemeye başladı, okulun basket takımının verdiği  derslere her hafta katılmaya başlamıştı. Bu dört ay boyunca yağmur her gün yağıyor bir an bile durmuyordu, esas faliyetleri ilk bahar ve yazın olacaktı,  yazın Fransaya gezi yapacaklar , ilk baharda tüm müzeleri gezecek kamp kuracak dağlara tırmanacak kano süreceklerdi...Hiç birini yapamadı çünkü corona ilkbaharda gelmişti. 

Dersleri ağırdı,   okula geç başlamasına rağmen sınavlarda başarılı oldu diye onu en üst seviyedeki sınıflara almışlardı üniversiteye gidecek öğrenciler için  sınıflara. ( liseye her giden   öğrenci üniversiteye gitmek zorunda değil liseyi bitirdikten sonra yapılacak güzel meslekler olduğu için  her ders dört şekilde anlatılıyordu, çok kolay, kolay, zor , çok zor diye ...her ders bu şekil dört levele ayrılmış iken onu en üst en zor  levele çıkarmışlardı. 

İnanamıyordum, nasıl olur diye şaşırıyor bir bit yeniği arıyordum, belki misafir öğrenci diyedir . Ama  Bir kere gidebildiğimiz  veliler toplantısında öğretmenleri seneye burada olmayacağımızı bilmiyorlardı hepsi gelecek senenin üniversitenin planlarını anlatıyordu doktor olma potansiyelli çocuklar için ayrılmış sınıftaymış, derslere doktorlar giriyormuş.(13 yaşında bir çocuğun  ödevlerinde  hep hastalık araştırması, bel soğukluğu, kalp pili, tansiyon hapı,  demek bu yüzdenmiş) (Bilmiyordum, tek bildiğim fen derslerini hiç sevmediğiydi) ( İlk kez ödevlerini tek başına yapıyordu)   tüm öğretmenleri, saygılı , nazik sorumluluk sahibi hassas diyorlardı, başarılı ,onu çok sevdik...Yoktu işte bir bit yeniği yoktu, ben oğlumu tanımıyormuşum, İngilizler dört ayda tanıyıvermişti...

Hiç bir dersin kitabı yoktu. Okula başlarken bir penny bile harcamadık, kalem kutusuna kadar okul almış, dolabına koymuştu. Kitapsız nasıl ders işleniyordu? Örneğin tarih dersini çok seviyordu, dersi tablolar üzerinden işliyorlardı. Geçmiş dönemlerdeki ressamların sosyal olaylar üzerine yaptığı resimler üzerinden...   İngiltere'nin bir savaşı resmedilmiş,tarafların biri İngiliz üniformalı ,öğretmen çocuklara hangi üniforma size neyi hissettiriyor diye soruyor,  neden diyor, karşı tarafta olduğunuzu düşünerek yazı yazın diyor, savaş neden çıkmışı  tartışıyorlar, siz olsaydınız bunun için savaşır mıydınız diye soruyor, sıradışı karşıt görüşler en çok puan alıyor diye çocuklar düşünmek zorundalar. Din dersini de çok ilginç bulmuştu , tüm dinleri öğreniyor, eve gelip bana anlatıyordu , din sınavlarında da  karşıt fikir en çok puanı alır kuralına  çok şaşırmıştım ama din dersi öğretmeninin, ben hiç bir dine inanmıyorum demesi kadar değil...Anne sınıfta inanmayanlar var, din dersi öğretmeni bile dediğinde yanlış anlamışsındır demiştim. Din dersi yüzünden  vejetaryan olmaya karar verdi ( sekiz aydır et yemiyor) hayvanların çektiği eziyetin insanlık için bir ahlak sorunu olduğu üzerine konuşup   video izlediklerinden dolayı ...Yılbaşında ağaç kesilmemesi için neler yapılırı tartışmışlar öneri sunmuşlardı... İngilizlerin tarih boyunca yaptıkları ırkçılık ile araştırma yapmalarını en az yedi tane bulmaları istendiğinde, anne bu ödevi nasıl yapacağım ayıp olmaz mı diye tedirgin olmuştu... 

Tüm dinlerdeki cennet kavramını tanıyorlarken öğretmen cennete dünyadan tek bir şey götürmenize izin verilse o ne olurdu diye sormuş, sınıfın hepsi cep telefonunu istemiş, bir tek Yunus ailemi isterim demiş. Cevaplar üzerinde tüm ders boyunca konuşulmuş...Her derste fikri sorulduğu için her dersi önemsiyordu. Test olmadığı için yazılılarda yüksek not alabiliyordu...Okulda fazlasıyla tebrik edilirken eve postaya tebrik mektupları geliyordu, " ben kimya, ingilizce  öğretmeni; Yunus ödevlerini zamanında ve özenli yaptığın için sana teşekkür etmek için bu mektubu gönderiyorum diye mektuplar aldı.

Okul sonuçta okuldu, aşırı bir disiplin vardı, akla zarar kuralları ölesiye önemsiyorlar, öğretmenler öğrencilere yine  bağırıyor, ceza da veriyorlardı. Ama, 

dört ay gidebildiği okulu ona çok şey katmıştı, ilk önce kendine güveni gelmişti, o da başarılı olabiliyordu, başarı için dersi dinlemesi ve kendi fikrini söylemesi yetiyordu. Öğretmenlerinin onu önemsediğini hissediyordu, ilk günlerdeki sessizliği korkusu gitsin diye hep şekspir okutan ingilizce öğretmeni" sanki dokuz yıldır İngiltere de öğrenim görüyor gibisin diğer öğrencilerden hiç bir farkın yok demişti.  Bunların hiç biri olmasaydı da olurdu, kocaman çimli bahçede top oynaması bile okulu sevmesine yeterdi...

Okuluna devam etmesi gerçekten de imkansız mıydı? Bir anne olarak, oğlumun istediği şekilde  öğrenim görmesine gücüm yetmeyecek mi diye düşünmeye başladım. Benim de bir gücüm var mıydı?Eğer varsa bunu ne için saklıyordum şimdi zamanı değil mi? 

Bavullar tartıldı, hazırdı,  ben neredeyim? 








Sen İngilizlerin ne sinsi olduğunu bilmezsin, dediler, bir sene boyunca bilemedim. Belki tüm bunlar sinsiliklerindendir, çocuğu bağladılar okula...İngilizce öğretmeni sinsiliğinden belki yunusun ayrılacağını duyduğunda ağlamış, ona yazı yazmış; ben her zaman senin öğretmenin olacağım, tüm başarılarını duydukça gururlanacağım, ne zaman istersen beni ara seninle sohbet etmekten her zaman büyük zevk aldım diye yazması da sinsiliklerinden olabilir. Bir sene çok kısa zaman diyorlar bu İngilizleri anlamak için ...Doğru olabilir, İngilizler sinsi olsa bile bu kocaman çimleri yaşlı ağaçları sinsi değildir...Okuldaki çimlere ağaçlara güveniyorum oğlumu mutlu etmeye yetiyor...

2 Eylül 2020 Çarşamba

Anne dili



 İngiltere'ye geldikten sonra annem ile iletişimim sadece  sesli aramalar (görüntüsüz) ile sınırlı iken Türkiye'deki birlikteliğimizden daha farklı bir bağ hissettim. Her gün,  iki kere , sabah akşam konuşmamıza ,  sesindeki heyecana,  hasret ile  sık sık "yavrum" demesine  alışık değildim. 

Annem ile konuşmalarıma kulak misafiri olan eşim,  duyduğu cümlelere her defasında   şaşırıyor; senden hiç duymadığım kelimeler ile annen ile konuşuyorsun, diyor. Ben de şaşırıyorum,   sadece annemin yanında ya da annem ile telefonda konuşurken ortaya çıkan bu kelimelere. 

Bugün konuştuklarımızdan;  

"  Tatsız Ayşe uğramış, ateş almaya gelmiş gibi hiç oturmamış, oysa hazırda  böreği varmış bir cini de olsa çıkarmak istemiş önüne. Telefonu nasıl da iyi kullanıyormuş,  telefona ip atlatıyormuş...kavilleşmişler , haftaya bahçede  incir reçeli kuracaklarmış...Bahriye yengenin annesi ölmüş, coronadan değil, inmedenmiş..."

Bahriye yengemin köyü çok yukarılarda , yüksek tepelerin birindeydi,  "yukarılı" diye anılırdı.( Tatsız, yukarılı gibi sıfatlar yüze söylenmez, genelde  arkasından konuşulur  ama herkes kendine takılan lakabı  bilir  kızmazlardı, babam gözlüklü diye kör Mustafa,  çok hastalanıyor diye çürük memed, ayşe de hep olumsuz konuştuğu için tatsızdı işte )

Annesi geldiğinde Bahriye yengem başka bir dil ile konuşurdu. Konuştukları dile  pomakça derlerdi...

Anne kız baş başa geldiğinde bilinmedik bu dili konuştuklarında babaannem " Allah bilir ne konuşuyorlar, bize mi sövüyorlar, anlamıyoruz ki "diye hoşnutsuzlaşırdı...

Uzun bir hasretlikten sonra baş başa gelebilmiş bir ana kız niye başkalarına sövsünlerdi ki, konuşabildikleri en kolay dil ile hasret gideriyorlardı, çok uzaklarda, tepelerin tepesindeki  köyünden akrabalarından bağı bahçesinden haber veriyordu annesi. Pomakça konuşurken yengemin utangaçlığından çekingenliğinden eser kalmaz, anası ile sözden söze kanat takmış gibi uçarlardı...Bahriye yenge benimle de pomakça konuş diye ısrar ederdim ; konuşamıyorum ki diye üzülürdü, dilim düğüm,  annemin yanında  dilim çözülüyor, derdi...Bahriye yengeme başsağlığı dilerken ,  annen ile birlikte dilini de kaybettin,  diyesim geldi, diyemedim. 

Oğlum küçüklüğünde;  şekere "gıdı", arabaya doy doy, derdi, bir tek ben anlardım ne demek istediğini. ( bir sözlük hazırlamıştım, iki yaşında Yunus'un sözlüğü diye, anneme kayın valideme hediye etmiştim,) Gıdı gıdı, doy doy diye ana oğul konuşurduk ama çevremden  çok uyarılırdım çocuğun dil gelişimini olumsuz etkiliyorsun diye... Cahilliğimden olsa gerek , sadece ikimizin konuşabildiği bir dil beni çok mutlu ediyordu. 

Hissettiğim şeyleri doğru bir şekilde anlatabilmenin ne kadar önemli olduğunu ancak burada anlayabildim. Ve bunu başarmak uzun  yılları alacak kadar zor bir süreçmiş, İngilizce öğrendim diye bir şey olamayacağını da anladım. Tarzanca, merağımı anlatacak kadar bir dile sahip olacağımı biliyorum, hislerimi, hayallerimi, hasretimi,  Bahriye yenge ve annesinin konuştukları gibi kanatlanarak özgürce hiç bir zaman İngilizce anlatamayacağımın farkına vardım....İnsan anlatabildiği kadar yazabildiği kadar insanmış, anladım ki Anadilim sayesinde ben insanım. 

Anne ile "yavrusu" arasındaki dilin ,  var olabilmek için ne kadar önemli olduğunu  yine burada uzaklarda anlayabildim. 

(Bu yazıyı yazarken aklımda hep sevgili blog arkadaşım , yüzünü hiç görmediğim ama bana yazdığı mesajlar ile onu çok yakın hissettiğim Jale vardı. Annesi onu dünyaya getirirken vefat etmişti, dünya gözüyle annesini görememiş, sesini hiç duyamamış bir çocuk  olarak  hiç görmediği insanlara  kutular dolusu hediyeler gönderiyordu. Kutuların içi aylarca uğraşılmış el emekleri ile dolu , danteller, battaniyeler, şallar...Bu yazıyı yazarken içimden,  belki Jale'nin anne dili de bu kutuların içinde saklıdır diye geçti. Hiç konuşamadığı  annesi ile konuşur gibi örüyordu, öyle saf öyle içten çıkarsız umarsız hasretle   ördüklerini  yüzünü görmediği insanlara hediye ettiğinde  anne ile konuşabilmiş kadar oluyordu. Kendini bilmez insanlar ile dolu bir dünyada, bazen  büyük bir yokluk ,  sizi büyük bir şey, kendini bilebilmiş bir   insan  yapabiliyordu. )