28 Şubat 2019 Perşembe

Açık gri çamaşır ipi


Cemreler teker teker düşerken köyümü düşünüyorum. Şehrin neresine düşecekti cemre, su nerede toprak nerede hava nerede? Şubat ayı ağaçları budama ayı. Mart gelmeden dallara su yürümeden  budama yapılmalıydı, toprak sürülmeli, soğan patates ekilmeliydi. Uzaklığından dolayı gözü kesmediği yerlere," ha denilince gidilmiyor" derdi ananem. Ha denilince gidilmeyen   köyüm, çok uzaklarda.   Penceremden koyun koyuna uzanan çatılara bakıyorum. İp atlamak istiyorum. Zıplamak, zıplamak istiyorum. Otuz sene önce , kayısı bahçelerinden ayrıldıktan sonra hiç ip atlamamışken, nerden çıktı bu heves? Dolapları  çekmeceleri karıştırıp , açık gri bir  çamaşır ipi buluyorum. Alt komşumuz,tek başına yaşayan yaşlı amcanın öğle namazı için camiye gitmesini gözetliyorum. Önce prova yapıyorum, ip lambalara, duvarlara çarpıyor,  gözlerden uzak bir yerde özgürce zıplamak üzere  çamaşır ipini cebime atıp dışarı çıkıyorum.

 Sokakta beslediğim kedilerden biri yine  peşime takıldı .  Annelerinin bıraktığı üç kardeşin kız olanıydı , abileri ondan önce irileşmiş buna mama yedirmiyorlar diye gizli köşelerde Pıtpıt'ın pahalı mamasından bir avuç önüne koyuyordum. İp atlama heyecanı  ile  mama almadan dışarı çıktığımın farkına vardığımda üzüm tanesi gözlerini kocaman açmış cebime heyecanla bakıyordu. Cebimdeki çamaşır ipine benzer kül rengi tüylerini hiç okşatmaz, yanına yaklaşınca sokağımdaki diğer kediler gibi kaçardı. Sokağın sonuna kadar heyecanı azalarak  peşimden geldi. İp atlanılması uygun yer arıyordum.  Uzun kaldırımın sırt sırta vermiş apartman önlerinden  yürüyerek bir küçük  çocuk bahçesi , daracık bir  yürüyüş parkurunda durup etrafı kolaçan ettim, atlamayı uygun bulamadım, geri döndüm.
Dün sabah yine  çamaşır ipi cebimde dışarı çıktım ama bu sefer öbür  cebime mama koymayı unutmadım. Beni görünce saklandıkları yerden   koşarak gelenlerin içinde o yoktu. Boşalmış mama kabını doldururken çağırdım gelmedi. Sokakta yürümeye başladım,  diğer kedilerden uzaklaşmamı bekliyor oluyordu çoğu zaman , uzak bir köşede onu bekledim cebimdeki maması ile. Bir araba park ettiği yerden çıktı, altında o göründü, upuzun yatıyordu. Yanına yaklaştırmadığı , okşatmadığı kül rengi tüyleri demir gibi kaskatı ve soğuktu. Kucağıma aldım. Bir demiri bir tahtayı taşıyormuş gibi sokağımızdan  uzaklaşırken henüz bir  yaşına basmamış  kedi ölüsünü gömecek küçük bir toprak parçası arıyorum. Yürüdüm yürüdüm gömülecek yer bulamadım. Her sokakta çalışan kepçe delici mikser ile dolu inşaat alanlarının yığdığı toprağa  gözüm takıldı. Geri döndüm. Kendi sokağımızdaki inşaat çalışmalarından birinin önünde durdum.  Öğle molası verilmiş, kimse görünmez iken kepçenin önündeki taze toprağı eşeledim, cebimdeki mama ile birlikte  onu koydum. Kapattım.  Öbür cebimdeki  çamaşır ipini çıkardım. Tırnaklarımın içine kadar geçmiş topraklı ellerimde çamaşır ipinin rengini görünce ağlamaya başladım. Yanı başında, kaldırıma taşmış  yığıntı önünde atlamaya başladım. Şehirde toprağa cemre böyle mi düşüyordu,
nasıl bir apartmanın temeline harç olacaksın bilmiyorum  ama şanslısın diyerek  atladım ipimi. Şehir canlı canlı gömüyor, canlı kanlı temeline harç yapıyordu geri kalan bizleri.



21 Şubat 2019 Perşembe

Yalnız Ağaçlar'ın sesi



Mutfakta akşam yemeği için pırasa doğrarken, "Yalnız Ağaçlar"  adlı bir sergiden haberim oldu. (Açık Radyo)
Çevresinde başka ağaçların olmadığı altı şehirdeki tek başına ağaçların sesini dinlerken pırasa doğramayı bıraktım. Yalnız ağaçlar nasıl ses çıkarır? Yalnız ağaçların sesi , akşam yemeğine pırasa çıkarmaktan daha değerli oldu, ses kaydını defalarca dinleyerek akşamı ettim.

 Geçen yaz, akasya ağaçları altındaki çay bahçesinde bir kitap vermişti Nükhet. Masamıza, çay bardaklarımızın içine kadar  akasyanın beyaz çiçekleri dökülüyorken , nasıl güzel bir kitap hediye aldığımı bilmiyordum.




Ağaçlar, her mevsim ayrı  konuşan, hastalanan, yaşlanan, yalnız yaşamaktan hoşlanmayan canlılarmış.   Kökleri ile birbirlerinin dostu olurlarmış, köklerini yakınlaştırarak arkadaşının  ihtiyacını verenmiş, susuz kalana sularından verirlermiş. Yardımlaşarak birlikte büyüyen ormana ait canlılarmış.




  "İstanbul, New York, Tokyo, Madrid, Cenova ve Atina’dan birer ağaç ve çevresinden alınan ses kayıtlarından oluşan eser, bu "yalnız ağaçların" birbiri ile iletişim olasılığı hakkında. Bununla beraber, insanın çoktan kaybettiği doğayla ilişkisinin geleceğine dair; kompozisyonla raslantısallığın, tekille bütünün gelecek yapısı hakkında da öngörüler içeriyor. Ses enstalasyonundan bölümler eşliğinde, Sergi Karaköy - SANATORIUM'da 24 Şubat 2019’a kadar deneyimlenebilir." (*)
(*)  ( http://acikradyo.com.tr/acik-dergi/sinan-bokesoyla-agaclarin-duyduklari-ve-vicdanin-gelecegi)


20 Şubat 2019 Çarşamba

Baran




En güzel aşk filmlerinin birincisidir Baran. Bir bardak çayda, bir tokada, bir saksı çiçek ve çamurun içinde bir ayak izinde aşkı  gösteren   Majid Majidi 'nin filmi





Kamelya altında

Okulda teneffüs arasında  konuşuyorlarmış, sınıfın  en çalışkanı her sınavın birincisi olan kız arkadaşı M. " biliyor musun sizin apartman da benim babaannem oturuyor" demiş. Çok şaşırmış oğlum, neden hiç seni görmedim bizim apartmanda diye sorduğunda "babaannemin sokağından bile geçmek istemiyorum anneme yaptıklarından sonra demiş M.
Akşam okuldan  eve geldiğinde , üç senedir oturduğumuz bu apartmanda üst katımızda tek başına yaşayan teyzenin torunu ile aynı sınıfta olduğunun yeni farkına varmış olmanın şaşkınlığındaydı.
- M. sınavlarda birinci olduğunun haberini  babaannesine vermek istemiyor muydu ?
- Birinci olsaydım  hemen babaannemi aramak isterdim.
- Torunu  ile aynı  mahallede oturan üst komşumuz,  hiç mi birbirlerini özlemiyorlardı?
--Hangisi daha çok özlemiyordu? diye sorgulamaya başladığında artık pek uğrayamadığım kamelya aklıma geldi.
Sokağımızda bir kamelya var, sabahları daha çok yaşlıların oturduğu, ev işlerini bitiren ev hanımlarının öğleden sonra, akşam üstü ise çalışan hanımların da katıldığı kamelyada en çok konuşulan konunun kahramanları hep kayınvalidelerdir. Siyaset, ekonomi, din, beyazlatmayan deterjanlar, geçim derdi de konuşulur ,bu tür dertlere dair bir umut vardır ama kayınvalidenin düzeleceğine dair hiç kimsenin en küçük umudu yoktur. Bitmesi öngörülmeyen bu dert ile baş edebilmek için kamelya altı terapi gibidir. Eriyen yaşlı kemikleri güneş görsün diye banklardan hiç kalkmayan yaşlı teyzelerin de konusuydu rahmetli kayınvalideleri.  Yaşları yüzyıla yaklaşan bu teyzeler kayınvalidelerinin öldüğünü kabul edememişler, her doğan güneşte  yanı başlarına  kayınvalidelerini de oturtuyorlardı. Evlerini temizlemiş, yemeklerini hazır etmiş ev hanımları kamelyaya  gelince kayınvalide konusu daha bir canlanır çünkü  hepsinin kayınvalidesi hayattadır, gelinlerine çektirecek daha zamanları vardır. Akşam üstü eve girmeden bir soluk almak için kamelyaya uğrayan  çalışan hanımların da derdi vardır kayınvalidelerinden  ama kendilerine yakıştıramazlar ulu orta konuşmayı, önce sessiz kalırlar  sonra  konuşulanlara hak verirler, tecrübe etmişliğin olgunluğu ile baş sallarlar, çalışan  aydın bir kadın olaraktan  kayınvalide konusunda aydınlık bir laf etmek içlerinden gelmez.
Üst katta tek başına yaşayan komşumuzun   kayınvalidesi ise tüm korkunç kayınvalideleri sollamış, kamelyanın birincisi olduğunu  biliyordum ama oğlum ile aynı sınıfta torunu olduğunu bilmiyordum.

Kamelyada sokağım kadınları ile oturup , herkesi  dinlerken,  benim de kamelyam benim de sokağım , buraya aitim diyordum  …. Kayınvalide konusunda hep sessiz kalanlardandım, sessizliğimi derdimin büyüklüğüne verip  gurbet ellerdeki bu komşularını bağırlarına basmışlardı.  Bir gün gafil bir anımda kayınvalidemin beni ne çok sevdiğini söyleyivermişim. Kamelyanın tüm kadınları onlara ihanet etmişim gibi bana baktılar, o an  yabancılaşıverdiğimin farkına vardım.  Kayınvalide sevgisi beni kamelyanın  derdi ile dertlenemeyen  başka memleketin havasından suyundan yapmıştı.

                                                   (66. yaşını kutlayan öğrencileri ile)
 Ev hanımı iken çocuklarını evlendirdikten ( ellisinden) sonra yapmak istediği şeyi yapmaya başlamış, dans öğrenmiş, sertifikalar almış,  gönüllü olarak  dans öğretmeye başlamış, spor salonu olmayan okulların öğrencilerine, huzur evlerine, Alzheimer  hastalarına, zihin engellilere, işitme engellilere, ev hanımlarına, ulaşabildiği her yere her gününü doldurarak hiç durmadan dans ediyor, dans öğretiyor.

 Dün, Dünya Kadınlar günü için  hazırlıklarını bana da atmış, videoyu açtığımda, işini yaparken insanı nasıl bu kadar çok sevebildiğine her defasında şaşıyorum. İnsanları mutlu etme  azmine şaşırıyorum. Yıllardır insanları mutlu etmek için hiç solmayan enerjisine şaşıyorum.



Babaannesinin uzak şehirde olup  her istediğinde görememesini bir eksiklik olarak algılayıp üzülen oğluma
babaanne denildi mi aklına ne  geliyor diye soruyorum ; " gülme ve enerji" geliyor diyerek gülmeye başlıyor.
Ben onun gibi olamam, her gün yaptıklarını aklıma getirdiğimde bile yoruluyorum ama taktir ediyorum,

 Her anıldığında hep gülümseten bir babaanne olmak, değerli bir şey olmalı.




19 Şubat 2019 Salı

Yakın Plan






Bu şehirde çöp arabaları sabahın erken saatlerinde geliyor. Çöp arabasının sesini duyunca hemen mutfak penceresine koşarım, dolu çöp tenekelerinin havaya yükselmesini , havada asılı kalıp  içinin boşalmasını izlerim. Dün  havada asılı çöp tenekelerinden birinden sinek ilacı ya da  saç spreyine benzer silindir bir teneke dışarı  fırladı  yokuş   sokağımızda tangur tungur aşağılara doğru gitti. Yokuşun dik yerlerinde sesini yükselterek hızla ilerlerken,  yokuşun sonunda  başka bir çöp tenekesinin yanında yavaşlayarak   durdu. Çöp tenekesine atılmış iken ait olduğu yerden fırlamış, bir anda  tüm sokağın  duyduğu gördüğü oluvermişti içi boş sprey kutusu. 
Aklıma Yakın plan filminin kahramanı ,Sabzian geldi. 



Yorgun başını dolmuş  penceresine dayamış,  son çalıştığı matbaa atölyesinden   bir kitap elinde,   dalgın dalgın ineceği durağın gelmesini bekleyen Sabzian'a yanında oturan yaşlı bir kadın ; "  elinizdeki kitaba bakabilir miyim? der. Sabzian elindeki kitabı kadına uzatırken, bu kitabın yazarı benim der, kitap size hediyem olsun.   Kitabın yazarı aynı zamanda ülkenin en önemli yönetmenlerinden de biridir. 
 Abbas Kiyarüstemi'nin  " gözbebeğim " dediği Yakın Plan filmi,  gerçek sahnelerin bol olduğu yarı belgesel tarzında çekilmiş. İran' da geçen bu gerçek olayda tüm oyuncular kendi rollerindedir.   İran'ın fakir bir semtinde tek odalı evinde annesi çocukları ve eşi ile oturan Sabzian uzun süredir işsizdir, yoksulluğa  daha fazla dayanamayan karısı evi terk etmiştir. 
Sabzian'ın kendini ünlü bir yönetmen olarak tanıtması onu hapishaneye düşürmüştür. Hapishane ve mahkeme sahneleri gerçektir, geniş açılı bir mercek  ile Sabzian ın sorgu sahneleri çekilmiş, 
  canlı canlı ,kurgusuz olarak izleriz. 
Neden kendini başka biri gibi  tanıttın diye soran hakime bir dolu cevabı vardır Sabzianın ;
başkası gibi davranmak zordu ama hoşuma gitti çünkü bana saygı duydular , beni dinlediler oysa daha önce herkes  beni dinlemekte isteksizdi...
Bana dışarıdan baktığınızda sahtekar, dolandırıcı diyebilirsiniz ama aslında böyle biri değilim, sadece kendim olmaktan yorulmuştum...diye  konuşan Sabzian'ı   utanmış mahcup başı önde yakın çekim kamerasından izleriz.

Her sabah çöp arabalarını izlerken zevk aldığım gibi,   en sevdiğim filmlerden biridir, Yakın Plan filmi .






18 Şubat 2019 Pazartesi

Düttürü Dünya




Sabah kedilerin mamaları için bahçeye indiğimde soğuk ve kömür kokusu  selamlaşıyorum, aç kedileri  sığındıkları yerden çıkartmayan bu soğuk hava ile hiç anlaşamıyorum, sevmiyorum. 


Akşamları dışarı çıkılmıyor bu şehirde, genizleri yakan kömür dumanı  kış boyunca asılı kalıyor havada.
Soğuklar kadar kızmıyorum kömür kokusuna , Gülsüm (Jale Aylanç) kömür bulmuş diye seviniyorum. 

 Dütdüt Memed'in  klarnetinden çıkan    gibi acı bir soğuk var bu şehirde. 






3 Şubat 2019 Pazar

Söğüt Ağacı


Birdenbire bastıran dolu yüzünden  bir giysi mağazasına sığındım, deneme kabinleri önünde bir koltukta beklemeye başladım. Müşterisini sorgulamayan, peşi sıra dolaşmayan  kendi haline bırakan bu geniş mağazada  hiç bir şey almaya niyet etmeden oturduğum yerden dolunun dinmesini bekliyorum.
 "Büyüğünü getir, beli kavuşmadı" diye bağıran bir erkek sesi ile bay deneme kabinlerinin önünde oturduğumun farkına vardım. Bir kadın, erkek pantolonlarına doğru koştu, kucağına bir kaç pantolon alıp kabine yetiştirdi. Kabindeki ses hiç durmadan homurdanıyordu, bu getirdiğin aynısı değil, bunun paçası dar,   diğerinin aynısını bul, getir...Her defasında hiç şevkini bozmadan heyecanla   pantolonlara koşan kadını izlemeye başladım. Gençti, koşturmasına rağmen soluksuz kalmıyor, yüzündeki gülüş kaybolmuyordu. Yüzünde , mutlu insanların rengi vardı.   Karların buzların erimediği bu mevsimde ayağındaki ince yazlık ayakkabı , içine giyilen iki üç kat havlu çorap ile genişlemiş, pardösüsü rengini yok edecek kadar solmuştu. Kabindeki homurtunun beline uygun pantolonu ararken neden bu kadar mutlu, sevinçliydi diye düşünmeye başladım. Belki kocası iş bulmuştu, onun içindi bu pantolon, işsiz kocanın ağırlığı son bulacaktı. Belki ,...
Kadın kucağındaki pantolonları içeri verdi, kabin önünde beklemeye başladı. İçerinin sesi kesilmiş iken etrafına bakındı, yanındaki kocaman boy aynasında kendini görüverdi. Kendini görünce yüzündeki gülüş kayboldu, yüzünün rengi, pardösünün rengine dönüverdi.
Aklıma "Roya " geldi. Mecid Mecidi'nin Söğüt Ağacı filmindeki Yusuf'un eşi , Roya… İlk kez aynada kendini görüyormuş gibi baktığı o sahne.
Roya , görme engelli akademisyen eşi ve küçük kızı ile İran da yaşayan çok mutlu bir kadındır.  Yusuf karısına " melek" diye hitap ediyordu , görmeyen bir kocanın tüm sorumluluğunu üzerine almış, hep gülen  bir kadın melek değil de nedir ki? 
Ama bir gün görmeyen kocanın gözleri açılır. Roya,  gözleri açılan, görmeye başlayan  bir kocanın yine meleği olabilecek midir  ?

Kabin önündeki koltuktan, oturduğum yerden  kalktım, dışarı çıktım, dolu çoktan bitmiş, hiç yağmamış gibi izi bile yoktu. 



30 Ocak 2019 Çarşamba

Kes ( Kerkenez)


Çorum'dan Ankara'ya  giderken yol kenarında  elektrik direkleri üzerinde kerkenezleri gördükçe aklıma "Kes" filmi geldi. 
  Tek yükseltisi elektrik direkleri olan bu bozkır yolunda, gelip geçeni umursamayan kerkenezlerden uzaklaşırken filmin bıraktığı sızıyı hissettim.



İngiltere'de geçen film , adını   bir kerkenezden  alıyordu.
 14 yaşındaki Billy Casper, büyüklerin çürüttüğü  dünyasında  bir kerkenez ile kendini buluyordu. Kes adını verdiği yırtıcı kuş, her engeli aşabileceği bir umut olarak en yakın arkadaşı olmuştu. 
.




Kes filmi    aldığı bir çok ödül ile birlikte 14 yaşına kadar izlenilmesi gereken filmler  arasında yer alıyor.

Filmin yönetmeni Ken Loach ödül aldığı konuşmasında;" bir hikaye anlatacaksan güzel diye değil anlatılması gerektiği için anlatmalısın" diyordu. 

 Şu hayatımda, anlatılması gereken şeylerimin, ne kadar sığ ne kadar gereksiz ve boş şeyler olduğuna böyle filmleri izledikçe farkına varıyorum. 



16 Ocak 2019 Çarşamba

Ben, Daniel Blake



Ben, Daniel Blake filmi, şu soğuk kış günlerinde koltuğa uzanıp küçük mutluluklar aradığımız  o    içimizi ısıtan   filmlerden biri değil.

Sorumluluk sahibi, komşularını çevreyi seven , tüm faturalarını ödemiş, yükümlülüklerini seve seve yerine getiren ,İngiliz vatandaşı olarak yaşlanmış   marangoz Daniel iş yerinde kalp krizi geçirir. Beklenmedik bu hastalık doktorunun verdiği rapora göre bir süre  işini yapmasına engel olacaktır.
Daniel'in başka hiç bir geliri olmadığı için  işsizlik ödeneği alabilmek için sosyal devlet ile verdiği mücadeleyi izliyoruz.

Devletten hak ettiğini alabilme yolunda örümcek ağı gibi bir sistemin içine düşmüştür Daniel. Ağın içinde ilerlemek  Daniel gibi bilgisayar internet nedir hiç bilmeyen birisi için mümkün değildir. Sistem , özelleşmiş bünyesi ile insani değerlere saygısız bir şekilde   yapışkanlı ağlarını uzattıkça uzatmış,  mağdurların kendilerine ulaşmak için çırpınmasını  çırpındıkça kendi kendilerini yok etmesi umudunda...

Onurlu bir insan için sistemin masalarına  sistemin  saygısız cahil empatisiz kaba elemanları ile defalarca oturmaya mahkum olmak işkencelerin en kötüsüdür.
Daniel'in en korktuğu şey, parasızlık yüzünden  kendine olan öz saygısını kaybetmemek iken, kendi gibi işsiz iki çocuğu ile bekar bir anne ile tanışır...


 80 yaşındaki filmin yönetmeni Ken Loach bu filmi ile 2016 Altın Palmiye ödülünü almış, ödül konuşmasında, umutsuzluk döneminden geçtiğimizi, bu umutsuzluktan yararlanmaya çalışanlar olduğu gibi onun gibi yaşlıların umut mesajı göndermesi gerekliliğini belirtmiş ve " başka bir dünya mümkün" diyerek filmi armağan etmiş. ( Ken Loach tüm filmlerini herkes bedava izleyebilsin diye yotube koymuş)

Ben filmden çok etkilendim, filmi izlediyseniz yorumlarınızı merak ediyorum...
 





10 Ocak 2019 Perşembe

Hey Garson!




 Bu karda kışta dondurucu soğuklarda Murat Sevinç'in  "Hey Garson! adlı kitabı  cumartesi sabahı  Çorum'a geldi. Tüm aile kahvaltı sofrasında iken yeni gelmiş kitaba da bir sandalye çektik, kitap konuştu biz dinledik.  Güldük, hüzünlendik, şaşırdık, düşündük. 
Oğlum kitabı sonuna kadar dinledikten sonra" ben de garsonluk anılarımı yazacağım" diyerek odasına kapandı. 
Kitabın yazarı, çok sevdiği üniversitesine asistan olabilme hayali kuruyordu, hayaline kavuşabilmek için   hiç bilmediği bir ülkeye  gitmesi gerekiyordu. Dil öğrenip, ülkesine dönüp mesleğini ele alabilmesi için verdiği çabanın içinde garsonluk yapmak da  vardı.   
Oğlum da garsonluk yapmıştı geçen yaz tatilinde, hayalindeki ," markalı cep telefonunu" elde edebilmek için.
Oğlunun hayallerini önemseyen bir anne olduğumu sanıyordum. Kendine ait hayalleri için müzelere, tiyatrolara götürdüm, müzik aletleri aldım, baş ucunda okuyacağım kitaplar aldım, beyaz tuvaller aldım, renkli boyalar  ,   kendi gözünün gördükleri  için fotoğraf makinası aldım,  küçük bir radyo aldım, kulaklık aldım, mikroskop aldım, odasının duvarına  dünya haritası aldım küçük gemiler yaptık, içine hayallerini yazdı,  köyümüzden geçen Kızılırmak'a saldık. Hayallerinin arkasında  annen var,  hep sana destek olacak diyerekten yüreklendirmelerime , " tek hayalim cep telefonu" dediğinde ne halin varsa gör dedim, bir kuruş vermem  dedim... Küçük gördüm hayalini. Onun yaşındaki kendimin hayalleri ile kıyasladım. Onun yaşındayken hayal dünyasında yaşıyormuşum, hiç kimsenin umurunda değildi hayal kurmam, sobanın başına geçip uzun uzun yanan ateşe neden  baktığımı, yorganın altına el feneri ile girdiğimi, pencereye konan kuşların bana bir şey söylemek istedikleri için geldiklerini, bahçedeki kayısı ağaçlarının gece olunca  canlandığını,  uzak diye gitmeme izin verilmeyen arka mahallede duvarları şekerden bahçe çitleri çikolatalardan evler olduğunu, mavi pelerinli prensin kül kedisini değil  beni aradığını hiç kimse bilmezdi. Ne çocukça ne saçma geliyor şimdi, her şeye inanan bir çocuklukmuş, şimdiki çocuklar başka ama sadece bir cep telefonu hayali çok acı geliyordu bana. 
Hayalim, Kızılırmak'tan Karadeniz'e ulaştı ama sizden hayır yok diyen oğlum geçen yaz on iki yaşında iken bir dönerci lokantasında garsonluk yapmaya gitti.
Tüm yaz garsonluk yapması, hayalini gerçek yapmaya yetmedi, onca çalışmanın cep telefonu alacak kadar para kazandırmadığını, sildiği masayı beğenmeyenleri, kırdığı bardakların acısını, hor bakan gözleri,   gördü.  Masaya oturanlar ile ayakta bekleyenlerin arasındaki mesafeyi ölçtü. Bazıları için bu mesafe çok büyük iken hayal kurabilenler için çok daha yakın olduğunu anladı.  
Çocukları kendilerine bırakmanın ne kadar önemli olduğunu hor gördüğüm cep telefonu hayali ile başladığı  garsonluk tecrübelerinden anladım. 
Bir çocuğun garsonluk anılarını  canlandırıp  yazma ilhamı verdiği için teşekkür ederim "Hey Garson".
  

(   kitap - kedi fotoğrafı için   , istediğim güzel köşelere  gelmedi, kalorifer üzerinden  indiremedim, neden rahatımı bozuyorsun bakışı ile )

6 Ocak 2019 Pazar

Daha güzel bir hayat


İzlediğimde köyümü köyümde kalanları, dedemi hatırladığım bir belgesel, Daha güzel bir Hayat.
https://www.youtube.com/watch?v=78pUYInilGQ
Kocaman evinde tek başına yaşayan Rasim Amca'nın zurna çalması, çocuklarına otobüs altında kabak yollayanlar, tek başına sofraya oturanlar, köyün her türlü sıkıntısına rağmen  şehrin eziyetine katılmayanların hayatı...

Jale'nin battaniyesi


 Yüzünü hiç görmediğim Jale , yazılarımdan beri beni çok sevdiğini söyleyerek  o günün  akşamında kocaman bir kutu yollamış, kutunun içinden günlerce yememize rağmen bitmeyen çikolatalar, kitaplar, kocaman bir battaniye çıkmıştı. Hastalığım boyunca bu battaniyeye sarıldım. Hep seni düşünerek ördüm diyerek yollamıştı. Battaniyeyi oluşturan motifleri saydım, 64 taneydi, bir motif bir günde tamamlansa 64 gün beni anmış, benimleydi. Jale ve bir dolu blog arkadaşım hepsi çok mutlu kılıyordu beni (yolladıkları hediyeleri yazılarıma taşımamakla hata mı yapıyordum bilemiyorum ama  bloğuma koyarsam beklenti içinde olma ihtimali belirir ve bu durum beni çok üzer, utandırırdı, hiç birine layığı gibi karşılık gönderemiyordum.)  Bu yazımın konusu neden hep mutsuzsun neden mutsuzluğu kendine çekiyorsun diye yanlış zanna kapılanlara cevap vermek için  Jale'nin hediyesini açık etmem zaruri oldu. Yalnızlığa övgüler düzsem de her gün konuştuğum dostlarım vardı. Çok utanarak yazıyorum ki  tüm güzellikler beni buluyordu.
Beni çok seven, harika çevremde huzurlu, mutlu, umut dolu olmam nedeniyle haksızlığa hüzne kötü anılara gerçek hayatımda aslında uzağım. ( bu dünyada neye ne kadar uzak olduğuna emin olan insan aptal olmalı, buz üstünde yürümek gibi kaderimiz). 
 Neden hep hüzün kahır haksızlık yazıları yazıyorum, oysa mutluluk yazıları yazmaya bu kadar yakın iken. Neden yılbaşı gününde sınıfında hediye alamamış tek çocuğu , arka sıralara oturtulmuşları, sinemaya götürülmeyen zayıf notluları, sevginin, arkadaşlığın , birincilik kadar değer görülmediği sınıfları neden yazıyorum, bilmiyorum, şimdi yazarak belki nedenini bulabilirim...
Uzakta bozkırları gören pencereme oturup dışarı bakıyorum, mutlu olmayı hak eden gerçek insanların dışarıda olduğunu düşünerek, sokağımdan geçenlere bakıyorum. Servis içindeki insanları, tüm gün istemedikleri işlerde çalışmaya mecbur olanları, okul duvarları arasına sıkıştırılıp yarıştırılan çocukları, bağırmak zorunda kalan öğretmenleri, burun kıvrılan bir üniversitenin iş arayan gencini, dört çocuklu karşı komşumun mülteciliğini , her sabah ve akşam farklı farklı çocukların çöpleri karıştırdığını, karda kışta üşüyen aç köpekleri, annesi ölen yavru kedilerimi, eşini kaybeden komşumun yalnızlığını, arkasından itilmedikçe çalışmayan turuncu renonun hurdacıya gideceği günü,  sapsarı gagalarından içli içli öten kara tavukların kırlangıçların artık neden gelmediğini, şehre özgün mimarilerde  iki  katlı, tek katlı  evlerin yıkıldığını,bahçelerindeki meyve ağaçlarının kesilip hep aynı tip apartmanlar dikildiğini görmem ve yazmam "hep beni mi buluyor" ya da " benim karamsarlığımın tezahürü mü?"
Mutlu mesut penceremde otururken   yaşlı bir kadının şalvarının beline sardığı bıçağı çıkarıp çöpe atılan çekyatı parçalayıp yakacak olarak evine sürüklemesi  beni rahatsız etmemeli mi ?
Penceremden dışarı baktığımda  gördüğüm her şey  kendim oluveriyor. Bunları yazmazsam  jeepli annenin duyarsızlığına kapılmış olurum diye düşünüyorum.  
Birazdan klavye başından kalkıp akşam yemeği hazırlayacağım, aklımda bulgur pilavı var, yanına ne yapacağıma karar vermedim. Bulguru bir tepsiye döküp  içindeki taşları ayıklayacağım.  Bir kaç taş bulup bulgurdan ayırıp atacağım. Mutluluk,  bulgur içindeki bir kaç taş tanesi gibi , çok olan hüznün acının içine karışmış.. Hayatta gerçek olan apaçık görünen ve çok olan  şey acıdır, hüzündür diyerek yemeğimi hazırlayacağım . Hepimiz acılarımızdan hüzünlerimizden yemekler yapıyor, karnımızı doyuyoruz. Gerçek her gün penceremde görünüyor iken benim şahsi mutluluğumdan kime ne, benim mutluluğum  biçare ,anlamsız,  gafil kalmaz mı... Aslında herkesin penceresinden "gerçek geçiyor" ama görmeye, görse de yazmaya konuşmaya gerek görmüyor. Böylesi mi  doğru bilemiyorum.  Herkesin penceresinden görüneni yazmaya çalışmak "kötülüğü çağırmak mı" oluyor? 
Mutlu mesut renkli kahkahalı özgüvenli, kendini seven, kendini güzel bulan, tuttuğunu koparan, gezdiğini yediğini giydiğini yazan,okuyana ilham veren   mutluluk  başarı hikayeleri ile dolu yazdıkları ile kitap bile çıkaran bloglardan biri "on yıldır "olamadım, olamayacağım. Dünya zaten kötü içimizi karatmayan şeyler görelim okuyalım diye sayfama uğrayan zaten yok ama rast gelirse iç karartıcı yazılarıma "hep acılar seni mi buluyor, seni mi çekiyor" diye  yorumlar yazmanız çok gereksiz , gerekçesiz. Beni bulmuyor acılar, penceremin önünden her gün geçiyorlar, yazmadıkça yok olacaklarını bilsem, her gün mutluluğumu ifşa etmekten utanmazdım. Haksızlığı, düşüncesizliği, bencilliği, acımasızlığı, yıkılanı, gelmeyeni, yokluğu , mutlu anlardan daha çok yazmaya değer görmem benim hiç okunmayan okunmak istemeyen bir blog yapsa da başka türlüsüne aklım ermiyor. Kötü olanı gördükçe iyi olmaya bileniyorum. İyi olsaydım kötülükleri görmezdi gözüm, yazarak iyileşmeye çalışıyorumdur belki de. 
Hep mutlu olmuş hep sevilmiş ama hep kötüyü yazan biri olarak belki de arayış içindeyimdir. Şimdilik bildiğim şeylerden biri "mutluluk" bir hayatın gerçeği olamayak kadar azdır, yalandır. İnstegramlarda, facebooklarda görünen şeyler benim penceremde görünmüyor, neden görünmüyor diye  yorum yapmayın, bırakın kendi penceremden gördüklerimi yazarak anlamaya çalışayım, gördüklerimin hakkını vermeye çalışayım. 
Yazdığım konularda "hüzün" arama zorlayışı mı hissediliyor, bu benim  kötü yazdığım anlamına gelir, penceremdeki gerçeğe saygısızlık olur ki, bir gün hakkıyla yazabilme umudunu hiç kaybetmiyorum. Bu tür yorumlarda hep kötü yazdığımı düşünüyorum, gördüğüm gerçeğe saygısızlık yaptığımı düşünüyorum...Yazılarım,Jale'nin gönderdiği battaniye gibi olabilsin  diye uğraşıyorum. 
  

(Hiç görmediğim yazılarıma hiç yorum yazmayan hakkında hiç bir şey bilmediğim, kendini hiç anlatmayan  Jale, aylarca bana diye ördüğün battaniyeye baktıkça , hiç kimselere açmadığın anlatmadığın cümlelerini  görmeye  , ilmek ilmek iç döküşlerini okumaya çalışıyorum, gönderdiğin şeye sarınıp ısınıyorum. Gönderdiğin   örgü kitaplarına bakıyorum, senin gibi olabilmeyi umut ederek öğrenmeye çalışıyorum, elimden gönlümden çıkan şeylerin senin yolladıkların gibi olsun, bloğuma gelen görsün  düşünsün, anlamaya çalışsın, sonra umudu hissetsin, ısınsın , teşekkür ederim Jale.) 

( Aslında yeni yılın ilk yazısı olarak boynundan yaralanmış, vücudu parça parça ısırıklar ile dolu, Nüket'in bulduğu yavru bir kediye sahip arama yazısı olacaktı, tüm kötülükleri kendine çekiyorsunculara   o kadar içerlemişim ki, nefsim, yaralı bir kedinin önüne geçiverdi)  


  



28 Aralık 2018 Cuma

jeepli anne



Yeni yıla girmeye dakikalar var, battaniye altında ısınamayan  vücudumda  titreme, ateşim var.
  Hava çok soğuk, haftalardır.  Kaldırımlar, ara sokaklar buz pisti gibi.
Sokağın karşısındaki bakkal dışında, her  ihtiyaç için dışarı çıkmayı  ertelesek de, 
yılbaşı çekilişinde çıkan  arkadaşı için hediye almaya çıkıyoruz.  Hediyeyi internetten almak  istemiyor, en son kargodan gelen kitaplar hasarlı çıkmıştı, " ya yine ezik kıvrılmış kitap gelirse nasıl hediye ederdi  arkadaşına!
Üst üste giyiniyoruz, paltolarımızın fermuarı zor kapanıyor. Şehrin biraz dışında yüksek bir tepenin üstünde oturuyoruz, otobüse kadar yürümemiz gereken  yokuş aşağı bir yol var. Birbirimize tutunarak  küçük temkinli adımlarla ışıl ışıl parlayan kaldırımda yürüyoruz.
Mahallemizin yavru kedileri hayatlarında ilk kez kar görmenin şaşkınlığındalar. Ceplerimizdeki sosisleri çıkarıp önlerine atıyoruz. Sosisler karın içinde kayboluyor.
Yokuş aşağının sonuna doğru gelmiş iken   buzu unuttuğum bir anlık gafilliğimde   ayağım kayıp, sırt üstü kaldırıma yapışıyorum. Kahkahalarımız ıssız sokağı inletiyor. Güle oynaya yerden kalkabildiğim için  şükrederken paltomun fermuarının daha fazla basınca dayanamamış patlamış olduğunu fark ediyorum (fermuarın bozulması hastalığımın vesilesi oluyor:). 
  Arkadaşının hangi tür kitapları sevdiğini soruşturmuş olduğundan  gönlüne sinen, en güzel kitabı almanın sevinci ile eve geliyoruz. Kitapçının yaptığı hediye paketi gözüne hoş görünmüyor, kendince daha güzelini yapıp ertesi gün vermek üzere okul çantasına koyuyor. Yarın  hediyeleşme günü diye çok heyecanlanıyor. 
Akşam, hediye aldığı arkadaşı arıyor, " kitap filan istemiyormuş, para istiyormuş, yeni bir bilgisayar oyunu için, çaktırmadan hediye paketinin içine para koy diyor". 
Senenin son gününün akşamında okul servisini pencerede bekleyemiyorum, hastayım yatıyorum. Çantasını paltosunu çıkarıp ateşimi ölçüyor, boşalan bardağıma su dolduruyor. Başımda sessizce oturuyor, çantasından  hediyesini çıkarıp göstermiyor. Babası geliyor, yemek hazırlamak için beraber mutfağa gidiyorlar.
Mutfaktan gelen seslere, fısıltılı konuşmalara zonklayan kulağımı kabartıyorum. Gıcırdayarak  açılan dolaplar, masaya konan tabaklar, birbirine değen çatal kaşıkları uzaktan dinlemek garibime gidiyor.
Bana hediye almamış, baba.
Öğretmen neden almadın diye sorduğunda,
annesi kendine yeni jeep almış, buzlar çözülünceye kadar sürmek istemiyormuş, internetten de sipariş vermek istememiş, borçları varmış...


Dışarıdan gelen   seslere kulağımı kapatabileceğim bir kaç dakika için , ateşli başımı battaniyenin altına sokuyorum.

Eskimiş bir yılın son gününde eskimiş dolap kapılarımın  gıcırtısı büyüyor, yakınlaşıyor, battaniye altına ,koynuma geliyor, sarılıyorum.    







21 Aralık 2018 Cuma

Çürümek



Ağacın en tepesinde iki iri elmaydılar.
Ulaşmak için  merdiven dayadım ağaca. Basamak basamak yükseldim. En güzel ışığı alan bir dalda en güzel manzarada büyümüş olduklarını fark ettim. Yanlarına varınca, birbirlerini çürütmüş olduklarını gördüm.

19 Aralık 2018 Çarşamba

Rüya gibi bir yaz...


Soğuk karanlık bu kış günlerinde geçen yazı hatırlıyorum. 
Elma ağaçları önce  kocaman pembe çiçek açtılar . Domates fideleri diktim, elmaların çiçek dökme vaktinde. Kaz yavruları  kara lahanayı çok sevdiler, pembe mavi şişme havuzun içindeki sudan  korktular.
 Elma ağaçlarının altında kitap okurken kaz yavruları ile beraber uykulara daldım. Elmalar, domatesler büyüdü. Kazlar şişme havuzdan çıkıp göle açıldılar. Elmalardan pekmez, domateslerden salça yaptım. Kazlar büyümesin istedim,
   bir adam gelip aldı, hepsini. Kara lahanaları söktüm, adamın peşine verdim. 

















18 Aralık 2018 Salı

Mutfak penceresinden görünen

Mutfak pencerem  eski bir apartmanının üçünü katına bakıyor.  Perdelerini çekmediği günlerde  üçüncü katta yaşayan yalnız kadını izliyorum.  Geçen sene bizim sokakta dört cenaze arabası görünmüştü, bir tanesi Nermin hanımın kocası içindi . Rahmetli  üç çeşit kansere yakalanmış, yenmiş,   en sonunda Alzheimer hastalığından vefat etmişti. 
  Başsağlığına gittiğim gün, eşinin bir gün önce öldüğü gündü.     İki elini yumruk yapmış, göğsünü yumrukluyordu. Morarmış dudaklarına dişlerini geçirmiş, bir sağ yumruğunu bir sol yumruğunu sıra ile göğsüne vuruyordu. Başsağlığına gelen herkes kadını kınıyordu, bu hali bir  isyandı, Allah'ın gücüne giderdi, "çok çekti" "  kurtuldu ", "yerinde rahat etsin", demek varken, dövünmesinin hiç bir izahı yoktu...
Komşular gibi ben de şaşkındım,sanki gencecik körpe bir aşık gibiydi, altmış yaşında var mı yok mu diye karar veremediğim  Nermin Hanım.
Çeşit çeşit ağır hastalıklar süreçleri sonrasında hiç bir şey hatırlamayacak kadar uzaklaşmış bir eşi kaybetmek bu kadar mı acı verirdi? 
Nermin Hanım başka bir dünyadaydı, ne burada, ne de çok sevdiğinin yanında...Çektiği acı bu kalabalığa çok yabancı. Parasızlığın ,hastalığın, yılların  eskitemediği  sevgisi ve onun uğurlanışı başsağlığına gelenlere çok yabancıydı.   

  Kadın , atan  kalbini durdurmak için ya da  bir gün önce ölen kalbi canlandırmak için yumruklarını kalbine kalbine  vuruyordu, sanki...
Kocasını köyüne gömdüremedi. Nermin Hanım'ın babası zengindi köyün de  muhtarıydı kızını adı sanı anası babası olmayan üstsüz başsız kimsesiz bir yanaşmaya öldürseler vermezdi ama büyük sözü dinlememiş  evden kaçmış bir evladı red etmekle cezaların en hafifini vermişti. Zaman her acıyı hafifletirken kız evladın isyanı için zaman başka işlemiş, hiç ilerlememiş , isyan anında takılıp kalmıştı. 
 Nermin Hanım kocasını şehir kabristanına  gömdü.   Sonra bir yufkacıda çalışmaya başladı, sabah yedide dev bir saçın  başına geçiyor, akşam dokuza kadar hiç oturmadan saç üzerindeki yufka ekmekleri çeviriyordu.   Eşine en güzel en pahalı mezarı yaptırtmak için  para biriktiriyordu. 
Ne gereği var diyenlere çok kızıyordu, gözleri bıçak gibi oluyor, kıtır kıtır kesecek gibi bakıyordu.
Bir mezarcı buldu, öğrenmeye başladı,
mezar yapımına başlanabilmesi için gerekli bir süre varmış, toprağın oturması için en az bir sene beklenilmesi gerekiyormuş. Kocasının toprağı mezar yapımına elverişli hale gelinceye kadar yufka çevirerek para biriktirdi. Mezar yapımı için uygun vakit yaklaştığında ise mermer taşlarını araştırmaya başladı. Görkemli bir mezar için parası  fazlasıyla yetiyordu ama belediyenin kuralları vardı.  Tüm mezarlar bir standartta olacaktı , yerden yüksekliğinden rengine kadar her detayı ile belirlenmişti ve herkesin uyması zorunluydu.
(Çorum Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü, Belediye Meclisi’nin aldığı yeni bir kararla kentte bulunan Ulu, Çiftlik ve Hıdırlık mezarlıklarında yeni bir uygulama başlattı. Vatandaşların gelişi güzel iki üç katlı mermer mezarlar ve demir çubuklarla çevrili mezarlar yapmaları, belediye meclisinin almış olduğu karar ile yasaklandı. Belediye, 250 lira masraflı tek tip mezarlar ile bu duruma bir standart getirdi." ( https://www.haberler.com/corum-da-tek-tip-mezar-uygulamasi-3646118-haberi/))
 Kuralın koyulduğu günden sonra Nermin Hanım şahin kesildi, her yeni yapılan mezardan  haberi vardı, gözüne hoş görünen standart mezarın  mermerine dokunuyor, beyazın hangi tonu , nerede yaptırılmış diye sahiplerini gözetliyordu.  Köyünde gönlünce mezar yaptıramadığı için de babasına    her zamankinden daha çok bileniyordu. 
  Vakti gelmeden yapılan mezar taşlarının çatladığını, göçtüğünü öğreniyor, senesini sabırla bekliyordu. 
Geçen hafta akşam yemeği hazırlamak için mutfaktayken karşı penceredeki huzursuzluğu hissettim.  Buz gibi soğuk havada penceresini sonuna kadar açmış,  dönüp duruyor, bir oturup bir kalkıyordu. 
Yanına gittim. Elinde bir taş vardı.  Kabristandan yeni gelmişti, gördüklerine inanamıyordu, nasıl anlatacak nereden başlayacak bilemiyordu, tir tir titriyordu.  Yeni yapılan bir mezar görmüş, standarttan  farklıymış, karışı ile ölçmüş, mezar yüksekliği olması gerekenden iki karış daha yüksekmiş. 
Sakinleştirmeye çalıştım, yanlış ölçmüşsündür, yanılmışsındır, dememe fırsat vermedi, mezarcı da benim gibi demeye getirmiş , adamı  kolundan tutup mezarın başına götürmüş, ölç demiş.. Mezarı gören bekçi ne demiş?
Ne demiş? diye ateş saçan gözlerine bakıyorum.
Teyzeciğim, bu B....ların mezarı, adlarını hiç duymadın mı, onlar buranın en zengini, o kadarcık yükseklik olsun demiş.
Benim  mermerimde bu yükseklikte olacak demiş, Nermin Hanım. Adam sakinleştirmeye kalkışmış, "teyzeciğim ne lüzumsuz işler ile uğraşıyorsun, ölüne dua et, sadaka ver, ne yapacak rahmetli bir karış daha yüksek mermerli mezarı"...
Nermin Hanım  eğilmiş yerden bir taş almış, havaya kaldırmış, benim  mermerimde bu yükseklikte olacak demiş, olmaz diyenin alnını yararım.
Elindeki taşa baktım, tırnakları gömülmüş gibi, bırakmıyor. 

Sakinleşsin diye hiç tanımadığım rahmetli kocasını sordum, nasıl biriydi de bu kadar gözü kararmıştı Nermin Hanı'mın . Kalktı bir odaya gitti, kucağında  bir küfe ile yanıma geldi, hazine sandığını açar gibi eskimiş kararmış, küfenin içindekileri çıkarmaya başladı. Defterler, kağıtlar ile doldu kucağım, "hepsini aç oku "diyerekten. Okumaya başladım, aşk dizeleri, aşk manileri, aşk ile ağlayışlar, yakarışlar...

Eğer bu hikayeyi ben yazsaydım, hikayenin burasında küfenin içine aşk dolu defterler koymazdım, kimseyi inandıramam diye...
Eğer bu bir film olsaydı, aşk dolu küfeyi  gördüğüm anda, senaryocu gerçeklikten uzaklaşmış derdim. Ama "gerçek" bazen öyle geliveriyor ki, inanıp inanmamak arasında kalıveriyor insan. Nermin Hanım'ı ,  elindeki taşı unutup , gülüyorum. 
Sırtında küfesi üst katlara kömür taşırken, aynı zamanda sevgilisine şiir yazıyor, her çıktığı merdiven bir mısra , küfesini boşaltıp inmesi nakarat olmuş. Elinin karası ile yazmış. Her gördüğü güzel şeyi sevgilisine adamış, dize dize... 
Beraber yaşadıkları her günde birbirlerini sevmekten  daha değerli bir şey   görmemiş gözleri. Eşi her gün bir deniz yaratmış onun için, yaşadığı bozkırı hiç görmemiş kadın.    Eşi her gün daha çok sevmiş onu, her yeni günde daha çok sevilmiş, kadın. 
  Hiç kimse görmedi onu, gören ise hor gördü , dedi Nermin Hanım. Şimdi , herkesin göreceği , görenin saygı ile bakacağı, bir mezar  istemem, saçma , gereksiz öyle mi!  En zengini en büyüğü  nasıl  yatıyorsa kocamda  aynı şekilde yatacak, dedi.   Taşı havaya kaldırdı, "yatıracağım",dedi Nermin Hanım.  

Eve döndüm, akşam yemeğini hazırlamaya kaldığım yerden devam ederken üçüncü katın solgun ışığına bakıyorum. Bu yeni şehirde, yeni evimde  kitaplar okuyorum, filmler izliyorum, müzelere gidiyorum, kuralları önemsiyor, sokaktaki hayvanları besliyorum, çiçeklerimi suluyor, yolda selam veriyor, gülüyorum. Bunları yaparken bir menfaat gözetlediğimi hissediyorum,  iyi  olmaya çalışırsam gerçeğe yaklaşabilme umudu taşıyorum.  Hiç yaklaşamadım, yaklaştığımı sandıkça bencilliğimi gördüm. Oysa  bu yeni şehirde, mutfak penceremden beri her gün   aradığım şeyi  izlediğimi fark ettim.
 Gerçek olan" sevmek" miş, bir taşa tırnaklarını geçirir gibi sevebilmekmiş.  Dünyanın tüm ağırlığını bir küfe ile sırtlanmışken, sevdikçe hafiflemekmiş.  Umulmadık bir yerde özgürce korkusuzca  sevmek, gerçekten yaşamakmış...









10 Aralık 2018 Pazartesi

Kendine ait bir köşe

Bu masa bu menekşe bu bilgisayar duvardaki bu çerçeveler ile kendime ait bir köşem var, artık.


Bu masayı kuzenim yapmıştı, benim için. 
Köyde ilkokulu bitirince  hızarcının yanına çırak verilmişti. Çalıştığı atölyeye  gelen her ağaçtan kazık yapılıyordu, kavak,  meşe ,ceviz ayırt edilmeden.  O sıralarda  üniversiteyi kazandığım için ,ıskartaya çıkan kazıklardan gizli gizli bana çalışma masası yapmış, hediye etmişti. İlkokulu bitirmiş adını yazamıyor, okuyamıyor diye dalga geçilen kuzenim, çocuk yaşında bu masayı tek başına yapabilmişti. Masanın hassas noktaları vardı  aniden devrilebilirdi, altında kalan kolu bacağı kırabilecek ağırlıktaydı. Masanın hassas noktalarını uzun uzun tecrübe ettim, yirmi yıldır herkese uzak bana yakın oldu. 
Çalıştığı şirket Nüket'e yeni bir bilgisayar vermiş, emektarını bana yollamak istedi, kendine ait bir odan kendine ait bir bilgisayarın olsun diyerek. Bu bilgisayarın arkadaşlığında karanlık gecelerde uzun uzun yazmış, kelime kelime canlandırmıştı ünlü dizilerini. Masamın üzerine koydum Nüket'in bilgisayarını.
Bu menekşe hasta ziyaretime gelen bir ziyaretçi ile geldi. Menekşeler, çiçekler içinde en uzak durduğumdu,  hassas, küstümcü, yerini beğenmezci diye aklımda kalmışlardı. Susuzluğa, ışıksızlığa, sevgisizliğe aldırmadan büyüdü, kocaman çiçekler açtı, inadına. Yıllarca inadından geri dönmedi, yıllardır rengarenk...Sabahları pencere kenarına akşamları masamın üstüme koydum.
Bu duvarda üç çivi çakılıydı yan yana, bizden önceki kiracılar çakmışlardı. Boya badana yaptırmadan taşındığımız için o hasarlı yerlere çerçevelerimi astım. Hepsi kardeşimin hediyesi.
Kendime ait bir oda imkansız derken kendime ait bir köşe kendiliğinden oluşuvermişti.





5 Aralık 2018 Çarşamba

Müslüm'e neden gidemedim ?

Müslüm filmine gidenlere ilimizdeki üç sinema salonu  yetişemiyor, seans üstüne seanslar yoğun talebe karşılık vermekte güçlük çekiyorlar. Altın günlerini feda edip gelen ev hanımlarından, okul asanlara, esnafına, doktoruna , mühendisine kadar her kesimi kendine çekebilmiş bu filme lise arkadaşım Yeliz yüzünden gidemedim. 
 Yıllar sonra lise arkadaşımı arayıp bulan bendim, oysa. Yalnızlığımın en sefil bir anında onu aramaya başlamıştım. Bir feys hesabı açtım, sıra arkadaşlarımı arattım. Bir sırada üç kişi oturuyorduk, Funda'yı bulamadım Yeliz'i buldum. 


 Yeliz'in zaman tüneline baktım.  Beş yüze yakın arkadaşı olup, her paylaşımı yüzlerce beğeni almış, ofiste kahvesini içerken, boğaz manzaralı iş toplantılarında, balkonunda parti verirken     ...  Dalış kursuna yazılmış, su altı fotoğrafları çekmiş, Küba'da puro içmiş, İtalya'da gondola binmiş, Portekiz'de doğum gününü kutlamış, suşiyi Tokyo'da yemiş. Cadılar bayramında cadı olmuş.  Her selfisinin arkasından beri gülümseyen  arkadaş ordusunu inceledim, bunların içine yalnızlığın verdiği çaresizlik ile atlamak istedim. Hiç yurt dışı görmemişliğimi, suşinin tadını bilmediğimi, selfi özelliği olmayan telefonumu nerden göreceklerdi,  arkadaşlık teklifi ettim,  kabul etti. 
Onun son yirmi yılda neler yaptığını anlatmasına gerek yoktu, görünüyordu, ben son yirmi yılımı bir kaç cümle ile anlattım.  Son olarak artık Çorum'da yaşadığımı  mesaj kutusuna yazdığımda,  " sıkılmıyor musun" dedi. 
Sonra instegram ve bir dolu hesap ismi verdi, buralardan da onu takip edebilmem için.  Oysa feysten beri onu takip etmeye bir kaç gün dayanabilmiştim, yalnızlığın verdiği körlüğüm kaybolmuş, kendime gelmiş,   feys hesabımı kapatmıştım.
  Hesabı kapatmamak için bir kaç gün direndim.
Paylaşılan mutlu bir fotoğrafa neden bakmak istemiyordum, altına kalp tıklamak neden  zor geliyordu. Egoist miyim, kıskanç mıyım,  kendi ile barışık biri  değil miyim?
 Açık bir yüreklilikle onu  hiç bir hesaptan takip edemeyeceğimi kendime has uslubum ile yazınca,  ansızın ortaya çıkıp hemen kaybolmaya çalışan lise arkadaşı ilgisini çekti, telefon ile mesajlaşacak kadar beni özeline  aldı. Herkese telefonunu vermezdi. 
İşinden eve dönerken tıkanmış İstanbul trafiğinde beni aramaya başladı. Son okuduğu kitabı anlatırdı, son gittiği konseri, ne harika bir kitaptı, ne harika bir sesti, trafik açılıncaya kadar ..
 Vatsabıma selfi çektirdiği yazarları atardı konser alanından canlı video parçalarını  bana özel yollardı. 
Gündemde olanları tahlil ederdi, bence diye başlardı. 


 Ama  bana özel,  bu paylaşımlarında  art niyet arayacak kadar kötü ruhluydum.
 Çorum'daki bir ev hanımına   iyilik yapıyor gibi hissettiriyordu, görmek için çırpındığımı sanıyor üzülüyor, rüyamda bile  göremeyeceğimi sandığı şeyleri bana trafik sıkıştığında lütfediyordu. 
 Her  şeye yakın olduğunu her an bana hissettirme çabasının altında ne yatıyordu? Konserlerin her türlüsüne , sarılacak kadar yazarlara, yakındı. Sanatsal şeylere kolay ulaşabilir olması onu sanat eleştirmeni yapmış, her şeyden  uzak kalmış, kurumuş çatlamış toprağıma su dökerek iyilik yapmasında  art niyet arıyordum. 
Bozkırın ortasına sanat edebiyat ulaştırmak gibi yüce bir misyon edinmişti. Baştan belli değil miydi girmek istediğim denizin rengi, şimdi neden burun kıvırıyordum.  
(Fundayı bulabilseydim diye iç geçiriyorum. Yeliz, öğretmen çocuğuydu, çalışkan, kurallara uyandı Ama Funda.... babası  yoktu, tek doğru kendi doğrusuydu, herkesin çekindiği  korktuğu şeyde, o  korkulan şeye gözlerini kısar etli dudaklarını yalayarak bakardı. İki örgü kuralına bir Funda baş kaldırmıştı. Her sabah okul kapısında cetveli ile teftişe duran müdür yardımcısı  at kuyruklu Funda'yı dize getirmek için dövme sövme dışında daha ne yapabilirdi ki. Bir  sabah okul kapısında Funda'nın tepeden at kuyruğu avuçlanıp kökünden kesilmişti. Saçları zorla kesilirken  hiç direnmemiş, ağlamamış, yalvarmamış, uzun uzun dudaklarını  yalamıştı.  )
Yeliz hiç değişmemiş   iki örgülü Yeliz'di ,çalışılması gerekiliyorsa çalışılacaktı , sosyal medya varsa   kullanılacaktı,  takip isteyen gündem takip edilecekti, modası geçinceye kadar her şeyi  kendince yorumlayacaktı. 
Müslim filmi vizyona girer girmez  izlemiş, tüm hesaplarında  paylaşmıştı,  hesaplara uzak olan benim için özel olarak  nasıl  harika bir film olduğunu boğaz trafiğinde arabasının içinden beri o kadar çok anlattı ki gitmiş gibi olmuştum yine de mutlaka gidip görmem konusunda ısrarcıydı...Telefondaki sesi  "hariiikaaa film " diye çınladıkça, Funda gibi gözlerimi kıstığımı görmüyordu. 


   Ahlat Ağacı, Çorum'a gelmedi diye Ankara'ya otobüs bileti alarak  gitmiştim.   Aynı tarihlerde Ankara'da  gösterime giren Bergman filmleri nden , Yaban çilekleri'niPersona'yıGüz Sonatı nı sinemada izleme şansına erişmiştim.  Yeliz'in hissettiği gibi aslında Çorumlu bir ev hanımı olarak  o kadar uzak değilim işte,  ben de izlediğim filmler hakkında konuşmayı isterdim ama " Çorum'da yaşamaktan sıkılmıyor musun diye sorduğu gibi "bu filmleri izlemekten sıkılmıyor musun" diyeceğini  artık biliyordum. 

Özür dilerim, Yeliz sırf sen harika film dedin diye

alt sokağımda oynamaya devam eden Müslüm'e gitmiyorum.  Senin sosyal hesapların gibi renkli janjanlı, heyecanlı, hızlı hızlı  değişen , bir güldüren bir ağlatan,  çağıran, sevilmeye, taktir edilmeye, beğenmeye zorlanan şeylere, filmlere harika diyemiyorum.
 Hiç kimsenin sesinin işitilmediği,  seyircisini boşluğa atan  filmleri seviyorum,  uzak sessiz tek başınalığı hatırlatan filmleri seviyorum, Çorum gibi...
 Bu yazıdan  kendime çıkardığım öğüt; "çok sevdiğim yalnızlığıma ihanet edip feysten arkadaş ararsam, karşına ,  mutlaka Yelizler çıkar".






                       




.