15 Mayıs 2019 Çarşamba

Çiğdem der ki...


Saz kursunda birinci ayımı doldururken öğrendiğimiz parçalar; Maçka yolları, süt içtim dilim yandı, dere geliyor dere, darıldın mı cicim bana, yaylalar. Süslemesiz düz bir şekilde hepsini  çalabiliyorum. Doğru tele dokunup doğru vuruşu yapabildiğimde parçalar kendini gösteriyor.
Kabarmış güzel bir kek yapmışım gibi sazımdan doğru melodiler çıktıkça mutlu olmaya başladım.
Dün  öğretmenimiz ,çiğdem der ki başlıklı bir parça verdi, haftaya pazartesiye kadar çalmamızı istedi.
Saz kursunda çaldığımız türkünün yöresi hangi dönem kim yazmış kim bestelemiş gibi konulara girilmediğinden eve gelince internete Çiğdem der ki yazdım. Karşıma Aşık Veysel çıktı. Mutfağıma geçip akşam yemeğini hazırlarken haftaya ödevimiz olan parçayı Aşık Veysel'den dinlemeye başladım. Türkünün ortasına doğru,

elimdeki kabağı bıçağı bırakıp, oturdum. Bilgisayarın ekranına yaklaşıp Aşık Veysel'i incelemeye başladım. Herkesin bildiğinden daha azını biliyordum onun hakkında, başından sonuna kadar dinlemediğim bir kaç türküsünün nakaratı, halk ozanı, aşık, çiçek hastalığı ile kör olan gözler... Türkünün bitmesine izin vermiyor başa döndürüp dinliyorum. Türkünün içinde bir şey saklı gibi, sözlere, notalara, vuruşlara odaklanarak, aranıyorum.
.
Yaşamaya başladığım şehrin adını söylediğimde herkesin ilk aklına " yokluk" geldiğini yüzlerinde beliren ifadeden anlıyorum. İstanbul'un en güzel köşesinden , adalar manzaralı , deniz kenarındaki geniş, güzel evimizden ayrılıp buraya yerleştiğimizi duyanlar teselli edici kelimeler aramak zorunda kalıyor. İstanbul artık yaşanacak yer değil cehennem,kalabalık inşaat diye başlarlar ama söylediklerine kendileri de inanmazlar çünkü turist olarak bile uğranmak istenmeyen bir bozkırdır burası. Baba ocağı ya da mesleği gereği olmadıkça yerleşip yaşanılmak istenen yerlerin arasına girecek yer olarak görmez kimse. Buranın güzelliğini anlatanların hepsi ya kendi doğup büyüdüğü yerdir, kendi toprağıdır,alışmıştır ya da mecburdur,başka yerde geçinemediği içindir.


Benim de hissettiğim en büyük şey "yokluk" tu ,buraya taşındığımda. Alışveriş merkezi bile yok diye şaşıranlar gibi değildi hissettiğim yokluk. Benim ki nasıl bir yokluk, tarifi yoktu o zamanlar? Yabancılık" tüm hisleri bastırdığı için, yabancılık diğer duyguların farkına vardıramadığı için hissettiğim o "yokluk" kaybolmadan sislerin ardına çekilmişti yıllardır.

Saz kursuna başlamayı bu yabancılık duygusundan kurtulmak için istedim. Burada herkesin evinde duvarında bir saz asılı iken saz kaynaşma için bulunmaz bir fırsattı.
Bu toprağın insanları ile, hep beraber çalıp söylemek istedim.
Ne güzel oldu, saz sayesinde arkadaşlarım oldu.
Yabancılığım gitti.

Başından sonuna kadar dinlediğim ilk Aşık Veysel türküsü

hemen elime sazı aldırdı, Aşık Veysel'in vurduğu notalara dikkat kesilerek parçayı çalmaya başladım.
Konuşan çiğdemler, sümbüller, laleler, al baharlı dağlar, mavi donlu gök...
Sazımdan çıkan sesten aldığım mutluluk değişti, kabarmış güzel bir kek gibi karın doyurucu bir mutluluk değildi. Sisler ardına saklanmış bir duygunun açığa çıkması , yokluğun canlanması gibi bir şeydi...
"Yokluğun" varlığını hissetmek gibi...Dümdüz renksiz kıraç bir bozkırda çiğdemler sümbüller laleler al baharlar mavi donlu gökyüzleri gördüren, kör gözü hissetmeye başlıyorum.

Kör bir göz gibi bu bozkır, içinde saklı tek hazinesi "yokluk" olan...
Çiğdem der ki diyerek çalan sazım her şeyin var olduğu İstanbul'da, onun gibi renkli şehirlerde , göremeyeceğim, bulamayacağım , "bozkırın yokluğunu", hediye ediyor






4 yorum:

  1. Ayşe çok cesur bir hareket. Notaları şıp diye çıkartmış olmana hayran oldum. Tebrikler. Nasıl güzel bir yazı olmuş; bir Nuri Bilge karesi sanki..

    YanıtlaSil
  2. Sevgili Ayşe,

    Ben de Yozgat'ta 7 yıl yaşamış biri olarak Bozkır'ın Yokluğu ile söylemek istediklerini içimde duydum. Yıllar sonra Yozgata gittiğimde (3 yıl önce kadar) "allahım burada nasıl yaşanır" diye düşündüm. Ama yaşanıyor, insan her yere her şeye alışıyor. Aslında bu şehirleri bu kadar yokluk içinde bırakan doğaları değil, AVM'lerin olmaması hiç değil. Buraları bu kadar kıyıda köşede gurbet hissiyatında bırakan insanlarının kendisi. Benim yaşadığım yıllarda Yozgat şirince denebilecek biryerdi, tek katlı bahçe içinde evleri ile. Şimdi her yer apartman sıkışık sıkışık beton yapılar, şehir çok daha çirkinleşmiş. İnsanları ise cahil yobaz (sözüm bütün Yozgatlılara değil elbet hala yıllardır görüştüğümüz o kadar aydın insanları da var ki)Şehirde dolaşırken İran'da Mısır'da dolaşırken hissettiklerimi hissettim. Yabancı bir şehirde şehirden daha yabancı insanların arasında kaldığım hissi. Ama insan gittiği her yere kendini götürüyor neticede, kafandakilerle yüreğindekilerle gidiyorsun. Orada kendi dünyanı kuruyorsun. Kendine ait bir odaya yerleşiyorsun. O odaya zaman içinde bulduğun güzel insanları alıyorsun. Ankara'ya istanbul'a gitmeler ise birer hediyeye dönüşüyor. Siz orda da mutlu olabilirsiniz. Şimdiden zenginleştiniz, hayatınıza türküler anadolu türküleri saz, Aşık Veysel girdi.. Sevgiyle...

    YanıtlaSil
  3. Adımı yazmadığımı farkettim. Bu arada şunu da söylemek isterim ki 1 ayda notaları okumadan türküyü duyarak yakalamak müthiş bir ilerleme tebrik ediyorum. Ben udda o noktaya kaç ayda gelebildim. Aylin Kurhan...

    YanıtlaSil
  4. Nasıl güzel bir anlatım bu.. geç farkettim blogunuzu, ama kaçırmam bundan sonra.. insan hayatında yokluğu da yaşayacak ki, varlığın değerini bilsin.. bazen yoklukta kazandırır insanlara, kişisel olgunluğu..

    YanıtlaSil