Müslüm filmine gidenlere ilimizdeki üç sinema salonu yetişemiyor, seans üstüne seanslar yoğun talebe karşılık vermekte güçlük çekiyorlar. Altın günlerini feda edip gelen ev hanımlarından, okul asanlara, esnafına, doktoruna , mühendisine kadar her kesimi kendine çekebilmiş bu filme lise arkadaşım Yeliz yüzünden gidemedim.
Yıllar sonra lise arkadaşımı arayıp bulan bendim, oysa. Yalnızlığımın en sefil bir anında onu aramaya başlamıştım. Bir feys hesabı açtım, sıra arkadaşlarımı arattım. Bir sırada üç kişi oturuyorduk, Funda'yı bulamadım Yeliz'i buldum.
Yeliz'in zaman tüneline baktım. Beş yüze yakın arkadaşı olup, her paylaşımı yüzlerce beğeni almış, ofiste kahvesini içerken, boğaz manzaralı iş toplantılarında, balkonunda parti verirken ... Dalış kursuna yazılmış, su altı fotoğrafları çekmiş, Küba'da puro içmiş, İtalya'da gondola binmiş, Portekiz'de doğum gününü kutlamış, suşiyi Tokyo'da yemiş. Cadılar bayramında cadı olmuş. Her selfisinin arkasından beri gülümseyen arkadaş ordusunu inceledim, bunların içine yalnızlığın verdiği çaresizlik ile atlamak istedim. Hiç yurt dışı görmemişliğimi, suşinin tadını bilmediğimi, selfi özelliği olmayan telefonumu nerden göreceklerdi, arkadaşlık teklifi ettim, kabul etti.
Onun son yirmi yılda neler yaptığını anlatmasına gerek yoktu, görünüyordu, ben son yirmi yılımı bir kaç cümle ile anlattım. Son olarak artık Çorum'da yaşadığımı mesaj kutusuna yazdığımda, " sıkılmıyor musun" dedi.
Sonra instegram ve bir dolu hesap ismi verdi, buralardan da onu takip edebilmem için. Oysa feysten beri onu takip etmeye bir kaç gün dayanabilmiştim, yalnızlığın verdiği körlüğüm kaybolmuş, kendime gelmiş, feys hesabımı kapatmıştım.
Hesabı kapatmamak için bir kaç gün direndim.
Paylaşılan mutlu bir fotoğrafa neden bakmak istemiyordum, altına kalp tıklamak neden zor geliyordu. Egoist miyim, kıskanç mıyım, kendi ile barışık biri değil miyim?
Açık bir yüreklilikle onu hiç bir hesaptan takip edemeyeceğimi kendime has uslubum ile yazınca, ansızın ortaya çıkıp hemen kaybolmaya çalışan lise arkadaşı ilgisini çekti, telefon ile mesajlaşacak kadar beni özeline aldı. Herkese telefonunu vermezdi.
İşinden eve dönerken tıkanmış İstanbul trafiğinde beni aramaya başladı. Son okuduğu kitabı anlatırdı, son gittiği konseri, ne harika bir kitaptı, ne harika bir sesti, trafik açılıncaya kadar ..
Vatsabıma selfi çektirdiği yazarları atardı konser alanından canlı video parçalarını bana özel yollardı.
Gündemde olanları tahlil ederdi, bence diye başlardı.
Ama bana özel, bu paylaşımlarında art niyet arayacak kadar kötü ruhluydum.
Çorum'daki bir ev hanımına iyilik yapıyor gibi hissettiriyordu, görmek için çırpındığımı sanıyor üzülüyor, rüyamda bile göremeyeceğimi sandığı şeyleri bana trafik sıkıştığında lütfediyordu.
Her şeye yakın olduğunu her an bana hissettirme çabasının altında ne yatıyordu? Konserlerin her türlüsüne , sarılacak kadar yazarlara, yakındı. Sanatsal şeylere kolay ulaşabilir olması onu sanat eleştirmeni yapmış, her şeyden uzak kalmış, kurumuş çatlamış toprağıma su dökerek iyilik yapmasında art niyet arıyordum.
Bozkırın ortasına sanat edebiyat ulaştırmak gibi yüce bir misyon edinmişti. Baştan belli değil miydi girmek istediğim denizin rengi, şimdi neden burun kıvırıyordum.
(Fundayı bulabilseydim diye iç geçiriyorum. Yeliz, öğretmen çocuğuydu, çalışkan, kurallara uyandı Ama Funda.... babası yoktu, tek doğru kendi doğrusuydu, herkesin çekindiği korktuğu şeyde, o korkulan şeye gözlerini kısar etli dudaklarını yalayarak bakardı. İki örgü kuralına bir Funda baş kaldırmıştı. Her sabah okul kapısında cetveli ile teftişe duran müdür yardımcısı at kuyruklu Funda'yı dize getirmek için dövme sövme dışında daha ne yapabilirdi ki. Bir sabah okul kapısında Funda'nın tepeden at kuyruğu avuçlanıp kökünden kesilmişti. Saçları zorla kesilirken hiç direnmemiş, ağlamamış, yalvarmamış, uzun uzun dudaklarını yalamıştı. )
Yeliz hiç değişmemiş iki örgülü Yeliz'di ,çalışılması gerekiliyorsa çalışılacaktı , sosyal medya varsa kullanılacaktı, takip isteyen gündem takip edilecekti, modası geçinceye kadar her şeyi kendince yorumlayacaktı.
Müslim filmi vizyona girer girmez izlemiş, tüm hesaplarında paylaşmıştı, hesaplara uzak olan benim için özel olarak nasıl harika bir film olduğunu boğaz trafiğinde arabasının içinden beri o kadar çok anlattı ki gitmiş gibi olmuştum yine de mutlaka gidip görmem konusunda ısrarcıydı...Telefondaki sesi "hariiikaaa film " diye çınladıkça, Funda gibi gözlerimi kıstığımı görmüyordu.
Ahlat Ağacı, Çorum'a gelmedi diye Ankara'ya otobüs bileti alarak gitmiştim. Aynı tarihlerde Ankara'da gösterime giren Bergman filmleri nden , Yaban çilekleri'ni, Persona'yı, Güz Sonatı nı sinemada izleme şansına erişmiştim. Yeliz'in hissettiği gibi aslında Çorumlu bir ev hanımı olarak o kadar uzak değilim işte, ben de izlediğim filmler hakkında konuşmayı isterdim ama " Çorum'da yaşamaktan sıkılmıyor musun diye sorduğu gibi "bu filmleri izlemekten sıkılmıyor musun" diyeceğini artık biliyordum.
Özür dilerim, Yeliz sırf sen harika film dedin diye
alt sokağımda oynamaya devam eden Müslüm'e gitmiyorum. Senin sosyal hesapların gibi renkli janjanlı, heyecanlı, hızlı hızlı değişen , bir güldüren bir ağlatan, çağıran, sevilmeye, taktir edilmeye, beğenmeye zorlanan şeylere, filmlere harika diyemiyorum.
Hiç kimsenin sesinin işitilmediği, seyircisini boşluğa atan filmleri seviyorum, uzak sessiz tek başınalığı hatırlatan filmleri seviyorum, Çorum gibi...
Bu yazıdan kendime çıkardığım öğüt; "çok sevdiğim yalnızlığıma ihanet edip feysten arkadaş ararsam, karşına , mutlaka Yelizler çıkar".
.