Haziran ayının sonunda saz arkadaşlarım ile yıl sonu konserimiz var.Hayatımda ilk kez sınıf arkadaşlarım ile yıl sonu gösterisine çıkacağım.
Öğretmenimizin tüm sınıfı sahnede görme isteği, çabası, doğru düzgün çalamayan bana , cesaret verdi konser parçalarına ve sazıma daha farklı bir heyecanla sarılmama neden oldu
Dün akşam karşıma konusu okul, yıl sonu gösterisi olan Mindenki adlı kısa film çıkınca, oğlum ile beraber izlemek istedim.
Korosu ile meşhur olmuş bir okula yeni kayıt olan küçük bir öğrenciyi izliyoruz, koroyu yöneten müzik öğretmenini görüyoruz, öğrencilerine her ders çikolata dağıtan, başarılı, işini iyi yapan gözüken bir eğitmen. Kısacık film ilerledikçe okul korosunun her yarışmada birinci olmasının sırrı açığa çıkıyor. Filmi izledikçe okul müsamereleri ile ilgili anılarımız canlanıyor, geneli kötü hatıralar içinden birini hatırlatıyor oğlum;
İlkokuldayken tüm sene eğlenebilecekleri yeteneklerini keşfedebilecekleri seçmeli dersler koymuştu okulları. Seçmeli derslerden kemanı seçmek istedi, sıra arkadaşı kemanı seçmişti, sıra arkadaşını çok seviyordu, onunla yan yana oturamadığı hiç bir dersi istemiyordu. Başka bir dolu seçmeli dersler varken, keman çalmak da kolay değilken sırf sıra arkadaşı için tüm senesi harcanmasın diye o sene ders seçme işine müdahil olmuştum. Keman dersini verecek öğretmen ile tanıştım güler yüzlü bir kadındı, oğlum da gelirse keman sınıfı için yeterli sayıya (dört kişiye) ulaşabilecek, zor bir müzik aleti olsa da müzik ile iç içe olacak derken gözlerinin içi gülüyordu. Üç kuruşun hesabını yaptığımız o dönemde arkadaşı ile keman çalma hayali gerçekleşsin, sınıf kapanmasın ve öğretmenin verdiği umut ile hesapsız kitapsız kemanı satın almıştım.
Öğretmen hemen ilk hafta sıra arkadaşlarını ayırmış, iki kişi ile yıl sonu gösterisi parçalarına çalışmaya başlamışlar. Sınıfın arkasına oturtup çalışanları izlemekten başka bir şey yapmalarına izin vermediği diğer iki çocuğa her ders sonunda teşekkür ediyormuş.Sessizce izledikleri için. Keman çalamadığınızın farkına varırsa anneniz babanız çok üzülür, onları ve beni üzmemek için bu sırrı sene sonuna kadar saklamalıyız diyormuş. Konuşurken dizlerinin üzerine çöküyor, çocukların gözlerine gülen gözlerini dikiyormuş.
Oğlum bir sene boyunca keman çalamama sırrını hiç açık etmemiş iken ben yine de sorumlu ilgili bir anne olarak(!) neden evde hiç kemana dokunmuyor, olmuyor ise başka seçmeli derse kayıt yaptırayım diye keman öğretmenine gitmişliğimi hatırlıyorum. Artık daha ciddi bir kadınla karşılaşır olmuştum, çocuğa baskı yapmayın, kemandan , müzikten soğutursunuz, çocuk istediğinde kemanı eline alsın zorlamayın diye tembihlenerek eve dönüyordum.
Yıl sonunda keman dinletisi için bir dolu gösteri yapıldığının çok sonra farkına vardım. Sadece keman çalan öğrencilerin velileri ile ilkokul çağına gelmiş çocukları olan okul arayışı içindeki yabancı veliler davet edilmişti.
Onlarca yabancı veli seçmeli keman dersi de olan bu okula, güler yüzlü başarılı keman öğretmenine hayran kalmış ön kayıt yaptırırken, bir öğrenci okuldan kayıt sildirmiş hiç kimsenin umrunda olmadı.
Filmde müzik öğretmeni yeteneksiz diye değerlendirdiği öğrencilere, diğer öğrencilerden gizli psikolojik baskı yapıyordu. Bizim öğretmenimiz de ise çalabilen çocukların gözü önünde gerçekleşiyordu . Filmde, arkadaşlarına baskı yapıldığını fark eden öğrenciler öğretmenlerine çok zekice tepki verdiğinde oğlum , sıra arkadaşını andı;" Y....benim için üzülmüş müdür, üzüldüğümü hissetmiş midir? diye sordu.
Filmden sonra sazımın başına geçtiğimde kendi kendime çalıp söylenmeye başlandım.
Bir sınıfa konulmuş isek adımıza arkadaş denilmiş ise birbirimizi hissetmek zorundayız yoksa o sınıfta geçen seneler eziyet olur, acı olur, hiç unutulmayacak kötü hatıra olur...Beton mikseri okullar öğretmenler her zaman var olacaklar, çocukların hislerinin güçlerinin iyiliklerinin yapabileceklerinin üstüne akıtacakları beton harçları her zaman dönecek. Çocukları ruhsuz bir betona dönüştüren mikserlerden kurtarmak ne duyarlı anne baba ne bir kaç iyi öğretmenin başarabileceği bir iş , çok tecrübe ettim...Çocukları ancak çocuklar kurtarabilir. Betonu delen filizler, çiçekler gibi...Aynı sırada oturduğu aynı sınıfta olduğu arkadaşının acısını hissettikçe ...
Film, hatırlamak istediğimiz anılarımızı canlandırdı ama umut dolu bir sonu vardı, Oscar da kazanmış bu kısa filmi özellikle yıl sonu gösterilerine hazırlanan hırslı öğretmenlere tavsiye ediyorum.
29 Mayıs 2019 Çarşamba
15 Mayıs 2019 Çarşamba
Çiğdem der ki...
Saz kursunda birinci ayımı doldururken öğrendiğimiz parçalar; Maçka yolları, süt içtim dilim yandı, dere geliyor dere, darıldın mı cicim bana, yaylalar. Süslemesiz düz bir şekilde hepsini çalabiliyorum. Doğru tele dokunup doğru vuruşu yapabildiğimde parçalar kendini gösteriyor.
Kabarmış güzel bir kek yapmışım gibi sazımdan doğru melodiler çıktıkça mutlu olmaya başladım.
Dün öğretmenimiz ,çiğdem der ki başlıklı bir parça verdi, haftaya pazartesiye kadar çalmamızı istedi.
Saz kursunda çaldığımız türkünün yöresi hangi dönem kim yazmış kim bestelemiş gibi konulara girilmediğinden eve gelince internete Çiğdem der ki yazdım. Karşıma Aşık Veysel çıktı. Mutfağıma geçip akşam yemeğini hazırlarken haftaya ödevimiz olan parçayı Aşık Veysel'den dinlemeye başladım. Türkünün ortasına doğru,
elimdeki kabağı bıçağı bırakıp, oturdum. Bilgisayarın ekranına yaklaşıp Aşık Veysel'i incelemeye başladım. Herkesin bildiğinden daha azını biliyordum onun hakkında, başından sonuna kadar dinlemediğim bir kaç türküsünün nakaratı, halk ozanı, aşık, çiçek hastalığı ile kör olan gözler... Türkünün bitmesine izin vermiyor başa döndürüp dinliyorum. Türkünün içinde bir şey saklı gibi, sözlere, notalara, vuruşlara odaklanarak, aranıyorum.
.
Yaşamaya başladığım şehrin adını söylediğimde herkesin ilk aklına " yokluk" geldiğini yüzlerinde beliren ifadeden anlıyorum. İstanbul'un en güzel köşesinden , adalar manzaralı , deniz kenarındaki geniş, güzel evimizden ayrılıp buraya yerleştiğimizi duyanlar teselli edici kelimeler aramak zorunda kalıyor. İstanbul artık yaşanacak yer değil cehennem,kalabalık inşaat diye başlarlar ama söylediklerine kendileri de inanmazlar çünkü turist olarak bile uğranmak istenmeyen bir bozkırdır burası. Baba ocağı ya da mesleği gereği olmadıkça yerleşip yaşanılmak istenen yerlerin arasına girecek yer olarak görmez kimse. Buranın güzelliğini anlatanların hepsi ya kendi doğup büyüdüğü yerdir, kendi toprağıdır,alışmıştır ya da mecburdur,başka yerde geçinemediği içindir.
Benim de hissettiğim en büyük şey "yokluk" tu ,buraya taşındığımda. Alışveriş merkezi bile yok diye şaşıranlar gibi değildi hissettiğim yokluk. Benim ki nasıl bir yokluk, tarifi yoktu o zamanlar? Yabancılık" tüm hisleri bastırdığı için, yabancılık diğer duyguların farkına vardıramadığı için hissettiğim o "yokluk" kaybolmadan sislerin ardına çekilmişti yıllardır.
Saz kursuna başlamayı bu yabancılık duygusundan kurtulmak için istedim. Burada herkesin evinde duvarında bir saz asılı iken saz kaynaşma için bulunmaz bir fırsattı.
Bu toprağın insanları ile, hep beraber çalıp söylemek istedim.
Ne güzel oldu, saz sayesinde arkadaşlarım oldu.
Yabancılığım gitti.
Başından sonuna kadar dinlediğim ilk Aşık Veysel türküsü
hemen elime sazı aldırdı, Aşık Veysel'in vurduğu notalara dikkat kesilerek parçayı çalmaya başladım.
Konuşan çiğdemler, sümbüller, laleler, al baharlı dağlar, mavi donlu gök...
Sazımdan çıkan sesten aldığım mutluluk değişti, kabarmış güzel bir kek gibi karın doyurucu bir mutluluk değildi. Sisler ardına saklanmış bir duygunun açığa çıkması , yokluğun canlanması gibi bir şeydi...
"Yokluğun" varlığını hissetmek gibi...Dümdüz renksiz kıraç bir bozkırda çiğdemler sümbüller laleler al baharlar mavi donlu gökyüzleri gördüren, kör gözü hissetmeye başlıyorum.
Kör bir göz gibi bu bozkır, içinde saklı tek hazinesi "yokluk" olan...
Çiğdem der ki diyerek çalan sazım her şeyin var olduğu İstanbul'da, onun gibi renkli şehirlerde , göremeyeceğim, bulamayacağım , "bozkırın yokluğunu", hediye ediyor
13 Mayıs 2019 Pazartesi
Saza alışma sürecinde
Bağlama kursunun ilk dersinde, öğretmenimiz"saz nasıl tutulur"u öğretiyor. Sağ dizin üzerinde, sağ kolun altında saz nasıl tutuluru gösterirken dizlerim üzerinde kolumun altında rahat duramayan bir saz ile uğraştırdım durdum tüm ders. Arada sınıf arkadaşlarıma bakıyorum, hepsi çok sevdikleri çocuklarını kucaklarına almış huzurlu bir anne gibi doğru pozisyonda öğretmeni dinliyorlar. Beni gördüğünde, yanlış tutuş diye defalarca uyaran öğretmenimin sabrını taşırmaktan korkuyorum. Heyecanımı korkumu kucağımdaki saz hissetmiş olacak huysuzlanmaya başlıyor, bir oyana bir bu yana düştü düşecek, öğretmenin istediği şekilde dursun diye sapından sıkı sıkı tutuyorum. Öğretmen uyarıyor; boğar gibi sapından yapışmayın.
Neden buradayım diye kendi kendime söyleniyorum, nasıl kaçabilirim , diye plan da yapamıyorum, bunca masraftan sonra...Kollarımın gücü azalıyor, saz kucağımda ağırlaşıyor, Allah'ım neden buradayım? Ders bitiyor, sazımı sırtıma asıp sınıftan çıkıyorum. Sırtımda söz dinlemeyen halden anlamayan bildiğini okuyan sevimsiz yabancı bir çocuk ağırlığı ile eve gidiyorum.
Bir yolunu bulmalı, sevmek için emek vermeli. Evi süpürmeden önce, çorbayı ocağa koymadan önce, bulaşıkları makineye koymadan önce , markete çıkmadan önce, akşam perdeleri kapatmadan önce sazımı kılıfından çıkarıp tüm acemiliğim ile sarılıyorum. Günlerce , kılıfından çıkarıp sarıldım , çalıyormuşum gibi yalancıktan tellerine vurup sonra kılıfına tekrar koydum.
Bunu herkesten gizli yapmaya özen göstersem de Pıtpıt'tan hiç bir şey gizlenemeyeceği için her anın şahidi oldu.
Sazımla aramızda bir bağ kurulurken Pıtpıt hep yanımda oldu.
Sazı keşfetme sürecimde desteğini hiç esirgemeden tüm zorluklara göğüs gerip hep yanımda kalmaya özen gösterdi.
Sazın tellerinden çıkan acemi sesler onu hiç uzaklaştırmadı.
Güneşe doğru kestirmeye başlamışken elimde sazım ile beni görünce
Canım kedim, saza alışma sürecimde hep yanımda hep destekçim oldu, beni hiç yalnız bırakmadığı için ilk çaldığım eseri ona hediye etmek istiyorum.
8 Mayıs 2019 Çarşamba
kuşun ötüşü
(.)
Çorum'da hava karardı, rüzgar bahar dallarındaki çiçekleri beyaz pembe havada uçuştururken mutfak penceresine koştum. Sokaktaki tek çam ağacının tepesine bakarak bekliyorum. Bu mevsimde gelir bu ağacın tepesine konar, yağmur yağarken ötmeye başlardı.
Yağmurun yağmasını beklerken , umutlanıyorum.
Mutfak masamın üzerindeki radyodan bir kuş sesi geliyor. Açık Radyo 'da yeni bir program başlamış, ebedi yok oluş. Masaya oturdum, Kauai adlı kuşu dinlemeye başladım.
(.) https://therumpus.net/2018/07/first-and-last-songs-the-extinct-song-of-the-kauai-oo/?fbclid=IwAR25aLPRJOtBBPHjA1gK7Uyb0tXnWHACypcfF0wKP3wQOTJnxwFz-uNikVc
https://birdsna.org/Species-Account/bna/species/kauoo/introduction?fbclid=IwAR1Nh1BARRGa5kEHMbNr3YOSG0DM4sdIX8OiKHFQ1-VfLYbOTqL20lj347I
4 Nisan 2019 Perşembe
Sazımı aldım
Kurs öğretmenimizin tavsiye ettiği o saz satan dükkanı arıyorum. Kaybolamayacak kadar küçük bu şehirde adres bulmak çok kolay, çeşit çeşit müzik aletleri içine giriyorum. Saz asılı duvar dışında tüm duvarlara uzun uzun bakıp tüm müzik aletlerine elimi sürüyorum, en çok ukulelenin başında durdum. Görevli kişiye bağlama alacağımı söyledim. İlgili bölüme geçtiğimde ilk baktığım şey sıra sıra duvara asılı aletlerin üzerindeki sarı fiyat etiketleri oldu. 250 den başlayıp binli rakamlara doğru ilerliyordu. 250 liralık olanına dokundum, plastikti. Sınıftaki arkadaşlarımın hiç birinde plastik saz yoktu ama bu duvarda asılı olanlar içinde onların bağlamalarına benzer bağlama da yoktu. Eski bağlamadır dedi görevli, artık öylesi yapılmıyor, sizin el yapınıza uygun bir saz vereyim dedi, beni tabureye oturtup elime bir bağlama verdi. (Plastikten, dut ceviz ağacına doğru, ucuzdan pahalıya doğru gidenlerin ortasından , orta hallisinden bir bağlama verdi. )
Çocuklardan haz etmeyen birinin kucağına verilmiş yabancı bir bebek gibi. Şöyle durun, böyle tutun diye komut vererek kucağımdaki yabancıyı yakın etmeye çalıştı. Bu tam size göre bir bağlama dediğinde sarı etiketine baktım, plastiğin neredeyse dört katı olduğunu görünce kucağımdaki yabancı bebek huzursuzlanıp ağlamaya başladı, hemen sahibine uzattım. Ben de durmuyor, diyerek hızla terk ettim dükkanı.
Eve dönmeden önce kaydımı sildirmek istedim ama küçük şehir birden büyüdü, yürüyeceğim yolu gözüm kesmedi. Henüz bir sazın değerini biçebilecek, müzik kültürü olgunluğuna erişemediğimin farkına vardım, bir bağlama eşittir bir aylık ev kirası, eşittir bir aylık market alışverişi, eşittir,on ayın elektrik faturası diyerek eve doğru yürürken kurstaki kadınlar aklıma geldi. Öğretmenin istediği 10 liralık fotokopi parasını ay başında verebilir miyiz diyenler vardı, iki hafta sonra , on beş gün sonra elime para geçecek o zaman verebilir miyiz diye ricada bulunan kadınlar her şeyin ederini en iyi bilenlerdi. Sırf kendileri için , saz çalabilmek için harcayacakları bir on lirayı bekleyen kadınlar gerçek müzik kültürü olgunluğuna kavuşmuş kadınlar olsa gerekti.
O parayı bağlamaya verecek kadar bağlamayı sevmediğime karar vermemin huzuru ile eve döndüm.
Akşam kapıyı açtığımda dükkanın duvarında, dut ağacı bölümünde asılı bağlamayı eşimin elinde gördüm. Sevindim sevinemedim arası bir duygu ile artık benim olan yabancı bebeği ,kucağıma aldım.
Çocuklardan haz etmeyen birinin kucağına verilmiş yabancı bir bebek gibi. Şöyle durun, böyle tutun diye komut vererek kucağımdaki yabancıyı yakın etmeye çalıştı. Bu tam size göre bir bağlama dediğinde sarı etiketine baktım, plastiğin neredeyse dört katı olduğunu görünce kucağımdaki yabancı bebek huzursuzlanıp ağlamaya başladı, hemen sahibine uzattım. Ben de durmuyor, diyerek hızla terk ettim dükkanı.
Eve dönmeden önce kaydımı sildirmek istedim ama küçük şehir birden büyüdü, yürüyeceğim yolu gözüm kesmedi. Henüz bir sazın değerini biçebilecek, müzik kültürü olgunluğuna erişemediğimin farkına vardım, bir bağlama eşittir bir aylık ev kirası, eşittir bir aylık market alışverişi, eşittir,on ayın elektrik faturası diyerek eve doğru yürürken kurstaki kadınlar aklıma geldi. Öğretmenin istediği 10 liralık fotokopi parasını ay başında verebilir miyiz diyenler vardı, iki hafta sonra , on beş gün sonra elime para geçecek o zaman verebilir miyiz diye ricada bulunan kadınlar her şeyin ederini en iyi bilenlerdi. Sırf kendileri için , saz çalabilmek için harcayacakları bir on lirayı bekleyen kadınlar gerçek müzik kültürü olgunluğuna kavuşmuş kadınlar olsa gerekti.
O parayı bağlamaya verecek kadar bağlamayı sevmediğime karar vermemin huzuru ile eve döndüm.
Akşam kapıyı açtığımda dükkanın duvarında, dut ağacı bölümünde asılı bağlamayı eşimin elinde gördüm. Sevindim sevinemedim arası bir duygu ile artık benim olan yabancı bebeği ,kucağıma aldım.
28 Mart 2019 Perşembe
Nerelisin ?
Çorum'a taşındığımız günden beri en çok duyduğum şey, "nerelisin", sorusu oldu.
Bu soruyla hiç karşılaşmamış oğlum yeni okulunda bol bol talim ediyor. Yeni okulunda
sınıfında 9 yaşındaki çocuklar nerelisin diye soruyor. İstanbul cevabına, yok onu sormuyoruz toprak nere? diyorlar
Öğretmeni yeni gelmiş öğrencisini ayağa kaldırıyor; memleket nere?
Türkiye
Yok onu sormadım, nerelisin?
İstanbul
Nerede doğdun?
İstanbul
Baban nerede doğmuş
İstanbul
Babanın babası
İstanbul
Babaanne nereli,
İstanbul
Babaannenin babası
Duraklıyor, büyük dedesinin sesini çok duymuştu, taş plaklarda sesi vardı, yemyeşil tepeli ıssız İstanbul fotoğraflarında resmi vardı.
İstanbul diye cevap veriyor.
İstanbul diye cevap verdikçe sözlüde aradığı cevabı alamayan öğretmen gibi huzursuz oluyor.
Sen akşam babana bir sor asıl kütük neresi diye?
Okulda adı ile değil, İstanbullu diye çağrılmaya başlanıyor. İçine şu imaları da katarak, İstanbullu diyoruz ama, aslında İstanbullu değilsin ama olsun, aslını gizleyerek inkar ediyor ama olsun, asıl memleketini hor görüyor ama olsun dedelerinin toprağına nankörlük ediyor ama olsun biz yine de İstanbul'u kabul edelim, İstanbullu diyelim.
Nerelisin sorusu uzamasın diye İstanbul'u saklayıp babasının dört kuşak önce göç ettiği yeri bazen de annesinin doğum yerini söylemeye başlamış, hiç bilmediği bu yabancı yerlerden soru gelince de sen nasıl oralısın olmuş...
Dördüncü yılında okula
yeni gelen bir öğretmen yine "nerelisin" diye sorunca,
" Çorumluyum" demiş.
Sınıfın hepsi "yedi göbek Çorumlu " olduğu için Çorumlu olmayı öyle İstanbul çakmalarına bırakacak halleri yokmuş, itiraz etmişler...Çorumlu değil diye...
Boğazkale'deki Hattuşaş, Ortaköy'deki Şapinuva, Alacahöyük, Yazılıkaya tapınağı, Çorum müzesi, Alacahöyük müzesi, Boğazköy müzesi, iskilip kaya mezarı, İskilip müzesi, Laçin kapılıkaya, İskilip kalesi, Osmancık kalesi, Koyunbaba köprüsü, saymaya başlamış, bir kaç sene içinde gördüğü yerleri. Çorum'a gelen tüm misafirleri bu yerlere götürerek, tanıtarak, defalarca...
Sınıfında yedi göbek Çorumlu arkadaşlarının içinde Hattuşaş'ı hiç görmemişi var iken , sokakta selam verip yedi göbekli Çorumluyum diyenlerin neredeyse hepsi Hattuşaş'ı hiç bilmediğini duyduğumda artık şaşırmıyorum.
Öğrencisine nerelesin diye soran öğretmenin, okulun dört yılında Trabzon'a Rize Bursa Çanakkale'ye gezi düzenleyip bir kere bile Çorum'un tarihi yerlerine gezi düzenlenmemiş olmasına, sınıfında Hatuşaş'ı hiç görmemiş yedi göbek Çorumlu öğrencilerinde sorumluluk hissetmemesine de şaşırmıyorum.
Nerelisin sorusuna verilecek cevaplar üzerine oğlum ile sohbetler yapıyoruz, şehirler, ülkeler insan gibidir, beraber yaşamaya mecbur olduğumuz kişiyi tanımak zorundayız, ailemizi arkadaşımızı sevgilimizi, sevdiği sevmediği şeyleri, nelerden hoşlandığını nelerden korktuğunu, vakit ayırıp düşünmeliyiz onun için, duygularını ızlemeliyiz, görebilmeliyiz içinde sakladığı umutlarını hayallerini...Tanımadığımız birini gerçekten sevemeyiz...
Oğlumun, insan yedi göbek yaşadığı yeri neden tanımak istemez sorusuna da şaşırmıyorum.
Çorum devlet hastanesi sırasında bir kadın ile konuşmamı anlatıyorum; uzun süredir çektiği hastalığından kocasının haberi yokmuş, bekleme salonundaki bir saksı çiçeği göstererek, şu saksıdaki çiçek gibiyim onun için, bu çiçeğin adı nedir, güneşi mi sever gölgeyi mi, nasıl sulanır nasıl büyür bilinmez, bilinmediğim onun gözünde, karısı mıyım karısı, işte o kadar...
Çorumlu mu Çorumlu o kadar...
Bu soruyla hiç karşılaşmamış oğlum yeni okulunda bol bol talim ediyor. Yeni okulunda
sınıfında 9 yaşındaki çocuklar nerelisin diye soruyor. İstanbul cevabına, yok onu sormuyoruz toprak nere? diyorlar
Öğretmeni yeni gelmiş öğrencisini ayağa kaldırıyor; memleket nere?
Türkiye
Yok onu sormadım, nerelisin?
İstanbul
Nerede doğdun?
İstanbul
Baban nerede doğmuş
İstanbul
Babanın babası
İstanbul
Babaanne nereli,
İstanbul
Babaannenin babası
Duraklıyor, büyük dedesinin sesini çok duymuştu, taş plaklarda sesi vardı, yemyeşil tepeli ıssız İstanbul fotoğraflarında resmi vardı.
İstanbul diye cevap veriyor.
İstanbul diye cevap verdikçe sözlüde aradığı cevabı alamayan öğretmen gibi huzursuz oluyor.
Sen akşam babana bir sor asıl kütük neresi diye?
Okulda adı ile değil, İstanbullu diye çağrılmaya başlanıyor. İçine şu imaları da katarak, İstanbullu diyoruz ama, aslında İstanbullu değilsin ama olsun, aslını gizleyerek inkar ediyor ama olsun, asıl memleketini hor görüyor ama olsun dedelerinin toprağına nankörlük ediyor ama olsun biz yine de İstanbul'u kabul edelim, İstanbullu diyelim.
Nerelisin sorusu uzamasın diye İstanbul'u saklayıp babasının dört kuşak önce göç ettiği yeri bazen de annesinin doğum yerini söylemeye başlamış, hiç bilmediği bu yabancı yerlerden soru gelince de sen nasıl oralısın olmuş...
Dördüncü yılında okula
yeni gelen bir öğretmen yine "nerelisin" diye sorunca,
" Çorumluyum" demiş.
Sınıfın hepsi "yedi göbek Çorumlu " olduğu için Çorumlu olmayı öyle İstanbul çakmalarına bırakacak halleri yokmuş, itiraz etmişler...Çorumlu değil diye...
Boğazkale'deki Hattuşaş, Ortaköy'deki Şapinuva, Alacahöyük, Yazılıkaya tapınağı, Çorum müzesi, Alacahöyük müzesi, Boğazköy müzesi, iskilip kaya mezarı, İskilip müzesi, Laçin kapılıkaya, İskilip kalesi, Osmancık kalesi, Koyunbaba köprüsü, saymaya başlamış, bir kaç sene içinde gördüğü yerleri. Çorum'a gelen tüm misafirleri bu yerlere götürerek, tanıtarak, defalarca...
Sınıfında yedi göbek Çorumlu arkadaşlarının içinde Hattuşaş'ı hiç görmemişi var iken , sokakta selam verip yedi göbekli Çorumluyum diyenlerin neredeyse hepsi Hattuşaş'ı hiç bilmediğini duyduğumda artık şaşırmıyorum.
Öğrencisine nerelesin diye soran öğretmenin, okulun dört yılında Trabzon'a Rize Bursa Çanakkale'ye gezi düzenleyip bir kere bile Çorum'un tarihi yerlerine gezi düzenlenmemiş olmasına, sınıfında Hatuşaş'ı hiç görmemiş yedi göbek Çorumlu öğrencilerinde sorumluluk hissetmemesine de şaşırmıyorum.
Nerelisin sorusuna verilecek cevaplar üzerine oğlum ile sohbetler yapıyoruz, şehirler, ülkeler insan gibidir, beraber yaşamaya mecbur olduğumuz kişiyi tanımak zorundayız, ailemizi arkadaşımızı sevgilimizi, sevdiği sevmediği şeyleri, nelerden hoşlandığını nelerden korktuğunu, vakit ayırıp düşünmeliyiz onun için, duygularını ızlemeliyiz, görebilmeliyiz içinde sakladığı umutlarını hayallerini...Tanımadığımız birini gerçekten sevemeyiz...
Oğlumun, insan yedi göbek yaşadığı yeri neden tanımak istemez sorusuna da şaşırmıyorum.
Çorum devlet hastanesi sırasında bir kadın ile konuşmamı anlatıyorum; uzun süredir çektiği hastalığından kocasının haberi yokmuş, bekleme salonundaki bir saksı çiçeği göstererek, şu saksıdaki çiçek gibiyim onun için, bu çiçeğin adı nedir, güneşi mi sever gölgeyi mi, nasıl sulanır nasıl büyür bilinmez, bilinmediğim onun gözünde, karısı mıyım karısı, işte o kadar...
Çorumlu mu Çorumlu o kadar...
27 Mart 2019 Çarşamba
Saz kursunda ilk günüm
Saz kursuna kaydımı yaptırıp derslerin haftaya başlayacağı bilgisini aldıktan sonra, saz denilen müzik aletine ne kadar uzak olduğumu, televizyonda radyoda saz sesi duyduğumda kanalı değiştirdiğimi aklıma getirdim. Eve gelip youtube' u açıp , saz yazdım. İlk çıkanlardan bir kaçını dinledikten sonra kendi listemi tıklayıp Bach dinleyerek yine yanlış karar verdiğimi, kaydımı sildirmem gerektiğini anladım.
Kaydımı hemen sildirmeme eşim engel oldu, bir fırsat ver, ilk derse katıl dedi.
İlk ders günü bir tek benim müzik aletim yoktu, babalarından dedelerinden amcalarından kalan sazları ile tüm kadınlar hazırlıklı gelmişlerdi.
Çalacağımız aletin adının saz değil bağlama olduğunu söyleyen genç erkek öğretmenimiz ilk önce nota öğreteceğini söyledikten sonra hayatında hiç nota görmeyen var mı diye sordu, tüm sınıf parmak kaldırdı. Arka sıralarda oturan bir kadın okuma yazma bilmemesinin sorun oluşturup oluşturmayacağını sordu.
Öğretmen tek tek kadınların ellerindeki sazı alıp akort yapmaya başladı. Bu saz kırıkmış tamir edilmiş , dedi öğretmen. Orta yaşını geçkin bir kadın, rahmetli kocam başıma vurmuştu dedi, herkes gülmeye başladı. Gülüşmelerden cesaret alan iri yarı bir kadın paltosunu çıkarttı, gömleğinin arkasındaki yırtığı göstererek kaynanam saz kursuna gittiğimi duyunca kapıda üstüme saldırdı, seni tüm kurs arkadaşlarıma tanıtacağım diyerekten gömleğimi çıkarmadan geldim dedi. Gülüşmeler kahkahalara döndü. Öğretmen her sazın hikayesini dinleyerek akort yapmaya devam ederken bizi teneffüse çıkarttı. Kaydımın silinmesi için yetkili kişiyi aradım, bulamadım, bahçedeki ağaca yaslandım. Ellerinde sarı çiğdemler , kafasında saz parçalanan kadın ile maskulen görünümlü bir kadın yanıma geldi. Hala gülüyorlardı. Köyümün çiğdemleri dedi, kurs arkadaşlarım için toplamıştım. Çiğdemi bana uzatırken anlatmaya başladı, köyümüze müzik öğretmeni neden geldiydi bilmiyorum, ben yetimim, beni evermişler bu öğretmenle, haberim yok, çocuğum daha...babamın duvarda asılı sazını aldım yanıma, şehre geldim ...kocam saz öğretiyor herkese, babamın sazı ile karşısına oturdum bana da öğret diye, sazı elimden alıp başıma vurduydu, bir daha saz maz lafı açamadım, geçen sene rahmetli oldu kendisi dedi. Çiğdem elimde diğer kadının hikayesini dinledim.
Yaşı daha çok gençti, saçları erkek gibi kesilmiş, kıyafeti hareketi erkek gibi . Babam öldüğünde anam benimle tek başına kaldı, akşamları terminalde çay yaptı sabahları yufkacıda yufka açtı , ev sahibimiz, evimde dul istemem dedi, çıkarttı, dula kimse ev vermek istemedi, anam " ben şen dul muyum, koca mı bırakmışım, kocam ölmüş, kara dulum ben , derdi, keşke bir oğlum olsaydı diye ağlardı. Başımızı sokacak bir delik bulduğumuzda ise etrafa karşı beni erkek çocuk gibi gösterdi. Büyüdükçe, boyum uzadıkça babamın kıyafetleri üzerime olmaya başladı, sevindi annem , kocası canlanmış gibi diye gülerken , yüzünde saklayamadığı ışıl ışıl parlayan kadın gözleri vardı.
Bu kadınları böyle açık pervasız özgürce içinden geldiği gibi konuşturan şey ,saz olmalıydı. Çocukluğundan beri her gece kendinden büyük bir acıya sarılıp uyumak zorunda kalmış bu kadınlar için saz ne anlama geliyordu? Baş edemediğine, çaresiz kaldığına , korku ile sarılıp büyümeye alışmış bu kadınlar için saz çok önemli olmalıydı.
Teneffüs bitti, sınıflara girildi. Öğretmenimiz derse başlarken bana baktı, sazımı neden getirmediğimi sordu. Bu kadınların yaşadıklarına, saza uzak olduğum gibi uzaktım, haber kanallarında duymaya , görmeye tahammül edemiyor, kanalı değiştiriyordum , aynı sazın sesi gibi...
Bu coğrafyada esmer karasal dümdüz kavruk gölgesiz tek renk bozkırın içinde , okuma yazmadan önce saz çalmaya can atan , kocasını gömüp gelmiş, kadınlar ile aynı sınıfta arkadaş olmak istedim. Elimde sarı çiğdem ile
öbür derse sazımı alıp geleceğim öğretmenim,dedi
22 Mart 2019 Cuma
Bu yeni doktor
Okulun istediği muayene taraması formunun doldurulması ve soğuk algınlığı için oğlum ile sağlık ocağındayız. Sağlık ocağına gelmeyi erteleyebildiğim kadar ertelememe rağmen, mecburen buradayım. Sırada önümüzde üç kişi olmasına rağmen telefonumu sessize alıyorum, doktor odasında yapmam gerekenleri dışarıda sıra beklerken yapıyorum, oğluma montunu çıkarmasını söylüyorum. Kimliğini çantamdan çıkarıp elime alıyorum, şikayetiniz nedir sorusu için talim ediyorum, en kısa cümleyi arıyorum. Bir an önce yoğun ve gergin doktorun odasından çıkalım diye bu tedirginliğim, hem doktoru hem de bekleyenleri meşgul etmeyelim.
Eski doktorumuzun gerginliğini hisseden çocuk doktora gitmemek için ağlıyordu, doktor seçme şansımız olduğunu öğrenince bu doktoru seçmiştim. Seçtiğim doktor, hastası olan çocuğu görmüyor, hasta benmişim gibi davranıyordu, çocuğun yüzüne bakmadan, nesi var diye bana soruyor, sırtını benim açmamı istiyor, sonrasında nesi olduğu konusunda bir kelime etmeden reçeteyi yine bana uzatıyordu. Günaydını, teşekkür ederizi, kolay gelsini çocuğun ağzından çıksa bile almıyordu.
Doktorumuzun yeniden değiştiğini sıramız gelip odaya girince farkına varabildim. Yeni doktorumuz masasından kalkıp hoş geldiniz dedi. Gülümseyerek önce oğluma baktı. Oğlumun hasta olduğunu duyunca ona yöneldi, yapmacıksız, abartısız, sahici, canlı bir merak ile oğluma soruyor dinliyordu. Okul formunu doldururken okulun nasıl gittiğini sordu doktor. Okul nasıl gidiyor diye soran herkese " iyi gidiyor" diyen oğlum , doktora, " okulda kalbinin hızlı çarptığını nefessiz kalacağından korktuğunu , bu durumun tehlikeli olup olmadığını sordu. Doktor başını kağıttan kaldırıp okulda kalbinin hızlı attığı anları söylemesini istedi. Ödevleri yetişmediğinde,öğretmenleri tahtaya kaldırdığında, sözlüde, yazılı sınavlarda, sınav sonuçları okunduğunda, öğretmeni anlatırken anlamadığında, öğretmenini kızdırıp azarlanma ihtimallerinde, teneffüste erkeklerin kaba şakalarında, kızların küçümseyici bakışlarında,... Sanki sıra beklerken doktorun bu soruyu soracağını hesap etmiş gibi sıra sıra takılmadan bir solukta anlatıyordu. İçeri gireli beş dakika olmuştu, dışarıdan kapı tıklanmaya başladı. Doktor pür dikkat dinledi. Sonra bisikleti olup olmadığını sordu. Bisikletini İstanbul'da sahil yolunda okula başlamadığı zamanlarında sürüyordu ama buraya gelince tüm ısrarıma rağmen sürmek istememiş, arka balkona terk etmiştik. İki gün dinlenme yazdı, iki gün boyunca evin her köşesinde uzanarak istediği bir kitabı okusundu sonra her gün bisikleti ile itfaiye parkında en az üç tur atacaktı. Aklım hep dışarı çıkmamızı bekleyen artık öfkelenen sıradakilerde...Biz buraların yabancısıyız o söylediğiniz parkı bilmiyorum dedim. Bu sefer doktor gülerek benim yüzüme baktı, neden yabancı olasınız burada yaşadığınıza göre buralısınız " Çorumlu'sunuz" dedi. Dışarıdaki homurtular alnımda boncuk boncuk ter yapmış olsa da gözlerinin içi gülen doktoru büyük bir minnetle dinlemeye başladım. Doktor tepeden lütfeden gibi değil de yakınlığını aradığım arkadaşım gibi bakıyor, şehrin güzelliklerini sayıyordu. Kapı gümbür gümbür çalıyor, açılıyor öfkeli bir baş içeri uzanıyor sonra sert bir şekilde kapanıyordu. Dışarıdan gelen sesleri duyuyordum , sohbete gelmişler, doktorun yakını- ahbabı olsa gerek, düşüncesizler, şikayet etmek gerek... Ne güzel insan diye iç geçiriyorum, birinin her şey güzel olacak demesine ne çok hasretmişim, her şeyin çok güzel olacağına inanan çevresini inandırmaya çalışan böyle bir insana ne çok ihtiyacım varmış. Oğluma bakarak, okul senin okulun dedi, sen kendin oldukça , mücadele ettikçe, arkadaşlığı sevgiyi paylaşmayı hissetmeyi, sınavlardan notlardan daha değerli gören okullar mutlaka var olacak dedi. Sonra bana yönelerek, şehrin benim şehrim olduğunu söyledi, Çorum'un güzelliklerinden birini görmem için,bir saz kursu adı bile verdi. Dışarı çıktığımda, ilaç yazdırmaya gelmiş dört hastadan özür diledim, bu yeni doktorun çok iyi biri olduğunu onu şikayet etmemelerini bizim yüzümüzden olduğunu söyledim. Yeniden doğmuş gibi çıkmıştık sağlık ocağından. Oğlum iki günde iki kitap bitirdi, arka balkondaki bisikletinin tozunu sildi, inmiş lastiklerine hava vurdu. Saza, sazın kültürüne o kadar çok uzağım ve yabancısıyım ki...Ama artık doktor tavsiyesine uyarak yabancıyım demeyeceğim, saz çalmayı doktorumun verdiği aydınlık hatırına öğreneceğim...
Eski doktorumuzun gerginliğini hisseden çocuk doktora gitmemek için ağlıyordu, doktor seçme şansımız olduğunu öğrenince bu doktoru seçmiştim. Seçtiğim doktor, hastası olan çocuğu görmüyor, hasta benmişim gibi davranıyordu, çocuğun yüzüne bakmadan, nesi var diye bana soruyor, sırtını benim açmamı istiyor, sonrasında nesi olduğu konusunda bir kelime etmeden reçeteyi yine bana uzatıyordu. Günaydını, teşekkür ederizi, kolay gelsini çocuğun ağzından çıksa bile almıyordu.
Doktorumuzun yeniden değiştiğini sıramız gelip odaya girince farkına varabildim. Yeni doktorumuz masasından kalkıp hoş geldiniz dedi. Gülümseyerek önce oğluma baktı. Oğlumun hasta olduğunu duyunca ona yöneldi, yapmacıksız, abartısız, sahici, canlı bir merak ile oğluma soruyor dinliyordu. Okul formunu doldururken okulun nasıl gittiğini sordu doktor. Okul nasıl gidiyor diye soran herkese " iyi gidiyor" diyen oğlum , doktora, " okulda kalbinin hızlı çarptığını nefessiz kalacağından korktuğunu , bu durumun tehlikeli olup olmadığını sordu. Doktor başını kağıttan kaldırıp okulda kalbinin hızlı attığı anları söylemesini istedi. Ödevleri yetişmediğinde,öğretmenleri tahtaya kaldırdığında, sözlüde, yazılı sınavlarda, sınav sonuçları okunduğunda, öğretmeni anlatırken anlamadığında, öğretmenini kızdırıp azarlanma ihtimallerinde, teneffüste erkeklerin kaba şakalarında, kızların küçümseyici bakışlarında,... Sanki sıra beklerken doktorun bu soruyu soracağını hesap etmiş gibi sıra sıra takılmadan bir solukta anlatıyordu. İçeri gireli beş dakika olmuştu, dışarıdan kapı tıklanmaya başladı. Doktor pür dikkat dinledi. Sonra bisikleti olup olmadığını sordu. Bisikletini İstanbul'da sahil yolunda okula başlamadığı zamanlarında sürüyordu ama buraya gelince tüm ısrarıma rağmen sürmek istememiş, arka balkona terk etmiştik. İki gün dinlenme yazdı, iki gün boyunca evin her köşesinde uzanarak istediği bir kitabı okusundu sonra her gün bisikleti ile itfaiye parkında en az üç tur atacaktı. Aklım hep dışarı çıkmamızı bekleyen artık öfkelenen sıradakilerde...Biz buraların yabancısıyız o söylediğiniz parkı bilmiyorum dedim. Bu sefer doktor gülerek benim yüzüme baktı, neden yabancı olasınız burada yaşadığınıza göre buralısınız " Çorumlu'sunuz" dedi. Dışarıdaki homurtular alnımda boncuk boncuk ter yapmış olsa da gözlerinin içi gülen doktoru büyük bir minnetle dinlemeye başladım. Doktor tepeden lütfeden gibi değil de yakınlığını aradığım arkadaşım gibi bakıyor, şehrin güzelliklerini sayıyordu. Kapı gümbür gümbür çalıyor, açılıyor öfkeli bir baş içeri uzanıyor sonra sert bir şekilde kapanıyordu. Dışarıdan gelen sesleri duyuyordum , sohbete gelmişler, doktorun yakını- ahbabı olsa gerek, düşüncesizler, şikayet etmek gerek... Ne güzel insan diye iç geçiriyorum, birinin her şey güzel olacak demesine ne çok hasretmişim, her şeyin çok güzel olacağına inanan çevresini inandırmaya çalışan böyle bir insana ne çok ihtiyacım varmış. Oğluma bakarak, okul senin okulun dedi, sen kendin oldukça , mücadele ettikçe, arkadaşlığı sevgiyi paylaşmayı hissetmeyi, sınavlardan notlardan daha değerli gören okullar mutlaka var olacak dedi. Sonra bana yönelerek, şehrin benim şehrim olduğunu söyledi, Çorum'un güzelliklerinden birini görmem için,bir saz kursu adı bile verdi. Dışarı çıktığımda, ilaç yazdırmaya gelmiş dört hastadan özür diledim, bu yeni doktorun çok iyi biri olduğunu onu şikayet etmemelerini bizim yüzümüzden olduğunu söyledim. Yeniden doğmuş gibi çıkmıştık sağlık ocağından. Oğlum iki günde iki kitap bitirdi, arka balkondaki bisikletinin tozunu sildi, inmiş lastiklerine hava vurdu. Saza, sazın kültürüne o kadar çok uzağım ve yabancısıyım ki...Ama artık doktor tavsiyesine uyarak yabancıyım demeyeceğim, saz çalmayı doktorumun verdiği aydınlık hatırına öğreneceğim...
1 Mart 2019 Cuma
Doktor Kapısı
Bu kış, çok kere hastalandım. Şehrin devlet hastanesi poliklinklerinde sıramı beklerken çeşit çeşit hasta tanıdım, sohbetlerine kulak misafiri oldum, kısa süreli de olsa sıcacık arkadaşlıklar kurdum.
İnternetten aldığım randevu ile çok sıra beklemiyordum, ama bazen internet günler sonrasına sıra verebiliyordu. Gecikmeye gelmeyen rahatsızlıklarda hastane içindeki gişelerden sıra alıp aynı gün içeresinde muayene olabiliyorum ama uzun beklemeyi göze almam gerekiyordu çünkü öncelik randevulu hastalara veriliyordu. İnternetteki randevular 10 dakika aralıklar ile iken hastane içinde alınan randevular ve kontrol hastaları ile birlikte doktor kapısı önü oldukça kalabalıklaşıyordu.Bugün kontrol için içeriden çağrılmayı beklediğim bir saat içerisinde doktorun,otuza yakın hasta ile ilgilenmek zorunda kaldığına şahit oldum. İki dakikada bir doktor kapısı açılıp kapanıyordu. Şehrin pazarı kurulduğu günlerde köylerden ilçelerden gelenler ile yoğunluk daha da artıyordu. Yoğunluk sadece kendi hastalığına yoğunlaşmışken içerideki gencecik doktor tüm hastaların derdini iki dakikalığına da olsa dinlemeye şifa olmaya odaklanmıştı.
İsimlerimizin yazılmasını beklerken köyden ve kasabadan gelenler daha bir tedirgin oluyorlardı, ulaşımları bizim gibi şehirde oturanlara göre daha meşakkatliydi... Sırası gelmediği halde açılan her kapıda içeri dalanlar oluyordu. Her defasında dışarı atılanlar arasında sinirlenenler ileri geri konuşanlar oluyordu. Ben cahilim sıra mıra bilmiyorum diyerek içeri dalan , içeride uyarılıp dışarı çıkarılan teyze, 184'e Sabim'e 150 Bimer 'e Cimer'e telefon açacağım şikayet edeceğim diyecek kadar bilgili çıkabiliyordu ( teyzeden önce hiç birinden haberim yoktu).
Sıranın gelmesini beklerken yanında oturanların hastalığını merak edenler, başkalarının tahlillerine ilgi duyanlar, tahlillerden kahve falına bakar gibi sonuç çıkaranlar, yüzünün rengine öksürüğünün şiddetine , ağrının yerine göre teşhis koyanlar, kendi ilacını önerenler, bu doktorun hiç bir şeyden anlamadığını bu doktorun çok iyi olduğuna iddia edenler, komşusu geliyor diye ona eşlik etmek için peş peşe sıra alanlar...
Yemenisini kulak ardı bağlamış, iri halka küpeleri sallana sallana gelen ablaya yer vermek istiyorum, otur diyerek omzumdan geri ittiriyor, beni birden bire çok seviyor. Neyin var diyor, söylüyorum. Kaç çocuğun var diyor, bir diyorum neden bir tane daha yapmadın diye kalabalık içinde sesini alçaltmadan soruyor, sessizce gülüyorum. Kardeşsiz büyüyen oğluma ayrı, tek çocuklu bana ayrı üzülüyor. Oğluma kardeş gelsin diye önerdiği şeyleri detayları ile anlatırken bir türlü sıram gelmiyor. Hiç konuşmayan sessiz sessiz gülen bu tek çocuklu kadıncağızdan sıkılıyor, konuşmak için başka birini buluyor. Ablanın konuştukları beynimde dönüp duruyor. Dinmeyen öksürük için geldiğim poliklinik, yeni doğan çocuk bölümüne dönüşüyor, bebek kokusu, yeniden bir heyecan , umutlu gelecekler, çocuk gülüşleri , hayallerin pembeliği gözümü kör etmiş kapıda adım yanmış sönmüş sıram geçmiş.
Bu sefer kanımdaki değerlerin düşüklüğü yüzünden dahiliye kapısında ismimi gözetliyorum. Elimdeki tahlil sonuçlarına bakmak isteyen heyecanlı araştırmacı yardımsever genç kadının yüzü asılıyor. Korkmayın , inşallah bir şeyiniz yoktur diyerek acı acı yüzüme bakıyor. Üst üste geçirdiğim solunum hastalıkları yüzünden düşmüş olduğunu sanıp umursamadığım değerlerim artık korkutuyor beni. Kadın dayanamıyor, yine konuşuyor,sizi korkutmak istemem ama eltimin kızının da sizinle aynı bu değerlerdi, düşüktü. Susuyor. Yeniden konuşuyor. Hiç korkmayın eltimin kızı hayatta çok şükür sağlıklı ama tabi o daha çocuktu , bu hastalığın iyileşme oranı çocuklarda yüzde doksan ama yetişkinlerde...Susuyor. Sonra yeniden, ama korkmayın tıp ilerledi, yetişkinlerde de iyileşme yüzdesi arttı. Kalbim hızlı atmaya başlıyor. Bu hastalık dediği şeyin adını soramıyorum, dahiliye kapısı üzerinde morg yazısı beliriyor, içeriden adım okunmasın,odaya çağırmasınlar istiyorum. Çok korkuyorum, kaçıp kurtulmak istiyorum. Genç kadın heyecanını kaybetmeden diğer bekleyenlerin kağıtlarına bakmaya devam ediyordu.
( Güler yüzü ile benimle de iki dakika ilgilenip yollamak zorunda kalan doktorların sorunu için çözüm bulunur umarım)
https://www.haberler.com/corum-da-son-2-ayda-40-doktor-gorevinden-istifa-11776801-haberi/
İnternetten aldığım randevu ile çok sıra beklemiyordum, ama bazen internet günler sonrasına sıra verebiliyordu. Gecikmeye gelmeyen rahatsızlıklarda hastane içindeki gişelerden sıra alıp aynı gün içeresinde muayene olabiliyorum ama uzun beklemeyi göze almam gerekiyordu çünkü öncelik randevulu hastalara veriliyordu. İnternetteki randevular 10 dakika aralıklar ile iken hastane içinde alınan randevular ve kontrol hastaları ile birlikte doktor kapısı önü oldukça kalabalıklaşıyordu.Bugün kontrol için içeriden çağrılmayı beklediğim bir saat içerisinde doktorun,otuza yakın hasta ile ilgilenmek zorunda kaldığına şahit oldum. İki dakikada bir doktor kapısı açılıp kapanıyordu. Şehrin pazarı kurulduğu günlerde köylerden ilçelerden gelenler ile yoğunluk daha da artıyordu. Yoğunluk sadece kendi hastalığına yoğunlaşmışken içerideki gencecik doktor tüm hastaların derdini iki dakikalığına da olsa dinlemeye şifa olmaya odaklanmıştı.
İsimlerimizin yazılmasını beklerken köyden ve kasabadan gelenler daha bir tedirgin oluyorlardı, ulaşımları bizim gibi şehirde oturanlara göre daha meşakkatliydi... Sırası gelmediği halde açılan her kapıda içeri dalanlar oluyordu. Her defasında dışarı atılanlar arasında sinirlenenler ileri geri konuşanlar oluyordu. Ben cahilim sıra mıra bilmiyorum diyerek içeri dalan , içeride uyarılıp dışarı çıkarılan teyze, 184'e Sabim'e 150 Bimer 'e Cimer'e telefon açacağım şikayet edeceğim diyecek kadar bilgili çıkabiliyordu ( teyzeden önce hiç birinden haberim yoktu).
Sıranın gelmesini beklerken yanında oturanların hastalığını merak edenler, başkalarının tahlillerine ilgi duyanlar, tahlillerden kahve falına bakar gibi sonuç çıkaranlar, yüzünün rengine öksürüğünün şiddetine , ağrının yerine göre teşhis koyanlar, kendi ilacını önerenler, bu doktorun hiç bir şeyden anlamadığını bu doktorun çok iyi olduğuna iddia edenler, komşusu geliyor diye ona eşlik etmek için peş peşe sıra alanlar...
Yemenisini kulak ardı bağlamış, iri halka küpeleri sallana sallana gelen ablaya yer vermek istiyorum, otur diyerek omzumdan geri ittiriyor, beni birden bire çok seviyor. Neyin var diyor, söylüyorum. Kaç çocuğun var diyor, bir diyorum neden bir tane daha yapmadın diye kalabalık içinde sesini alçaltmadan soruyor, sessizce gülüyorum. Kardeşsiz büyüyen oğluma ayrı, tek çocuklu bana ayrı üzülüyor. Oğluma kardeş gelsin diye önerdiği şeyleri detayları ile anlatırken bir türlü sıram gelmiyor. Hiç konuşmayan sessiz sessiz gülen bu tek çocuklu kadıncağızdan sıkılıyor, konuşmak için başka birini buluyor. Ablanın konuştukları beynimde dönüp duruyor. Dinmeyen öksürük için geldiğim poliklinik, yeni doğan çocuk bölümüne dönüşüyor, bebek kokusu, yeniden bir heyecan , umutlu gelecekler, çocuk gülüşleri , hayallerin pembeliği gözümü kör etmiş kapıda adım yanmış sönmüş sıram geçmiş.
Bu sefer kanımdaki değerlerin düşüklüğü yüzünden dahiliye kapısında ismimi gözetliyorum. Elimdeki tahlil sonuçlarına bakmak isteyen heyecanlı araştırmacı yardımsever genç kadının yüzü asılıyor. Korkmayın , inşallah bir şeyiniz yoktur diyerek acı acı yüzüme bakıyor. Üst üste geçirdiğim solunum hastalıkları yüzünden düşmüş olduğunu sanıp umursamadığım değerlerim artık korkutuyor beni. Kadın dayanamıyor, yine konuşuyor,sizi korkutmak istemem ama eltimin kızının da sizinle aynı bu değerlerdi, düşüktü. Susuyor. Yeniden konuşuyor. Hiç korkmayın eltimin kızı hayatta çok şükür sağlıklı ama tabi o daha çocuktu , bu hastalığın iyileşme oranı çocuklarda yüzde doksan ama yetişkinlerde...Susuyor. Sonra yeniden, ama korkmayın tıp ilerledi, yetişkinlerde de iyileşme yüzdesi arttı. Kalbim hızlı atmaya başlıyor. Bu hastalık dediği şeyin adını soramıyorum, dahiliye kapısı üzerinde morg yazısı beliriyor, içeriden adım okunmasın,odaya çağırmasınlar istiyorum. Çok korkuyorum, kaçıp kurtulmak istiyorum. Genç kadın heyecanını kaybetmeden diğer bekleyenlerin kağıtlarına bakmaya devam ediyordu.
( Güler yüzü ile benimle de iki dakika ilgilenip yollamak zorunda kalan doktorların sorunu için çözüm bulunur umarım)
https://www.haberler.com/corum-da-son-2-ayda-40-doktor-gorevinden-istifa-11776801-haberi/
28 Şubat 2019 Perşembe
Açık gri çamaşır ipi
Cemreler teker teker düşerken köyümü düşünüyorum. Şehrin neresine düşecekti cemre, su nerede toprak nerede hava nerede? Şubat ayı ağaçları budama ayı. Mart gelmeden dallara su yürümeden budama yapılmalıydı, toprak sürülmeli, soğan patates ekilmeliydi. Uzaklığından dolayı gözü kesmediği yerlere," ha denilince gidilmiyor" derdi ananem. Ha denilince gidilmeyen köyüm, çok uzaklarda. Penceremden koyun koyuna uzanan çatılara bakıyorum. İp atlamak istiyorum. Zıplamak, zıplamak istiyorum. Otuz sene önce , kayısı bahçelerinden ayrıldıktan sonra hiç ip atlamamışken, nerden çıktı bu heves? Dolapları çekmeceleri karıştırıp , açık gri bir çamaşır ipi buluyorum. Alt komşumuz,tek başına yaşayan yaşlı amcanın öğle namazı için camiye gitmesini gözetliyorum. Önce prova yapıyorum, ip lambalara, duvarlara çarpıyor, gözlerden uzak bir yerde özgürce zıplamak üzere çamaşır ipini cebime atıp dışarı çıkıyorum.
Sokakta beslediğim kedilerden biri yine peşime takıldı . Annelerinin bıraktığı üç kardeşin kız olanıydı , abileri ondan önce irileşmiş buna mama yedirmiyorlar diye gizli köşelerde Pıtpıt'ın pahalı mamasından bir avuç önüne koyuyordum. İp atlama heyecanı ile mama almadan dışarı çıktığımın farkına vardığımda üzüm tanesi gözlerini kocaman açmış cebime heyecanla bakıyordu. Cebimdeki çamaşır ipine benzer kül rengi tüylerini hiç okşatmaz, yanına yaklaşınca sokağımdaki diğer kediler gibi kaçardı. Sokağın sonuna kadar heyecanı azalarak peşimden geldi. İp atlanılması uygun yer arıyordum. Uzun kaldırımın sırt sırta vermiş apartman önlerinden yürüyerek bir küçük çocuk bahçesi , daracık bir yürüyüş parkurunda durup etrafı kolaçan ettim, atlamayı uygun bulamadım, geri döndüm.
Dün sabah yine çamaşır ipi cebimde dışarı çıktım ama bu sefer öbür cebime mama koymayı unutmadım. Beni görünce saklandıkları yerden koşarak gelenlerin içinde o yoktu. Boşalmış mama kabını doldururken çağırdım gelmedi. Sokakta yürümeye başladım, diğer kedilerden uzaklaşmamı bekliyor oluyordu çoğu zaman , uzak bir köşede onu bekledim cebimdeki maması ile. Bir araba park ettiği yerden çıktı, altında o göründü, upuzun yatıyordu. Yanına yaklaştırmadığı , okşatmadığı kül rengi tüyleri demir gibi kaskatı ve soğuktu. Kucağıma aldım. Bir demiri bir tahtayı taşıyormuş gibi sokağımızdan uzaklaşırken henüz bir yaşına basmamış kedi ölüsünü gömecek küçük bir toprak parçası arıyorum. Yürüdüm yürüdüm gömülecek yer bulamadım. Her sokakta çalışan kepçe delici mikser ile dolu inşaat alanlarının yığdığı toprağa gözüm takıldı. Geri döndüm. Kendi sokağımızdaki inşaat çalışmalarından birinin önünde durdum. Öğle molası verilmiş, kimse görünmez iken kepçenin önündeki taze toprağı eşeledim, cebimdeki mama ile birlikte onu koydum. Kapattım. Öbür cebimdeki çamaşır ipini çıkardım. Tırnaklarımın içine kadar geçmiş topraklı ellerimde çamaşır ipinin rengini görünce ağlamaya başladım. Yanı başında, kaldırıma taşmış yığıntı önünde atlamaya başladım. Şehirde toprağa cemre böyle mi düşüyordu,
nasıl bir apartmanın temeline harç olacaksın bilmiyorum ama şanslısın diyerek atladım ipimi. Şehir canlı canlı gömüyor, canlı kanlı temeline harç yapıyordu geri kalan bizleri.
21 Şubat 2019 Perşembe
Yalnız Ağaçlar'ın sesi
Mutfakta akşam yemeği için pırasa doğrarken, "Yalnız Ağaçlar" adlı bir sergiden haberim oldu. (Açık Radyo)
Çevresinde başka ağaçların olmadığı altı şehirdeki tek başına ağaçların sesini dinlerken pırasa doğramayı bıraktım. Yalnız ağaçlar nasıl ses çıkarır? Yalnız ağaçların sesi , akşam yemeğine pırasa çıkarmaktan daha değerli oldu, ses kaydını defalarca dinleyerek akşamı ettim.
Geçen yaz, akasya ağaçları altındaki çay bahçesinde bir kitap vermişti Nükhet. Masamıza, çay bardaklarımızın içine kadar akasyanın beyaz çiçekleri dökülüyorken , nasıl güzel bir kitap hediye aldığımı bilmiyordum.
Ağaçlar, her mevsim ayrı konuşan, hastalanan, yaşlanan, yalnız yaşamaktan hoşlanmayan canlılarmış. Kökleri ile birbirlerinin dostu olurlarmış, köklerini yakınlaştırarak arkadaşının ihtiyacını verenmiş, susuz kalana sularından verirlermiş. Yardımlaşarak birlikte büyüyen ormana ait canlılarmış.
"İstanbul, New York, Tokyo, Madrid, Cenova ve Atina’dan birer ağaç ve çevresinden alınan ses kayıtlarından oluşan eser, bu "yalnız ağaçların" birbiri ile iletişim olasılığı hakkında. Bununla beraber, insanın çoktan kaybettiği doğayla ilişkisinin geleceğine dair; kompozisyonla raslantısallığın, tekille bütünün gelecek yapısı hakkında da öngörüler içeriyor. Ses enstalasyonundan bölümler eşliğinde, Sergi Karaköy - SANATORIUM'da 24 Şubat 2019’a kadar deneyimlenebilir." (*)
(*) ( http://acikradyo.com.tr/acik-dergi/sinan-bokesoyla-agaclarin-duyduklari-ve-vicdanin-gelecegi)
20 Şubat 2019 Çarşamba
Kamelya altında
Okulda teneffüs arasında konuşuyorlarmış, sınıfın en çalışkanı her sınavın birincisi olan kız arkadaşı M. " biliyor musun sizin apartman da benim babaannem oturuyor" demiş. Çok şaşırmış oğlum, neden hiç seni görmedim bizim apartmanda diye sorduğunda "babaannemin sokağından bile geçmek istemiyorum anneme yaptıklarından sonra demiş M.
Akşam okuldan eve geldiğinde , üç senedir oturduğumuz bu apartmanda üst katımızda tek başına yaşayan teyzenin torunu ile aynı sınıfta olduğunun yeni farkına varmış olmanın şaşkınlığındaydı.
- M. sınavlarda birinci olduğunun haberini babaannesine vermek istemiyor muydu ?
- Birinci olsaydım hemen babaannemi aramak isterdim.
- Torunu ile aynı mahallede oturan üst komşumuz, hiç mi birbirlerini özlemiyorlardı?
--Hangisi daha çok özlemiyordu? diye sorgulamaya başladığında artık pek uğrayamadığım kamelya aklıma geldi.
Sokağımızda bir kamelya var, sabahları daha çok yaşlıların oturduğu, ev işlerini bitiren ev hanımlarının öğleden sonra, akşam üstü ise çalışan hanımların da katıldığı kamelyada en çok konuşulan konunun kahramanları hep kayınvalidelerdir. Siyaset, ekonomi, din, beyazlatmayan deterjanlar, geçim derdi de konuşulur ,bu tür dertlere dair bir umut vardır ama kayınvalidenin düzeleceğine dair hiç kimsenin en küçük umudu yoktur. Bitmesi öngörülmeyen bu dert ile baş edebilmek için kamelya altı terapi gibidir. Eriyen yaşlı kemikleri güneş görsün diye banklardan hiç kalkmayan yaşlı teyzelerin de konusuydu rahmetli kayınvalideleri. Yaşları yüzyıla yaklaşan bu teyzeler kayınvalidelerinin öldüğünü kabul edememişler, her doğan güneşte yanı başlarına kayınvalidelerini de oturtuyorlardı. Evlerini temizlemiş, yemeklerini hazır etmiş ev hanımları kamelyaya gelince kayınvalide konusu daha bir canlanır çünkü hepsinin kayınvalidesi hayattadır, gelinlerine çektirecek daha zamanları vardır. Akşam üstü eve girmeden bir soluk almak için kamelyaya uğrayan çalışan hanımların da derdi vardır kayınvalidelerinden ama kendilerine yakıştıramazlar ulu orta konuşmayı, önce sessiz kalırlar sonra konuşulanlara hak verirler, tecrübe etmişliğin olgunluğu ile baş sallarlar, çalışan aydın bir kadın olaraktan kayınvalide konusunda aydınlık bir laf etmek içlerinden gelmez.
Üst katta tek başına yaşayan komşumuzun kayınvalidesi ise tüm korkunç kayınvalideleri sollamış, kamelyanın birincisi olduğunu biliyordum ama oğlum ile aynı sınıfta torunu olduğunu bilmiyordum.
Kamelyada sokağım kadınları ile oturup , herkesi dinlerken, benim de kamelyam benim de sokağım , buraya aitim diyordum …. Kayınvalide konusunda hep sessiz kalanlardandım, sessizliğimi derdimin büyüklüğüne verip gurbet ellerdeki bu komşularını bağırlarına basmışlardı. Bir gün gafil bir anımda kayınvalidemin beni ne çok sevdiğini söyleyivermişim. Kamelyanın tüm kadınları onlara ihanet etmişim gibi bana baktılar, o an yabancılaşıverdiğimin farkına vardım. Kayınvalide sevgisi beni kamelyanın derdi ile dertlenemeyen başka memleketin havasından suyundan yapmıştı.
(66. yaşını kutlayan öğrencileri ile)
Ev hanımı iken çocuklarını evlendirdikten ( ellisinden) sonra yapmak istediği şeyi yapmaya başlamış, dans öğrenmiş, sertifikalar almış, gönüllü olarak dans öğretmeye başlamış, spor salonu olmayan okulların öğrencilerine, huzur evlerine, Alzheimer hastalarına, zihin engellilere, işitme engellilere, ev hanımlarına, ulaşabildiği her yere her gününü doldurarak hiç durmadan dans ediyor, dans öğretiyor.
Dün, Dünya Kadınlar günü için hazırlıklarını bana da atmış, videoyu açtığımda, işini yaparken insanı nasıl bu kadar çok sevebildiğine her defasında şaşıyorum. İnsanları mutlu etme azmine şaşırıyorum. Yıllardır insanları mutlu etmek için hiç solmayan enerjisine şaşıyorum.
Her anıldığında hep gülümseten bir babaanne olmak, değerli bir şey olmalı.
Akşam okuldan eve geldiğinde , üç senedir oturduğumuz bu apartmanda üst katımızda tek başına yaşayan teyzenin torunu ile aynı sınıfta olduğunun yeni farkına varmış olmanın şaşkınlığındaydı.
- M. sınavlarda birinci olduğunun haberini babaannesine vermek istemiyor muydu ?
- Birinci olsaydım hemen babaannemi aramak isterdim.
- Torunu ile aynı mahallede oturan üst komşumuz, hiç mi birbirlerini özlemiyorlardı?
--Hangisi daha çok özlemiyordu? diye sorgulamaya başladığında artık pek uğrayamadığım kamelya aklıma geldi.
Sokağımızda bir kamelya var, sabahları daha çok yaşlıların oturduğu, ev işlerini bitiren ev hanımlarının öğleden sonra, akşam üstü ise çalışan hanımların da katıldığı kamelyada en çok konuşulan konunun kahramanları hep kayınvalidelerdir. Siyaset, ekonomi, din, beyazlatmayan deterjanlar, geçim derdi de konuşulur ,bu tür dertlere dair bir umut vardır ama kayınvalidenin düzeleceğine dair hiç kimsenin en küçük umudu yoktur. Bitmesi öngörülmeyen bu dert ile baş edebilmek için kamelya altı terapi gibidir. Eriyen yaşlı kemikleri güneş görsün diye banklardan hiç kalkmayan yaşlı teyzelerin de konusuydu rahmetli kayınvalideleri. Yaşları yüzyıla yaklaşan bu teyzeler kayınvalidelerinin öldüğünü kabul edememişler, her doğan güneşte yanı başlarına kayınvalidelerini de oturtuyorlardı. Evlerini temizlemiş, yemeklerini hazır etmiş ev hanımları kamelyaya gelince kayınvalide konusu daha bir canlanır çünkü hepsinin kayınvalidesi hayattadır, gelinlerine çektirecek daha zamanları vardır. Akşam üstü eve girmeden bir soluk almak için kamelyaya uğrayan çalışan hanımların da derdi vardır kayınvalidelerinden ama kendilerine yakıştıramazlar ulu orta konuşmayı, önce sessiz kalırlar sonra konuşulanlara hak verirler, tecrübe etmişliğin olgunluğu ile baş sallarlar, çalışan aydın bir kadın olaraktan kayınvalide konusunda aydınlık bir laf etmek içlerinden gelmez.
Üst katta tek başına yaşayan komşumuzun kayınvalidesi ise tüm korkunç kayınvalideleri sollamış, kamelyanın birincisi olduğunu biliyordum ama oğlum ile aynı sınıfta torunu olduğunu bilmiyordum.
Kamelyada sokağım kadınları ile oturup , herkesi dinlerken, benim de kamelyam benim de sokağım , buraya aitim diyordum …. Kayınvalide konusunda hep sessiz kalanlardandım, sessizliğimi derdimin büyüklüğüne verip gurbet ellerdeki bu komşularını bağırlarına basmışlardı. Bir gün gafil bir anımda kayınvalidemin beni ne çok sevdiğini söyleyivermişim. Kamelyanın tüm kadınları onlara ihanet etmişim gibi bana baktılar, o an yabancılaşıverdiğimin farkına vardım. Kayınvalide sevgisi beni kamelyanın derdi ile dertlenemeyen başka memleketin havasından suyundan yapmıştı.
(66. yaşını kutlayan öğrencileri ile)
Ev hanımı iken çocuklarını evlendirdikten ( ellisinden) sonra yapmak istediği şeyi yapmaya başlamış, dans öğrenmiş, sertifikalar almış, gönüllü olarak dans öğretmeye başlamış, spor salonu olmayan okulların öğrencilerine, huzur evlerine, Alzheimer hastalarına, zihin engellilere, işitme engellilere, ev hanımlarına, ulaşabildiği her yere her gününü doldurarak hiç durmadan dans ediyor, dans öğretiyor.
Dün, Dünya Kadınlar günü için hazırlıklarını bana da atmış, videoyu açtığımda, işini yaparken insanı nasıl bu kadar çok sevebildiğine her defasında şaşıyorum. İnsanları mutlu etme azmine şaşırıyorum. Yıllardır insanları mutlu etmek için hiç solmayan enerjisine şaşıyorum.
Babaannesinin uzak şehirde olup her istediğinde görememesini bir eksiklik olarak algılayıp üzülen oğluma
babaanne denildi mi aklına ne geliyor diye soruyorum ; " gülme ve enerji" geliyor diyerek gülmeye başlıyor.
Ben onun gibi olamam, her gün yaptıklarını aklıma getirdiğimde bile yoruluyorum ama taktir ediyorum,
Her anıldığında hep gülümseten bir babaanne olmak, değerli bir şey olmalı.
19 Şubat 2019 Salı
Yakın Plan
Bu şehirde çöp arabaları sabahın erken saatlerinde geliyor. Çöp arabasının sesini duyunca hemen mutfak penceresine koşarım, dolu çöp tenekelerinin havaya yükselmesini , havada asılı kalıp içinin boşalmasını izlerim. Dün havada asılı çöp tenekelerinden birinden sinek ilacı ya da saç spreyine benzer silindir bir teneke dışarı fırladı yokuş sokağımızda tangur tungur aşağılara doğru gitti. Yokuşun dik yerlerinde sesini yükselterek hızla ilerlerken, yokuşun sonunda başka bir çöp tenekesinin yanında yavaşlayarak durdu. Çöp tenekesine atılmış iken ait olduğu yerden fırlamış, bir anda tüm sokağın duyduğu gördüğü oluvermişti içi boş sprey kutusu.
Aklıma Yakın plan filminin kahramanı ,Sabzian geldi.
Yorgun başını dolmuş penceresine dayamış, son çalıştığı matbaa atölyesinden bir kitap elinde, dalgın dalgın ineceği durağın gelmesini bekleyen Sabzian'a yanında oturan yaşlı bir kadın ; " elinizdeki kitaba bakabilir miyim? der. Sabzian elindeki kitabı kadına uzatırken, bu kitabın yazarı benim der, kitap size hediyem olsun. Kitabın yazarı aynı zamanda ülkenin en önemli yönetmenlerinden de biridir.
Abbas Kiyarüstemi'nin " gözbebeğim " dediği Yakın Plan filmi, gerçek sahnelerin bol olduğu yarı belgesel tarzında çekilmiş. İran' da geçen bu gerçek olayda tüm oyuncular kendi rollerindedir. İran'ın fakir bir semtinde tek odalı evinde annesi çocukları ve eşi ile oturan Sabzian uzun süredir işsizdir, yoksulluğa daha fazla dayanamayan karısı evi terk etmiştir.
Sabzian'ın kendini ünlü bir yönetmen olarak tanıtması onu hapishaneye düşürmüştür. Hapishane ve mahkeme sahneleri gerçektir, geniş açılı bir mercek ile Sabzian ın sorgu sahneleri çekilmiş,
canlı canlı ,kurgusuz olarak izleriz.
Neden kendini başka biri gibi tanıttın diye soran hakime bir dolu cevabı vardır Sabzianın ;
başkası gibi davranmak zordu ama hoşuma gitti çünkü bana saygı duydular , beni dinlediler oysa daha önce herkes beni dinlemekte isteksizdi...
Bana dışarıdan baktığınızda sahtekar, dolandırıcı diyebilirsiniz ama aslında böyle biri değilim, sadece kendim olmaktan yorulmuştum...diye konuşan Sabzian'ı utanmış mahcup başı önde yakın çekim kamerasından izleriz.
Her sabah çöp arabalarını izlerken zevk aldığım gibi, en sevdiğim filmlerden biridir, Yakın Plan filmi .
18 Şubat 2019 Pazartesi
Düttürü Dünya
Sabah kedilerin mamaları için bahçeye indiğimde soğuk ve kömür kokusu selamlaşıyorum, aç kedileri sığındıkları yerden çıkartmayan bu soğuk hava ile hiç anlaşamıyorum, sevmiyorum.
Akşamları dışarı çıkılmıyor bu şehirde, genizleri yakan kömür dumanı kış boyunca asılı kalıyor havada.
Soğuklar kadar kızmıyorum kömür kokusuna , Gülsüm (Jale Aylanç) kömür bulmuş diye seviniyorum.
Dütdüt Memed'in klarnetinden çıkan gibi acı bir soğuk var bu şehirde.
3 Şubat 2019 Pazar
Söğüt Ağacı
Birdenbire bastıran dolu yüzünden bir giysi mağazasına sığındım, deneme kabinleri önünde bir koltukta beklemeye başladım. Müşterisini sorgulamayan, peşi sıra dolaşmayan kendi haline bırakan bu geniş mağazada hiç bir şey almaya niyet etmeden oturduğum yerden dolunun dinmesini bekliyorum.
"Büyüğünü getir, beli kavuşmadı" diye bağıran bir erkek sesi ile bay deneme kabinlerinin önünde oturduğumun farkına vardım. Bir kadın, erkek pantolonlarına doğru koştu, kucağına bir kaç pantolon alıp kabine yetiştirdi. Kabindeki ses hiç durmadan homurdanıyordu, bu getirdiğin aynısı değil, bunun paçası dar, diğerinin aynısını bul, getir...Her defasında hiç şevkini bozmadan heyecanla pantolonlara koşan kadını izlemeye başladım. Gençti, koşturmasına rağmen soluksuz kalmıyor, yüzündeki gülüş kaybolmuyordu. Yüzünde , mutlu insanların rengi vardı. Karların buzların erimediği bu mevsimde ayağındaki ince yazlık ayakkabı , içine giyilen iki üç kat havlu çorap ile genişlemiş, pardösüsü rengini yok edecek kadar solmuştu. Kabindeki homurtunun beline uygun pantolonu ararken neden bu kadar mutlu, sevinçliydi diye düşünmeye başladım. Belki kocası iş bulmuştu, onun içindi bu pantolon, işsiz kocanın ağırlığı son bulacaktı. Belki ,...
Kadın kucağındaki pantolonları içeri verdi, kabin önünde beklemeye başladı. İçerinin sesi kesilmiş iken etrafına bakındı, yanındaki kocaman boy aynasında kendini görüverdi. Kendini görünce yüzündeki gülüş kayboldu, yüzünün rengi, pardösünün rengine dönüverdi.
Aklıma "Roya " geldi. Mecid Mecidi'nin Söğüt Ağacı filmindeki Yusuf'un eşi , Roya… İlk kez aynada kendini görüyormuş gibi baktığı o sahne.
Roya , görme engelli akademisyen eşi ve küçük kızı ile İran da yaşayan çok mutlu bir kadındır. Yusuf karısına " melek" diye hitap ediyordu , görmeyen bir kocanın tüm sorumluluğunu üzerine almış, hep gülen bir kadın melek değil de nedir ki?
Ama bir gün görmeyen kocanın gözleri açılır. Roya, gözleri açılan, görmeye başlayan bir kocanın yine meleği olabilecek midir ?
Kabin önündeki koltuktan, oturduğum yerden kalktım, dışarı çıktım, dolu çoktan bitmiş, hiç yağmamış gibi izi bile yoktu.
30 Ocak 2019 Çarşamba
Kes ( Kerkenez)
Çorum'dan Ankara'ya giderken yol kenarında elektrik direkleri üzerinde kerkenezleri gördükçe aklıma "Kes" filmi geldi.
Tek yükseltisi elektrik direkleri olan bu bozkır yolunda, gelip geçeni umursamayan kerkenezlerden uzaklaşırken filmin bıraktığı sızıyı hissettim.
İngiltere'de geçen film , adını bir kerkenezden alıyordu.
14 yaşındaki Billy Casper, büyüklerin çürüttüğü dünyasında bir kerkenez ile kendini buluyordu. Kes adını verdiği yırtıcı kuş, her engeli aşabileceği bir umut olarak en yakın arkadaşı olmuştu. .
Kes filmi aldığı bir çok ödül ile birlikte 14 yaşına kadar izlenilmesi gereken filmler arasında yer alıyor.
Filmin yönetmeni Ken Loach ödül aldığı konuşmasında;" bir hikaye anlatacaksan güzel diye değil anlatılması gerektiği için anlatmalısın" diyordu.
Şu hayatımda, anlatılması gereken şeylerimin, ne kadar sığ ne kadar gereksiz ve boş şeyler olduğuna böyle filmleri izledikçe farkına varıyorum.
16 Ocak 2019 Çarşamba
Ben, Daniel Blake
Ben, Daniel Blake filmi, şu soğuk kış günlerinde koltuğa uzanıp küçük mutluluklar aradığımız o içimizi ısıtan filmlerden biri değil.
Sorumluluk sahibi, komşularını çevreyi seven , tüm faturalarını ödemiş, yükümlülüklerini seve seve yerine getiren ,İngiliz vatandaşı olarak yaşlanmış marangoz Daniel iş yerinde kalp krizi geçirir. Beklenmedik bu hastalık doktorunun verdiği rapora göre bir süre işini yapmasına engel olacaktır.
Daniel'in başka hiç bir geliri olmadığı için işsizlik ödeneği alabilmek için sosyal devlet ile verdiği mücadeleyi izliyoruz.
Devletten hak ettiğini alabilme yolunda örümcek ağı gibi bir sistemin içine düşmüştür Daniel. Ağın içinde ilerlemek Daniel gibi bilgisayar internet nedir hiç bilmeyen birisi için mümkün değildir. Sistem , özelleşmiş bünyesi ile insani değerlere saygısız bir şekilde yapışkanlı ağlarını uzattıkça uzatmış, mağdurların kendilerine ulaşmak için çırpınmasını çırpındıkça kendi kendilerini yok etmesi umudunda...
Onurlu bir insan için sistemin masalarına sistemin saygısız cahil empatisiz kaba elemanları ile defalarca oturmaya mahkum olmak işkencelerin en kötüsüdür.
Daniel'in en korktuğu şey, parasızlık yüzünden kendine olan öz saygısını kaybetmemek iken, kendi gibi işsiz iki çocuğu ile bekar bir anne ile tanışır...
80 yaşındaki filmin yönetmeni Ken Loach bu filmi ile 2016 Altın Palmiye ödülünü almış, ödül konuşmasında, umutsuzluk döneminden geçtiğimizi, bu umutsuzluktan yararlanmaya çalışanlar olduğu gibi onun gibi yaşlıların umut mesajı göndermesi gerekliliğini belirtmiş ve " başka bir dünya mümkün" diyerek filmi armağan etmiş. ( Ken Loach tüm filmlerini herkes bedava izleyebilsin diye yotube koymuş)
Ben filmden çok etkilendim, filmi izlediyseniz yorumlarınızı merak ediyorum...
10 Ocak 2019 Perşembe
Hey Garson!
Bu karda kışta dondurucu soğuklarda Murat Sevinç'in "Hey Garson! adlı kitabı cumartesi sabahı Çorum'a geldi. Tüm aile kahvaltı sofrasında iken yeni gelmiş kitaba da bir sandalye çektik, kitap konuştu biz dinledik. Güldük, hüzünlendik, şaşırdık, düşündük.
Oğlum kitabı sonuna kadar dinledikten sonra" ben de garsonluk anılarımı yazacağım" diyerek odasına kapandı.
Kitabın yazarı, çok sevdiği üniversitesine asistan olabilme hayali kuruyordu, hayaline kavuşabilmek için hiç bilmediği bir ülkeye gitmesi gerekiyordu. Dil öğrenip, ülkesine dönüp mesleğini ele alabilmesi için verdiği çabanın içinde garsonluk yapmak da vardı.
Oğlum da garsonluk yapmıştı geçen yaz tatilinde, hayalindeki ," markalı cep telefonunu" elde edebilmek için.
Oğlunun hayallerini önemseyen bir anne olduğumu sanıyordum. Kendine ait hayalleri için müzelere, tiyatrolara götürdüm, müzik aletleri aldım, baş ucunda okuyacağım kitaplar aldım, beyaz tuvaller aldım, renkli boyalar , kendi gözünün gördükleri için fotoğraf makinası aldım, küçük bir radyo aldım, kulaklık aldım, mikroskop aldım, odasının duvarına dünya haritası aldım küçük gemiler yaptık, içine hayallerini yazdı, köyümüzden geçen Kızılırmak'a saldık. Hayallerinin arkasında annen var, hep sana destek olacak diyerekten yüreklendirmelerime , " tek hayalim cep telefonu" dediğinde ne halin varsa gör dedim, bir kuruş vermem dedim... Küçük gördüm hayalini. Onun yaşındaki kendimin hayalleri ile kıyasladım. Onun yaşındayken hayal dünyasında yaşıyormuşum, hiç kimsenin umurunda değildi hayal kurmam, sobanın başına geçip uzun uzun yanan ateşe neden baktığımı, yorganın altına el feneri ile girdiğimi, pencereye konan kuşların bana bir şey söylemek istedikleri için geldiklerini, bahçedeki kayısı ağaçlarının gece olunca canlandığını, uzak diye gitmeme izin verilmeyen arka mahallede duvarları şekerden bahçe çitleri çikolatalardan evler olduğunu, mavi pelerinli prensin kül kedisini değil beni aradığını hiç kimse bilmezdi. Ne çocukça ne saçma geliyor şimdi, her şeye inanan bir çocuklukmuş, şimdiki çocuklar başka ama sadece bir cep telefonu hayali çok acı geliyordu bana.
Hayalim, Kızılırmak'tan Karadeniz'e ulaştı ama sizden hayır yok diyen oğlum geçen yaz on iki yaşında iken bir dönerci lokantasında garsonluk yapmaya gitti.
Tüm yaz garsonluk yapması, hayalini gerçek yapmaya yetmedi, onca çalışmanın cep telefonu alacak kadar para kazandırmadığını, sildiği masayı beğenmeyenleri, kırdığı bardakların acısını, hor bakan gözleri, gördü. Masaya oturanlar ile ayakta bekleyenlerin arasındaki mesafeyi ölçtü. Bazıları için bu mesafe çok büyük iken hayal kurabilenler için çok daha yakın olduğunu anladı.
Çocukları kendilerine bırakmanın ne kadar önemli olduğunu hor gördüğüm cep telefonu hayali ile başladığı garsonluk tecrübelerinden anladım.
Bir çocuğun garsonluk anılarını canlandırıp yazma ilhamı verdiği için teşekkür ederim "Hey Garson".
( kitap - kedi fotoğrafı için , istediğim güzel köşelere gelmedi, kalorifer üzerinden indiremedim, neden rahatımı bozuyorsun bakışı ile )
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)