31 Ekim 2017 Salı

Duyarsızlık ile ilgili

Akşam uyku saatinde yatağına yatırıp ışıklarını kapatmadan önce, " anne ışığı kapatma sana söylemek istediğim bir şey var" dediğinde bilirim, önemli bir şeydir, bütün gün aklına takılmıştır uyumadan önce kurtulmak istiyordur.
Bu sene eksik bir arkadaşları var, kaydını başka bir okula aldırmış.  " Gitmesi iyi oldu sınıf başarımızı düşürüyordu" demiş branş öğretmenlerinden bir tanesi. Bütün gün  o kız gözünün önünde canlanmış. Tembelmiş, ödevlerini yapmıyormuş, hiç arkadaşı yokmuş zaten, gitmesine üzülmemiş ama " iyi ki gitti" denilmesine çok üzülmüş. Herkes konuşmadığı için ben de konuşmuyordum ama bugün hep onu hatırladım, gözümün önünden hiç gitmedi.

Sınıf öğretmeninden uyarı aldım, " duyarlı çocuk" olsun diye uğraşmamalıydım, ülke gerçeğine göre yetiştirmem gerekiyordu, gerçekler acıydı  vs. vs... Geçenlerde öğretmene bir mesaj atmıştım, okulda çocuklar birbirlerine vurmasın diye sevgiye paylaşmaya , arkadaşlığa dair okulda yapılabilecek  öneriler yazmıştım, örneğin Hollanda'da ki arkadaşımın okulundaki uygulamayı , alay etmek konusunu bir hafta bütün velileri de ortak ederek  işlemişlerdi, bir hafta başka hiç bir şey yapmadan... bütün gün onların başındaydı çocuklarımız, öğretmenlerin bu ağır işlerinde sorumluluk hissediyordum .  "Hissedebilmek" ile ilgili naçizane önerilerimi edebi olmasına dikkat ederek yazmıştım.  Öğretmen oldukça içten,  ilgili bir dönüş yapmaya çalıştı mesajımın geri dönüşünün özeti şuydu ,vurana vuracaktı, niye vuruyor diye duyar yapmayacak, edebiyat parçalamayacaktı , Hollanda değil burası Çorum...  Haklısınız dedim, değişime açığım, ülke gerçeğine uygun bir anne de olabilirim. Duyarlı olsun diye özellikle yaptığım bir şey yoktu ama   odasındaki çiçeği   kaldırmak ilk aklıma gelendi.
 Geçen hafta a101 den boks eldiveni ile kum torbası aldım. Çok kızdı, paramı boşa harcamıştım asla vurmayacaktı , biliyordum ama yine de oturma odasına gözle görünür bir yere koydum. Ne yapıyorum  kafasını mı karıştırıyorum, açıkçası umursamıyorum. Doğruyu hep aradım , hiç emin olmadım ama doğruya giden tek yol olmadığının farkına varalı da çok oldu.
Sevgili arkadaşlarım duyarsızlık ile ilgili önerilerinize ihtiyacım var.

  Odasının ışıklarını kapatayım, okulu terk eden arkadaşının görüntüsü yok olsun,  huzurlu uykulara dalsın...

30 Ekim 2017 Pazartesi

Bir terazi

Bafra köylü pazarını geziyorum. Bilindik pazarlara benzemiyor, satıcıların hepsi kadın, çuvallarının başındalar, bahçelerinde ne varsa koydukları çuvallarının ağızları  açık,  önlerinden geçenlere"bakıver bi!" diye sesleniyorlar. Yolum düştükçe bu kadınları görmek istiyorum, küçük bahçelerinde bin bir zorlukla yetiştirdiklerini, sabahın erken saatlerinde üç beş kuruşa satabilmek buradalar. Hepsinin okuyan çocukları var,  evlerinin eksikleri var.  Kadınlardan biri gelip geçene bakmıyor, tek çuvalının başında oturmuş, ellerini dizlerinin arasına sıkıştırmış. Çuvalı dolu değil, bir kaç kilo bamyası var. Ne kadar? diyerek  çuvalın başında durdum. Kadın birden canlandı, gülümseyerek  dört lira dedi. Bir kilo tartar mısın dedim. Ellerini dizlerinin arasından çıkarıp, poşeti doldurmaya başladı. Bir kilo doldurduğuna  kanaat edince etrafına bakındı. Tartısı olmadığını fark ettim. Elinde poşet ile ayağa kalktı, terazili bir kadının yanına gitti, "komşu şunu bir tartıver " diye uzattı. Terazili kadın ; " ben daha siftah yapmamışken..." diye burnundan soluk vererek yüzünü çevirdi, örgü yeleğinin düğmelerini iliklemeye başladı. Uzattığı bamya poşetini yere indirdi. Tekrar etrafına bakındı, başka bir terazili kadının yanına gidip poşetini uzattı, "komşu şunu bir tartıver" dedi. Bu başka terazili kadın " sabah sabah insanın başında bitiyorlar, daha çuvalımızı açamadık" diyerek ağzına kadar dolu çuvalını karıştırmaya başladı. Bamya poşetini yine yere indirdi. Telaşlandı,  pazarda çocuğunu kaybeden anneler gibi etrafına bakınmaya başladı.  Pazarın başındaki markete doğru koştu, markete baktım, hınca hınç doluydu. Elinde bamya poşeti ile kasa sırasına girdi. Bamya çuvalının başında kaskatı kesilmiş markete bakınıyorum. Kasa sırası yavaş yavaş ilerliyor.
Burası, Bafra Ovası, Kızılırmak Deltası , bir ekene bin veren dünyanın en bereketli toprakları . Bu küçücük pazarın satıcıları,  hepsi aynı görünüyor, hepsi çiçekli basmadan lastik etekli , hepsinin sırtında örgü yelek , hepsinin başında oyalı, yemeni var. Hepsinin elleri çatlak, yüzleri güneş yanığı,aynı toprağı ekiyor, çuvallara koyuyorlar.
Sırası geldi, bamya poşetini kasaya uzatıyor.
Bu kadınların en yakın arkadaşı, " toprak".  Hepsi bir görüşte toprağı tanır. Toprağı  bilen var mı?Cömert, alçak gönüllü, derin, köklü, bereketli, renkli sadık bir arkadaşları var ,"toprak". Kişi  her gün gördüğü arkadaşını bilmek istemez mi?
Koşarak marketten çıkıyor, çuvalının başına geliyor, yüz gram eksiği varmış diyor, bir avuç daha koyuyor poşete. Parayı uzatırken arkamdan biri sesleniyor, bamyan nasıl güzel mi, bana da tart bir kilo.  Paramın üstünü alıp çekip gidemedim, nasıl tarttıracak, sinip izledim. Doldurduğu poşeti alıp kararlı adımlarla markete doğru gittiğini gördüğümde sindiğim yerden çıktım. Huzur veren geleneksel giysileri içinde  güler yüzlü kadınların , taze, doğal, organik sebzeleri meyveleri arasında karardım. Bir kilo bamya bin kilo olmuş, taşıyamıyordum.

"Köylü pazarına bir terazi" başlıklı  dilekçe yazmalı belediyeye vermeli diyerek içimdeki  karartıyı silmeye çalışarak, uzaklaştım.

27 Ekim 2017 Cuma

Anne- Baba

Annem ile babam geldi. Babam yine sırtına  bir çuval yüklenmiş, annemim eli kolu dolu. Yaşlarına bakmadan bu kadar yükü şehirden şehire taşıma   güçlerine şaşırıyorum. Çuvalı açıyorlar, biberlerin en  körpelerini domateslerin en kırmızısını, lahananın en ince yapraklısını seçtik diyorlar, fasulye, pirinç, bulguru tek tek çıkarıyorlar. Ispanağın en körpesini, ayvaların en irisini.. Nokul yapmış kat kat, her katın arasına ceviz koyarak," baban yardım etti " ,  cevizleri kırdı" diyerek. Kavanozlarda salça, tarhana, turşu, "hepsini babanla yaptık "diyerek.   Küçük bir kutuyu utana sıkıla uzatırken, " manda lokumu çıkmış", bu kadar alabildik, diyerek. Acemice örmeye çalıştım  kusurlarını görme diyerek bir şal koyuyor omzuma, "baban almış yününü."
Beyaz saçlarıma, kırışan yüzüme, düşen omzuma bakarak artık iyice yaşlandığıma inanıyorken onlar kapımı çaldığında küçülüveriyorum.
Yaşımı aldıkça onlara olan ihtiyacım azalır hissediyordum, öyle değilmiş.
En çok gençliğimde ihmal ettiğimin farkına varıyorum, gençliğim en özgür zamanlarımdı,  varlıklarını en az hissetmek istediğim zamanlarımdı . Ne çok yanlış yapmışım.
Yaşlandığım yaşlarımda neden  onlara bu kadar  çok ihtiyaç duyuyorum?
Bugün yolcu ettim, şalıma sıkıca sarınıyorum onsuz geçecek günlerimin soğukluğunu hissetmemeye çalışarak...


25 Ekim 2017 Çarşamba

Taziye

Mutfak penceremden izlediğim karşı evdeki kalabalığın nedenini öğrenemedim , eve giren çıkanların yüzündeki ifade ölümü çağrıştırıyordu.  Telefonda,  akşam gelince taziyeye gidelim dedim, olur dedi, akşam yemeğe ne yapayım dedim, sen ne istersen onu yap dedi, akşamdan ıslattığım nohutlara baktım, nohutlu pilav olur mu dedim, olur dedi.
Çorum'da trafik olmadığından her gün aynı saat aynı dakikada sokağın başında belirdiler. Pencereden , yukarı çıkma ben aşağı iniyorum dedim, Yunus'u içeri aldım bizi merak etme karşı eve taziyeye gidiyoruz dedim. Yunus" ölmek" kavramına karşı, hiç kimsenin ölmesini istemiyor, " amcanın öldüğünü nereden çıkardınız belki doğum günüdür, kalabalık o yüzdendir " diyor, hemen aklımıza ölüm geliyor diye bizi suçluyor. Kapıyı kapatıp aşağı indim. Apartmanda hiç kimse ile konuşamadığımızın farkına vardırdı bu belirsizlik.  Bahçe kapısını açıp merdivenlerden yukarı çıkarken, birbirimize bakıp  belki ölüm yoktur, hemen başınız sağ olsun demeyelim diye karar aldık. Kapıyı çaldık, açılana kadar  ayakkabılarımızın bağını çözdük, kapıda bekletmemek için. Bizi görünce şişmiş gözlerinden yaşlar akmaya başladı, yan yana oturduk, sessizce dinlemeye başladık; bu kadar kısa olacağını hiç tahmin etmemiştim, onunla daha uzun yıllarımız var sanıyordum, dedi. Başınız sağ olsun dedik. Çay demlemek istedi, çocuk evde bekliyor dedik, kapıya doğru birlikte ilerken ikimize baktı,  başımızı öne eğdik. Kapı önüne çıkardığımız ayakkabılarımızı yarım giydik, hava soğuk kapıda kalmayın dedik. Merdivenlerden inerken bağcığı bağlanmamış, yarısı giyilmemiş ayakkabılar dengemizi kaybettirdi, birbirimizi tuttuk, el ele merdivenlerden indik. Yunus kapıyı açtı, doğum günüymüş değil mi dedi,  nohutlu pilavımızı yemek için sofraya oturduk...

24 Ekim 2017 Salı

Penceremde

Uzun zamandır onları yazmak istiyordum. Buraya taşındığımız günden beri her gün onları görüyordum, mutfak pencerem yalnız yaşayan bu yaşlı çiftin evine, bahçesine bakıyordu. Bahçelerindeki  ağacın ismini bilmediğimden yazımı geciktiriyordum,  iki senedir her gün bu ağacı görüyordum, yaz kış yeşil kaldığını, ilkbaharda beyaz çiçek açtığını, yazın  kırmızı sonra turuncu renge dönüşen küçük meyvelerini kuşların ve yoldan gelen geçen herkesin yediğini biliyordum oysa. Sabah uyanıp kahvaltı hazırlamak için mutfağa girdiğimde ilk onları görüyordum, onlar çoktan kahvaltılarını yapmış bu ağacın altında kahvelerini içiyor oluyorlardı, her zamanki gibi adam beyaz gömlek üzeri takım elbiseli, kadın ise dizlerine kadar beline oturan kısa kollu elbiselerinden birini giymiş, saçlarını topuz yapmış, güneş gözlüklerini takmış olurdu. Mecburen gördüğüm bu yaşlı çiftin dikkatimi çeken yönü her gün özenle giyinip evlerinde, bahçelerinde  oturmaları değildi. Hep yan yana diz dize el eleydiler, tek başına ne adamı ne de kadını görmek mümkün değildi. Sabah el ele merdivenlerden aşağı iniyor, ağacın altında yan yana diz dize akşamı ettikten sonra  el ele merdivenlerden yukarı evlerine çıkıyorlardı. Bu ne büyük sevgi, bağlılıktı diye penceremden beri fasulye ayıklarken, kedilere sosis atarken, okul servisini gözetlerken iç geçiriyordum.  Bahçelerindeki ağaç mevsim mevsim değişirken onlar hep aynıydı ağaçlarının altında. 
Zaman ilerledikçe  pencere önündeki sardunyalarıma su verirken ,yoldan geçerken ikisini bahçelerinde oturur gördüğümde selam vermeye başladık. Kocasının   hasta olduğunu, ondan  başka hiç kimseyi yanında istemediğini, kendisini de tanımadığını kısacık kısacık anlatmaya başladı. Ayak üstü, " oysa eşim akademisyendi, çok akıllıydı, çok çevresi vardı demişti.
Anlamıştım ki  mutfak penceremin zorunlu manzarası gibi kadında kocasına mecburen katlanmak zorundaydı.
Çekilir şey miydi, zengin iken, kendi hayatını yaşaması gerekmez miydi, yatırsa mıydı bir bakım evine diye bakıyordum artık kadına penceremden beri.
Kırmızı küçük meyveler  için  dallara konan kuşları izliyorum, ağacın en kuytu köşesinde
kocasının yüzünü avuçlarının arasına alıyor, kendi yüzüne doğru yaklaştırıyor, öpüyor, öpüyor, öpüyorken iken , görüyorum.
Bahçesinden beri kısacık cümleler kuruyor bana;  o lise ben üniversite mezunuyum diye babam vermek istemedi , benim için üniversite okudu, bitirdi geldi, babamdan beni  istedi...
Yıllardır neden hapsettin bu eve kendini diye arkadaşlarım, ailem çok kızıyor ama anlamıyorlar...
Hasta olan ben olsaydım aynısını o da yapardı...
Onsuz nasıl yaşarım ki derken kırmızı ağacın dallarından bir küçük meyve koparırdı, avucuna aldığı küçük şeye bakar, avucunu sıkıca  kapardı.
Pencereden her baktığımda yazmalıyım diye karar veriyor ama ağacın adını öğrenmekte acele etmiyordum.
Bu hafta sonu yine köyümüze gittik, bezelye, sarımsak, bakla ektik, köydeki  ağaçlara baktım, hepsinin adını biliyordum, akasya, kavak, çınar, ardıç...Penceremden her gün gördüğüm adını bilmediğim ağacı aradım, ona benzer ağaç yoktu. Eve dönünce kısacık konuşmaların arasına sıkıştırmalıyım , ağacınızın adı nedir diye?
Çorum'a döndüğümüzde bu evde  gireni çıkanı ile büyük bir kalabalık gördüm. Nedenini merak edip pencereden ayrılamadım. Büyük bir kalabalık evin önünde bekleşiyordu, kapıdan o göründü,yine dizine kadar eteği beline oturan elbiselerinden birini giymişti, rengi siyah olanı tercih etmiş, merdivenlerden tek başına iniyordu, ağacın yanında durdu, kırmızısı bol bir dalı kırdı, kucağına aldı, kendini bekleyen arabalardan birine bindi, gitti.
Şimdi ıssızlaşan pencerede bekliyorum, bir fotoğrafını çektim ağacın, mutlaka adını bilen birileri vardır. Araştırıyorum.  Dünyanın her yerinde bu ağaçtan olabilir.  Ama hiç vaktim yok, bir an önce bir adı olmalı bu ağacın...Her mevsim yeşil, yapraklarını hiç dökmüyor iken bitmeyen, kurumayan  bir aşk olmalı , küçük meyveleri alçak gönüllülüğünü , kırmızılığı ise ateşinin hiç sönmediğine işaret olmalı...Bu ağacı yıllar önce birlikte dikmişlerdi o zaman adamın aklı yerindeydi. Ama karısı ispat etmişti aşkın devam etmesi için hep akıllı olmaya gerek yoktu, akıl , sağlık geçiciydi, sonsuz olan sevebilme gücüydü...Kucağında bir dal ile tek başına giden kadın belki ağacın adını bulduğumda kocası ile geri dönecekti...Yine mutfak penceremden beri her gün yaşadıkları aşklarını izleyebilecektim...



20 Ekim 2017 Cuma

Tokyo Hikayesi






 Japonya'nın bir köyünde yaşayan yaşlı  çift ,  Tokyo'ya çocuklarını ziyarete gider. Yol uzun ve  zahmetlidir ama çocuklarının hasreti  yolculuğu çekilir kılmıştır. Çiftin bir oğlu bir kızı vardır, ikisi de iş sahibi ve  uzun yıllar sonra evlerine ilk kez gelen anne babaları işlerini  aksatmasın tedirginliğindedirler. Her anlarında güler yüzlü anlayışlıdır anne baba ,  bir kaç günlük ziyaretlerinde çocukları ve torunları ile hasret giderme dışında hiç bir  beklentileri yok iken çocuklarının bu tedirginliğini  hissederler. İnce düşünceli anne baba çocuklarına yük olmamak için ziyaretlerini erken sonlandırmak ister, köylerine giden tren yarındır, bir akşam daha kalacak yer düşünürler büyük şehrin bir parkında. " Çocuklar anne babalarının umdukları gibi olmuyorlar hiçbir zaman, yine de çoğu insandan iyiler..." diyor  güler yüzlü anne, yabancı bir şehrin parkında eşi ile kraker yerken...

Sekiz yıl önce ölmüş oğullarının karısı "Norika" onları yalnız bırakmaz. Norika , iş yerinden izin alır, kayınvalide ve kayınpederine şehri gezdirir, tek odalı küçük fakir evinde her ikisini de misafir eder, yüzünden gülümseme eksik olmaz. Gelinlerinin  içten, samimi, beklentisiz, candan sevgisi her ikisini de düşüncelere iter, kan bağı olmayan biri neden bu kadar iyilik yapar, ilgi gösterir , üstelik hayırsız  hep sarhoş oğulları sekiz yıl önce ölmüş iken...



Noriko bu hüzünlü filmin tek umuduydu, karanlık yalnızlığın tek ışığı...Dünya sinemasının en iyi filmlerinden biri olmasının nedenini hemen anlayıveriyoruz, yaşlı çifti tanıyoruz, annemiz babamız kayınvalide kayınbabamız, yaşlı çiftin çocukları da çok tanıdık ama Norika yabancı... Norika ile karşılaşmamışız, hiç tanışmamışız gibi, gerçek olamayacak kadar iyi...
Filmin yönetmeni Yasujirō Ozu her karaktere eşit davranmış, tüm oyuncular,tarafsız en sade şekliyle  rollerini oynarken hissedilen en büyük şey, gerçeklik.
Bin dokuz yüz ellilerin Japon aile hayatını izlerken  kendi gerçeğimizin görünüp, kendimizi izlemeye başlamamız hiç de zor olmuyor. Çok uzak bir memlekette yıllar öncesinden çekilmiş bir filmde kendimizi görebilme yakınlığı...


Hafta başında Kevin Hakkında Konuşmalıyız, Özgürlük Yolu'nu izlemiştim. Her filmde bir aile, bir çocuk,  birbirini anlayamayan , fark edemeyen..




Tokyo Hikayesi'nde anne- baba alçak gönüllü, affediciydi.
Affedici olabilmenin sırlarını düşünüyorum, Norika gibi olabilmek için ilk önce ne gerekliydi ve çocuğundaki değişimleri fark edemeyen bir annenin son pişmanlığını yaşamamak için ne yapmak lazımdı?
Bu soruları yazarken kapım çalındı, elinde aşure tepsisi ile yeni taşınan komşu, çok sevindim, bir tas aldım, teşekkür ederek kapımı kapattım. Bir kaç dakika sonra yine kapım çalındı, yine aynı komşu yine elinde aşure tepsisi; " kusura bakmayın o kadar çok sevindiniz ki, herhalde aşureyi çok seviyor dedim, bir tas daha getirdim, diyerek tepsiyi uzattı. Kapı aralığında konuşmaya başladık. Kayınvalidesi ile oturuyormuş, eski semtini çok arayan, sıkılan kayınvalidesinin mutlu olması için müsait bir zamanımda beni evlerine çağırıyordu, göreceksiniz çok seveceksiniz, bir tanısanız kayınvalidemi...
Taşınan eski  komşum geldi aklıma, sık sık  kapı ağzında benimle konuşurdu, konuşma konusunun tek kahramanı kayınvalidesiydi, kayınvalidesinin terfi çiçeğini nasıl tekmelediğini anlatıyordu, iş yerinde terfi aldı diye arkadaşları kocaman orkide almıştı, kayınvalidesi çekememişti, hıncını çiçekten almıştı. Gelininin terfi çiçeğini tekmeleyen kayınvalide , dünyada eşi benzeri görülmeyen  zalim kayınvalidesinden en son verdiği haberdi.
Bu yeni komşu tam da Norika nerede diye sorarken kapımı çaldı.

Norika gibi nasıl bakılır?

















12 Ekim 2017 Perşembe

Cumhuriyet Şiiri



Geçen akşam bir Cumhuriyet şiiri yazmıştı,  o şiir ile ilgili bir yazı bu, Cumhuriyet ile ilgili.
Ben ütü yaparken o da şiirini yazmıştı. Ütüyü akşama ertelemiştim, hem  odanın soğukluğunu alsın,  hem de yan yana oturalım, ödevlerine yardım edeyim bir an önce özgürlüğüne kavuşsun diye.  Okuldan beşi yirmi geçe gelmiş, üstünü çıkarıp yemeğini yedikten sonra oturma odasına geçmesi altı buçuğu bulmuştu. Üç saati vardı uyku için yatağa gitmeye. Okuldan artan üç saati ev ödevleri için kullanması gerekiyordu , ev ödevi olarak test çözmesi gerekiyordu. Her okul yardımcı ders kitabı diye test kitaplarını şart koşuyordu, bizim okulda aynıydı,  yardımcı kitap "test kitabı" alınması zorunlu kılınmış, sosyal dersi öğretmeni üç ayrı test kitabı almayı şart koşmuştu. Sabah sosyali vardı, üç test kitabının ilk konularının testini çözmeye başlamış ben de yanında ütünün buharını maksimuma çevirmiş, onun üstlerini ütülüyordum. En çok onun kıyafetlerini ütülemeyi seviyorum, hepsi küçük. Akşam yatma vakti geldiğinde  bir tane Türkçe dersi ödevi kalmıştı, şiir yazılacaktı, kendi şiiri olacaktı. Ütünün sesini kıstım, yorgun ağızla söylenilenleri duyabilmek için, ödev bugün verilmiş yarın isteniliyormuş. Çarçabuk bir şiir yaratması gerekiyordu. Konusu Cumhuriyet olan. 
Ütünün fişini çektim, çözülmüş test kitaplarını kucağından aldım.
Zorla açık tutmaya çalıştığı  yorgun gözlerinden öptüm. Bu saatte bu yorgunluk ile olmaz dedim, hafta içi olmaz, hafta sonu dinlenmiş bir vücut ile yazarsın dedim...Olmaz diye hemencecik ağlamaya başladı. Ödev yarın teslim edilecekti.
Artık öğretmen, okul, müfredat ile savaşmıyorum, belki değişirler diye kapılarına gidip konuşmuyor, iyiye doğruya doğru bildiğim şeyleri yazmıyordum, onlar bildiğini okuyacak, ben çocuğumu koruyabildiğim kadar koruyacaktım. Örneğin rehberlik bölümüne sınıf içi arkadaşlığı geliştirme, saygıya,sevgiye, dayanışmaya, hissetmeye dair çalışmalar yapmaları için  yazılar yazmıştım onlardan gelen tek şey bu üste fotoğrafını koyduğum " test çözme çizelgesi" ...Haklıydılar, ellerinden bir şey gelmiyordu, mecburdular sistem diye bir şey vardı, test kitabını almayan velileri sorumsuzlukla suçlayacak kadar sistemin gözü kara savunucularıydılar, çocuklar yaz boz tahtasıydı,  her şeye müsaittiler,  milyonlarca konuyu  beş dakikalık teneffüslerle bütün gün ezberlemeye zorlanabilirlerdi, sabah akşam teste ihtiyacı olduğunu hissetmeliydi, en çok susmalı, en çok dinlemeliydi,     çocuktular işte,büyükler her zaman büyüktü, peki cumhuriyet neydi? Üzerinde düşünülmesi gereken en az şey olmalıydı cumhuriyet aksi taktirde yalancı olurdu büyükler...

Bu küçücük zamana cumhuriyeti sıkıştırmalıyız.
Yatmadan önce testlerle yorulmuş bir kafada cumhuriyeti canlandırmalıyım.
Cumhuriyet halkın bağımsızlığı, özgürlüğü..
Anne ben de halk mıyım dedi,
Evet sen de halksın dedim.
Bağımsız, özgür bir şiir yazalım dedim ,  ütülenmiş çamaşırların üstüne çıkıp, kendimi yükselterek,  beyaz iki atleti kanat yapıp sallayarak...
Gülmeye başladı, gülerken canlandı, yüzüne kan geldi, gözleri açıldı.
Mısralarında mutlu çocuklar, kanatlanıp uçan anne olan  iyi ki varsın cumhuriyet şiiri yazıldı.
Bu kadarcık kısa zamana sıkıştırılan şiir ödevi  yapanlara artı yapmayanlara eksi verilmesi içindi. 
Çok uykusu gelmişti şiiri temize çekemedi, uyudu. Sabah olunca beyaz kağıdı, tükenmez kalemi eline aldığında ciddileşmişti, bu kanatlı anne, uçan özgür kelimeler  çok komik, çok basit, çok çoçukcaydı, cumhuriyet şiiri ağır olmalıydı...Okulun ciddiyeti ile uyanılmış bir sabahta kırpılmış şiir iki kıta kalmıştı... Yapma diyemedim, onun şiiriydi. Okulu artık tanıyordu, olması gerekenler olmadığı zaman okul onu üzüyordu. 

Şiiri buradan paylaşamıyorum çünkü, 
dün akşam okuldan geldiğinde çok telaşlıydı, sınıfta bir kaç kişi şiir yazabilmiş, öğretmen kağıtları alıp gitmiş, teneffüste " şiiri sen mi yazdın " diye sormuş , ben yazdım cevabını aldıktan sonra internete yazıp aratacağım, diye ayrılmıştı.
Akşam okuldan gelir gelmez yemekten önce şiirini yazdı internete ,   kendi yazdığına o zaman inanacaktı, yazdığı kelimelerin yokluğunu gördüğünde...
Güldüm, şanslısın dedim, bu yeni öğretmen iyi şiirden anlıyor, bu tepkisi  şiirini beğendiği anlamına geliyor, hadi yemeğe oturalım...





11 Ekim 2017 Çarşamba

Ütü gününde

Ekim ayında kalorifer yakmaya başlarsak yılın sekiz ayında doğalgaz faturası ödemek zorundayız, ekimden hazirana kadar her sabah soğuk her gece buz tutuyor bu bozkır diye içimden söylenerek ütü yapıyorum. Ütü masasını akşam yemeğinden sonra oturma odasına getirdim. Herkes oturma odasında. Çamaşırları ikiye ayırdım, gömlek ile pantolon en zorlandığım, en sona attım.
Ütü masasına serdiğim her çamaşırda kabarmış faturaları görüyorum, ütünün buharını açıp, kızgın ütüyü faturaların üstüne bastıra bastıra gezdirirken, faturalar can çekişiyor , dümdüz ediyorum hepsini , tıslayarak ölüyorlar, her çamaşırda biraz daha rahatlıyorum. Ev ödevinde cumhuriyet şiiri yazmak var , ütünün yanına yaklaşarak, ne yazmalıyım anne diye sızlanıyor. Kütüphanemden  parça pinçik olmuş şiir kitabımı eline veriyorum, oku bakalım diyorum ne yazmış şairler cumhuriyet hakkında . Hem ütü yapıyorum hem şiir dinliyorum. En çok duyduğum kelime savaş. Ütüden bir ton daha yüksek sesle, kendi günlük hayatında herhangi bir gününün yaşanmışlığında cumhuriyeti hissetsen diye akıl veriyorum. Bir gününü yazıyor, içinde cumhuriyet olduğu için yapabildiği bir dolu şey var. Mısralara yerleştirdiği cümlelerin sonuna kafiyeler buluyoruz. Ütü tıslıyor, zor gruba el atmak istemiyorum, gömlek kolu, paça çizgisi, kafiye bulmak şiir yazmak ne kolaydı, hemencecik bitiverdi. Televizyonu açtım, zor gruba geçerken. Dikkatimi masaya yatırdığım gömlek kolu ile pantolona  vermeliyim, çift çizgi olmasındı.  Anne baykuşun iki yavrusu var, her yavru bir günde iki dağ sıçanı yemek zorunda. Anne baykuş günde dört dağ sıçanı avlamalı diye iç geçiriyorum. Her gömlekte iki kol , beş gömlekte dikkatlice ütülenecek on kol var. Anne baykuş bir dağ sıçanını, yuvaya götürüyorken kafamı ütü masasından kaldırdım,  dağ sıçanına baktım, kocamandı, bir lokmada yuttu yavru baykuş.
 Ütü sustu,  şiir yazıldı, oda ısındı, yavru baykuşlar hiç doymadı.

10 Ekim 2017 Salı

iki, üç, dört


 İKİ-  İki haftadır penceremdeki kaybolacak manzarama bakıyorum.İstanbul'da ki evimin penceresinden deniz görünürdü. Adalar manzaralı penceremden baktığımda aklıma huzur gelirdi.  Yenileşen binaların büyüklüğünden huzur görünmez oldu, penceremdeki huzur gitti.
Çorum'daki  penceremde bozkır manzarası var. Çatılar arkasında uzanan bozkıra baktığımda aklıma en çok dürüstlük geliyor.  Bozkır çıplaklığının hissettirdiği en etkin duygu, dürüstlük.
Sabah penceremi açtığımda içeri ilk o giriyor, nasıl bir şey , nasıl görünür diye çatıların arkasına daha detaylı bakıyorum, dalıp gidiyorum manzarama. Dümdüz, yalın bir gerçekti bozkır. Saklanacak , kaçacak, görünmez olunacak yeri yoktu, güneş her yere eşit doğuyordu. Bozkırın ortasına kendimi koyuyorum, penceremden beri. Neden bilmiyorum orada tek başıma hissettiğim tek şey dürüstlük oluyor. Çöküyorum bozkırın ortasına , bir ben varım başkası yok. Görünür olduğumun farkına varıyorum, saklanacak yalan yok, sıfat yok, insan yok. Kendimi hissediyorum.
Çok yakında yeni binalar yükselecek penceremdeki bozkır  kapanacak, dürüstlük kaybolacak.

ÜÇ- Üç ayda bu kadar  büyüyen avokadom yapraklarını neden saldı?  Hayatımda yediğim ilk ve son avokadonun çekirdeğini atmadım, diktim, nerden bileyim hırsla dünyaya kök salacağını. Neden kırk yaşıma kadar  tatmamıştım diye sorgulamadan bir tane almıştım durup dururken, internetten araştırdım, nasıl yenir, nasıl pişirilir meyve mi, sebze mi? Bir hafta boyunca karar veremedim, nasıl yapmalı ne şekil sofraya koymalı? Sonunda sarımsaklı limonlu zeytin yağlı bir tarifte karar kıldım, bir haftadır her gün gözümün önündeki  yeşil bir elipsi tabağa yerleştirdim. Akşam olunca kaşığın ucuyla tadına bakanlar  , "ııyyy beyin ezmesi gibi olmuş" diye kaşıklarını geri çektiklerinde,  beyin yemeğe zorlanan çocuklar, beyni alınan hayvanlar için üzüldüm. Bir daha avokado almayacağım diye kendi kendime söz verdim ama   geride kocaman bir çekirdek bırakmıştı.

DÖRT- Dört tane Trabzon Hurmasını bir solukta yedim. Soğuk Çorum akşamında iş dönüşünde bir kasa Trabzon hurmasını kucaklamış gelmişti, evde bir tek bendim seveni.

BİR'i unutmadım, "bir"den korkuyorum, korkum geçince yazacağım.

















9 Ekim 2017 Pazartesi

Umut dolu bir yazı

Sınıf öğretmeni telefonundan tüm velilere mesaj atmıştı," çocuklarınızın yanında eğitim sistemi ile ilgili olumsuz  şey konuşmayın ki okula geldiklerinde umutsuz olmasınlar, çocuklarınız ile  umut dolu geleceklerden bahsedin, konuşun....."
Bir veli olarak dikkat ediyordum zaten, çocukların verimli topraklarına her gün beton döken  okullara giden oğluma  okuldan kalan zamanlarda " umut" aşılamaya çalışıyordum.
Örneğin geçen hafta ,
tercihlerin sunulduğu kutucuklardan "yazı kulübü" ne çarpı işaretini koyarken çok heyecanlıydı. Akşam  yemeğinde yazı kulübünün dolduğunu, başka bir tercih yapması gerektiğini söylerken heyecanı kalmamıştı . Sandalyemi yanına yanaştırıp  gerçekten  yazı sınıfına girmeyi çok istiyorsa yarın öğretmeni ile konuşmasını söylemiştim.  Satranç kulübüne girdiğini söylerken yüzünde ne heyecan ne üzüntü vardı, öğretmeni yazı sınıfının çok istek aldığını  on sekiz kişilik kontenjanın  dolduğunu, satrançta bir kişilik boş yer varken acele etmesini söylemiş.
On sekiz kişilik sınıf gelecek günlerde yirmiyi aşacaktı biliyorum, veliler öğretmene telefon açacak,  öğretmen velileri  bir kaç gün önce önüne gelen  çekingen sessiz öğrencisi gibi başından savamayacaktı.
Geçen sene aynısını ben de yapmıştım, kendimden biliyorum. Okul korosu seçmelerinde sesini dinletemeden  doldu denilmiş, ısrarcı olmamıştı,  programında hiç gezisi olmayan,  gezi kulübüne girmişti.  Oğlumu dinlesin diye, müzik öğretmenine ricaya gitmiştim. Koroya girmişti ama sesi zaten farklıymış ( dört kuşak öncesi Urfalı)  müzik öğretmeni; "onu keşfettiğime seviniyorum" demiş, müzik gecesinde solo şarkı söyletmişti.
Yazı kulübüne girmesi için yine okula gitmem gerekiyor diye düşündüm, geçen sene yaptığım gibi.

Gelecek ayın sonunda on ikisine girecek. Bu yaşına kadar karşısındakini kendinden daha çok düşünen biri olduğunu biliyorum. Markette , oyuncakçıda tuttuğunu bırakmayan, almak için tepinen ağlayan çocuklardan olmamasını, empatisine bağlıyordum ama gerektiğinde istediği şey için gözü kararmamalı mıydı? Yanlış yaptığım bir şey vardı, göremiyordum. Her üzüntüsünün, yanlışının içinde  kendimi arıyorum, kendimi bulup çıkaramıyorum.
Hafta sonunda hep evdeydik, oturma odasının eskimiş koltuklarını salondakiler ile değiştirmek istedik. Oturma odası küçüktü çabuk ısınıyordu, salon büyüktü ısınmıyordu. Artık kış gelmişti. Salonun koltuğunu oturma odasının kapısından geçiremedik. Türlü yollar denedik,  üçlü koltuk altında ezilme tehlikesi geçirdik, en sonunda " anne şöyle yaparsak kapıdan geçirebiliriz "dedi , öyle yaptık, kapıdan geçirdik. Kedinin parçaladığı yerleri sakladık, hava soğuktu, hırka giydik, sıcak süt içtik, kedimiz artık daha çok sokulmaya başladı hırkalı kucağımıza.
Yazı sınıfına kendi çabalarıyla girsin diye ,onunla " istediği şeyi elde etme" başlıklı konuşmalar tasarlıyordum aklımdan , şunu belirtmeli, şunu da eklemeli, bunu örnek göstermeli diye. Önce "inanmak" ile konuşmaya başlayacaktım. İnanmak ile ilgili örnekler, çalışmak ve sonunda başarmak ...Ne güzel bir sunum hazırladım. Rahatladım, görevimi yapıyordum. Hafta sonu sunumum için iyi bir vakitti. Onunla konuştuktan sonra yazı yazmak onun için vazgeçilmez olacaktı, yazı yazarken sesini bulacak,  bulduğu sesini herkese dinletebilecekti. Annesinin yardımı olmadan sesini tek başına dinletebilecekti, yazarak. Yazı ile bağımsızlaşacak, özgürleşecekti.

Küçük oturma odamızda koltuklarımızda oturup süt içerken güzelim sunumumu yapamadım. Güven verici, umut verici sunumlarıma  ihtiyacı yoktu. Oturduğumuz koltuk onun sayesinde kapıdan geçmişti,  " babanı bekleyelim " diye sızlanmalarımı dinlememiş, yılmamış, çalışmış, başarmıştı.
Sadece "yazı kulübüne yazarak başvurabilirsin,bir dilekçe ile, müdür yardımcınız çok iyi bir insan, ne kadar istekli olduğunu anlar" dedim, kucağında uyuyakalan kedisini rahatsız etmeden başını salladı.
Bu sabah yazdığı dilekçeye  baktım, sayın yetkiliden , yazı sınıfına girmeyi arzuladığını ama kendi gibi yazı sınıfına girememiş bir dolu arkadaşının hakkını yemekten korktuğunu, yedekler diye bir sayfa açılmasını ve o sayfaya adının yazılmasını talep etmiş.

Yazı sınıfına girememiş diğer çocuklar...Varlıklarından haberimin olmadığı diğer çocuklar , umut verici konuşmalarımın tek kahramanı tek oğlum, çünkü ben tek bir anneyim, bir tane oğlum var.

Sevgili  sınıf öğretmeni telefondaki mesajınıza " okey, tamam, olur" diye cevaplayan velilerden biri olamadım çünkü büyüklerin umut dolu konuşmaları çok bencil, çok yapmacık. 

Oysa çocukların toprağı , okulun -büyüklerin döktüğü betona rağmen öyle verimli, öyle bereketli ki bir mucize gibi...








5 Ekim 2017 Perşembe

Sokağımın çocukları nereye gitti?



Bu eski evler yıkılır, bu daracık sokakta iş makinaları, gürültü, ders çalışamam diyen eşime, burası İstanbul mu, niye yıkılsın eski evler demiştim.
Kiralık ev bulmak kolay mıydı, bilmediğin uzak bir şehir. Şehrin çok az olan kiralık evlerinden biri karşımıza çıktı,  eski evleri bol bir sokakta yeni yapılmış bir apartmana  taşındık. Çok çocuk vardı,  sitelere ayrılmamış, duvarlarla çevrilmemiş bu sokakta sabahtan akşama oynuyorlardı. Çocukların hemen hemen hepsi bu eski evlerde oturuyorlardı, sokağın gerçek sahibi asıl onlardı bizim yeni apartman bu sokağa çok yabancı, çok eğreti kalıyordu. Sokağın çocukları faklı. İstanbul gibi değil. Oğlum alışık değil sokakta oynamaya, evden beri izliyor dışarıda oynanan oyunları. Çocuklar zilimizi çalıyor, kapıyı açıyorum, hoş geldiniz diyorlar, oğlumu oyuna çağırıyorlar. Sokağa inen oğlum, oyunlara, arkadaşlığa, sokağa öyle yabancı ki, adı "İstanbullu" oluyor. İstanbulluya çocukluğunu hatırlatıp, çocukluğunu yaşatmaya başlıyorlar. Pekmezli, cevizli, tam buğdaylı kurabiyeler yapıyorum, Ayşe teyze diyor biri ekmek arası patates daha güzel oluyor. Ekmek arası patateslere ketçap-mayonez ister misiniz diye sokağa sesleniyorum, ketçap mayonez ne ki diye sorarak  yukarı bakıyorlar.
Babaların çoğunun el arabası var. Akşam hava kararırken sokakta görünmeye başlar babalar, çocukların hepsi el arabasına doğru koşar, hepsi el atar ,merdivenlerden basamaklardan kapılardan kuş gibi geçer pamuk şekerini, hırdavatını, sebze, meyvesini satmış boş el arabaları.
Babalar gelinceye kadardır oyunları.
Bahçelerde ayva elma kayısı kiraz ağaçları, ağaçların altında döşekli tahta yataklarında oturan yaşlılar çocukları çağırıyor, çocuklar ağaçlara çıkıyor, hep birlikte yiyorlar. Akşam yemeğinden sonra bahçede semaverler yanıyor, minderini bardağını alan semaverin başına geliyor. Çocuklar yine sokakta, akşamın ilerleyen saatlerinde sokak  yeniden canlanıyor.
Yeni apartmanımıza küçük bir kız taşındı geçen sene, babasının kocaman cipi , dar  küçük sokağımıza sığmıyor, kaldırıma çıkıyor. Annesi sokağa çıkmasına izin vermiyor, balkondan beri oynayan çocuklara bakıyor, oynayan çocuklara sık sık " benim babam sizin babanızı döver" diyor.  Sokaktaki çocuklar gülüyor, babalar niye dövüşecekti ki?"
Yaz tatili için gittiğimiz köyümüzden dönüşümüzde gözlerimize inanamadık, sokağımızdaki bütün eski evler boşaltılmıştı. Sokakta hiç çocuk kalmamıştı. Eski evler yıkılacak, yeni apartmanlar yapılacakmış.
Çocuklar nereye gitti, onlar bu sokağın gerçek sahipleri değil miydi?
Küçük kız haklıydı, babalar dövüşmüştü, el arabalı babalar, cipli babalara yenilmişlerdi.


4 Ekim 2017 Çarşamba

Nozambik

İsim şehir hayvan oynuyoruz. Bölümlere ayırdığımız oyun kağıdımıza yazar ve ülke başlıklarını ekliyorum , eğlendirirken öğreten , köftenin içine gizlice ıspanak koyan anneler gibi. İçimden harfleri sayıyorum, "dur" diyor, "N" diyorum. Nefes almadan hızlı hızlı yazmaya başlıyoruz, arkamızdan biri kovalıyor,  "bitti" diye bağırıyorum, soluk soluğa, bırak bırak kalemi, yerimden fırlayıp kalemini alıyorum, boş kalan bölümleri süre bittikten sonra doldurma  ihtimali sıfır, kurallara nefes alır gibi bağlı.  Nilüfer, Nevşehir...Nazım Hikmet, beraberliği ülke ismi bozabilir, ülke ismi birinciyi belirleyecek gibi.  Ülke bölümüne Nozambik yazmışım, Nozambik diyorum. Beraberlik bozuldu, Norveç yazacakmış ama süre bitmişti . Hırslı bir çocuk olmadı, birinci olmak için kendini kaybetmedi. Köftenin içine ıspanak koyan annelerden olamadım, köftenin içine ıspanak koyabilseydim gizli gizli, her şey daha farklı olabilirdi.  Oyunumuzun birincisi için ödüller kutusuna seçenekler  atıyoruz , benim seçeneklerim," birincinin terliği öpülecek, birincinin pijama paçası öpülürken en büyük sensin denilecek, tüm evrenin en akıllısı sensin diyerek önünde diz çökülecek" oyunda en çok güldüğümüz yer birincilik kürsüsünde hediye verme anı olduğu için çok özeniyoruz. Ödül kutusuna birinciliğim için uzanmış iken mutfak masasında makale yazarken kulak misafiri olan bay doğru yanımıza geliyor." Nozambik" mi yanlış mı duydum diyor. Yooo doğru duymuşsun Nozambik, bak ülke bölümüne ne yazmışım diyerek , kağıdımı uzatıyorum.  Kağıda bakarken, gülüyor, Nozambik diye bir ülke yok diyecek iken dışarı atıyoruz, bay doğruyu.
Nozambik vardı, kağıdımda ülkeler bölümünde adı yazılıydı.
Nozambik vardı, uzak bir kıtadaymış gibi adı vardı , belki o yüzden bilinmiyordu. Nozambik'i ilk oğluma anlatacağım, yerini, dilini, insanını, bitki örtüsünü...Nozambik'in varlığını   oğlum kabul edecek. Nozambik bilinmezlikten kurtulacak, iki kişi tarafından bağımsızlığı ilan edilecek.
Sen sevgili bay doğrumuz, bilmeni isteriz ki,
Nozambik' te çocukların iyiliğine adanmış büyükler yok. Kendi olmayan anneler yok.
Nozambik var nokta
Nozambik'li anneler   oyun oynarken anneliği bırakmak zorundalar. Nozambik'li anneler gizlice köfte içine ıspanak koyamaz. Nozambik'te anneliğin tarifi yok, göstere göstere hile yapabilir, açık açık yalan söyleyebilirler.
Nozambik'i oğlum için bir kaç dakikalığına yaratıverdim.
Nozambik'e inanmayan gelmesin, oyunumuzu bozmasın.
Annesi ile oyun oynamaya hep hevesli , oyun arkadaşı her oyunda olmadık bir şey uydurabilir, bir ülke yaratabilir,ülkesinin aslında yokmuşluğunu kabul etmez, uyduruktan yarattığı ülkenin varlığını korumak için gözü kararır. Yaşasın Nozambik diyerek birincilik kutusuna gidiyorum.