9 Ağustos 2018 Perşembe

Çıralı , Olimpos

Temmuz ayında bir hafta boyunca Antalya Çıralı , Olimpos'taydık.  Kayınvalidemin emekli arkadaşlarından Selen Abla  ikinci baharını  Çıralı'da yaşamış,  Çıralı'ya gelin gitmişti. Evinin üst katını pansiyon olarak kiraladığını duyunca Olimpos'u görme fırsatı bulduk.
 Sabah  gün doğmadan köyün tüm horozları bir ağızdan ötüyor, evin  horozu  ise  yatak odalarının önünde tek tek  durarak öyle içten     ü, ürü, ülüyordu ki  , sabahın köründe kalkmamak ayıp olacaktı.
                                         

Selen Abla'nın horozu sayesinde
  gün ışımadan deniz kenarına inmiş oluyorduk. Birinci günümüzde  sahilde toplanmış  insan kalabalığını görünce, biri boğuldu herhalde diyerek çok korktuk,  ambulans geldi mi nerde diye bakınırken yanımızdan çoluk çocuklu turistler güle oynaya kalabalığın içine doğru gidince  , meraklandık. Deniz kaplumbağaları yumurtadan yuvalarından çıkıyormuş.
                                   






Dünyaya gelen kaplumbağalar ilk önce  telefonları görüyordu. Yumurtadan çıkan kaplumbağalar hemen ayaklanıyor, denize doğru hareket etmeye başlıyordu. Kaplumbağalar yollarını , gece ay ışığına, gündüz ise  güneşe doğru ilerleyerek buluyorlarmış. Bu sahilde geceleri ay ışığından başka hiç bir aydınlatıcıya izin verilmiyor, ateş yakılması , araba farı ,  cep telefonu ışıkları kaplumbağaları yanıltabiliyormuş. Küçücük bedenleri ile öyle mücadele ile ilerliyorlardı ki... Bu zorlu yürüyüş ile doğdukları  sahili akıllarına kodluyorlarmış, yirmi yıl sonra anne olacak yaşa geldiklerinde yine bu sahile gelip yumurtalarını bırakmak için gerekliymiş.


Bu sahil, bu hayat ne çok  mucizelere gebeydi, sabahın bu saatinde deniz en sakin en durgun halinde. Üç yavru kaplumbağa denize kavuşuyor, diğerleri yavaş kaldığı için görevli tarafından toplanıp kovalara konuluyor, gün doğmadan denize ulaşmaları gerekliymiş yoksa tehlikeli dedi. Kovadaki kaplumbağalar gün batınca denize salınacaklardı.
 Yuvalarından güneşe doğru en azimli , en hızlı  ilerleyen üç  kaplumbağa denizde yüzmeye başlamıştı. Biz de suya giriyoruz, üç kaplumbağayı rahatsız etmeden uzaktan kulaç kulaç mutluluğu yaşıyoruz, hayat ne güzel ne harika, burada yaşayan insanlar ne şanslı...
 Selen abla gibi burada yaşasaydım ( dün Çorum'daydım), Olimpos var şimdi,  pırıl pırıl deniz, ayaklarımı ısıran balıklar, tüm ağırlığımı üzerimden alan bu masmavi su, gerçek olan  şu an , gerçek olan şimdi, hayalde yaşamıyorum, gerçeği yaşıyorum, sırt üstü yüz üstü yüzüyorum, dibe dalıp balıkları kovalıyorum...


Güneş, Çıralı kayalıklarından doğmaya başladı. İlk ışıklar ile aydınlanan denizde bir martı havalandı, yanımıza yaklaştı, teker teker su üstünde yüzen kaplumbağaları topladı, yedi. Yavru kaplumbağalar için gün ışığının neden tehlikeli olduğunu anladık.  Ölüm, bir martı ile kanatlanmış, yanımıza kadar gelmiş, varlığın manasızlığını bir piyes gibi canlandırmış, bizi de seyircisi kılmıştı.

Bu sabah doğan , en doğru, en hızlı en iyi yürüyen üç yavrunun ömrü beş dakikaydı, yürüyemeyen yavaş yavrular belki de altmış yıl yaşayabilecekti.(deniz kaplumbağaları hakkında)
 Üç kaplumbağanın yok oluşundan sonra deniz dalgalandı.


                                                  (Horoz 04:00 da uyandırmış 05:00 da yola koyulup,yürümüş, yüzmüş, kaplumbağaların doğuşunu izlemiş, bakkaldan ekmek almış, eve gelip kahvaltı için çay demliyorum ve  saat 06:30)


Çıralı Olimpos çok güzeldi, bir hafta öyle çabuk geçti bitmesin diye gözlerimi kapadım, gözlerimi açtığımda Çorum'daydım.
(Selen ablanın rahmetli annesinden kalan   arazisi çok değerlenmiş bir kaç aya kadar onlarca daire getirecekmiş, ne yapacaktı onca parayı  diye soranlara"  kraliçeler gibi yaşayacağım, hayatımın son demlerini buralarda çürütmeyeceğim dediğinde " artık pansiyonculuk yapmaz, bu güzel yere kolay kolay gelemeyiz" diye iç geçirdik...)

6 Ağustos 2018 Pazartesi

Çıraklık


Yaz tatilini çalışıp para kazanarak geçirmek istedi.  Bol bol oynasın, yüzsün, kitap okusun, dinlensin istiyordum, bu yaşta çalışma hayatını tanımasına lüzum yoktu. Babası olur dedi, ben çok daha küçüktüm para kazanmaya başladığımda dedi. Çalışma hayatını tanıması faydalı olacaktır derken çoktan valizini hazırlamaya başlamıştı. İstanbul'a gidiyordu, otuz yıl evvel babasının da çalıştığı mısır çarşısındaki o büfeye...
O büfeyi ben de tanırım.  Üniversitede  okurken babamın yolladığı parayı almak için Beyazıt kampüsünden çıkardım, yokuş aşağı inerdim, kapalı çarşı yeşil direk, tahta kale, büyük postaneden sonra sıkı sıkı yapışırdım çantama. Mısır çarşının oralara gelince hep karnım acıkırdı. Küçük masaları olan o büfede küçük bir para ile karın doyardı. Onu ilk kez bu büfede görmüştüm, mavi önlüklüydü, bankalar caddesine yetişeceksin diyen patronun elindeki kocaman poşeti sırtlayıp koşarak çıkıyordu, ekmek aramı ısırırken  arkasından bakardım, koşa koşa Haliç'i geçmek kolay mıydı? Sonra mavi önlüklü çırağın bizim üst sınıflarda okuduğunu benim gibi para yollayan bir babası olmadığı için hep çalışmak zorunda kaldığını öğrenmiştim.  Şimdi oğlumuz aynı büfede çalışmaya gidiyordu. Kazandığı para ile en düşüğünden bir ayfon alma arzusu vardı.

Açıkçası işe bir kaç günden fazla devam edemeyeceğini sanıyordum, sabahın köründe  kalkamaz, mısır çarşısının yoğunluğuna dayanamaz, siparişleri aklında tutamaz, tozları iyi alamaz , anne ben işten ayrıldım der diye umuyordum. Ama  Ayfon aşkını iyi kestirememişim . Düşündüğüm gibi olmadı.  Hiç kimse ona ayfon almazdı, ne annesi ne  babası , bir kendisi alabilirdi, bunu farkındaydı.
Sabahın altısında Eminönü, doğmamış bir bebek gibi . Yeni cami, çiçek pazarı, mısır çarşısı...Bu küçük dükkanın önünden biraz sonra büyük kalabalıklar geçecek . Birazdan herkesin karnı acıkacak, ekmek arası döner siparişi verecekler, mısır çarşısının her bir kapısından geçecek, siparişleri teslim edecek, çiçek pazarı kapısı, yeni cami kapısı, bahçe kapısı, tahta kale kapısı, balık pazarı kapısı, hasırcılar kapısı...Ne çok insan görecek. En hesaplısından karınlarını doyurmaya gelenleri görecek. Bu dükkana gelenler hiç bahşiş vermezken, çok şey isteyecekler, çok sorgulayacak, çay ikramı var mıydı, yarım ekmek arası tavuk ve ayran,  ayran bim de 50 kuruş sizde niye bir lira diyeceklerdi, hepsini memnun etmeye çalışacaktı.
 Oğlum bu masayı ne biçim silmişsin bir daha sil dediklerinde aklına hemen ayfon gelecek, daha iyi silmek için uğraşacaktı.
Sipariş götürürken gözü  en çok lokumculara takılacaktı, güllüsü, kaymaklısı, çikolatalısı...
Kapı önünde " harika döner" diye başı önünde sessizce müşteri çağıracak,  ilk önce bu çağırma işinden çok utanacak zamanla açılacak, sesine Tahtakale esnafı ayarı verecek buyruuun efeniiim harikaaa dönerrrrr " diye yoldan geçenin aklını çelecek, buyrun üst katımızda salon var derken elini kolunu da sesine ortak edecekti.  Yoğun iş ortamında bana telefon açacak vakit bulamayacak, eve vardığında yorgunluktan yemeğini zor yiyecek kendini hemen yatağa atacaktı.
Urfa'dan çalışmaya gelen çocukları tanıtacaktı bir gün telefonda, çok acıklı şeyler anlatıyorlar, içim parçalanıyor diyecekti.

Otuz  günden fazlasına müsaade edemedim, arkadaşları bu sene girecekleri büyük sınav için harıl harıl test çözüyorlar, özel dersler alıyorlardı, kitap yüzü açamamış, çok geri kalmıştı.
 Otuz gün sonra yanıma geldiğinde anlatacak ne çok şeyi vardı, esnafları, garsonları, patronları, harika tavuk döneri, yeni camiyi, baharatları, lokumları,  kazandıkları tüm parayı memleketlerinde bekleyen babalarına annelerine yollayan Urfalı çocukları...
Harika döner diye bağırmak, masa silmek, bir yarım bir ayran çek diye sipariş almak kolay ve  zevkliydi de, bunun için coğrafya, tarih, okumaya koordinat sisteminden x, y  doğrusunu bulmaya gerek yoktu. Ama sabahın ilk ışıklarından akşama kadar  bütün gücü ile çalışması ona istediği parayı kazandıramamıştı. Haftalıklarına bakarak neden böyle oldu diye vahsındı. Çalıştığı günlerde öyle yoruluyormuş ki eve geldiğinde bilgisayar oyunu bile oynamaya, yemek yemeye bile hali kalmıyormuş. Bu tecrübesi ile beden gücü ile çalışmanın nasıl zor bir şey olduğunu anlamış, mühendis doktor akademisyen olmaya heves eder sanıyordum. Ama o sorgulamaya başladı, neden  çıraklar bu kadar az para alıyor, bu para ile nasıl geçiniyorlar, çıraklık neden önemsenmiyor?...


İlk parası ile bize hediye de almış, kitap sırf benim için parfümü baba ile ortak kullanacağız, sipariş götürdüğü bir parfümcü en iyi testerini uyguna vermiş.
 En düşük modeli için tüm haftalıklarının üzerine iki katı daha para gerektiğini görünce telefoncudan kaçmak istedi.  Şimdi  ayfon sahibi ama ayfon  mayfon  umurunda değil, emeğin para etmediğinin şokunda...


10 Temmuz 2018 Salı

Aydın'ın gör dediği

Aydın, sokakta bulduğum ev kedisi.
 Karanlık bir günde bembeyaz bir Van kedisini parkın bir köşesinde ağlar bulmuştum,  kucağıma almış bir kedi nasıl böyle  içli içli ağlayabiliyor demiştim.
 Sonra bu güzel, bu cins kediye hemen yuva bulunur , ağlaması son bulur diye eve aldığım, adını Aydın koyduğum kediydi. İlk kez bir kedi sahiplendirme işine girişecektim, acele etmem gerekti kendi kedim kudurmuş gibi misafirin üzerine atlıyordu. Misafirin önüne mamasını suyunu kumunu koydum, rahat olsun diye kapısını kapattım.  Dışarıda nasıl yorulduysa iki gün uyudu. İki gün sonra ayaklandı, kapalı kapılar açılsın istedi, kapının ardındaki canavarı görünce sindi, hayatımda gördüğüm en güzel kediydi. Güzelliği, cinsi ile ilgili miydi, daha önce hiç Van kedisi görmemiştim , kendini sevdirmesi, taratması, kucağa gelip sarılması tırnaklarını hiç çıkartmaması, traşlı gibi hiç tüyünün olmaması güzelliğine güzellik katıyordu. Kendi kedim her fırsat bulduğunda bu güzelliği , parça pınçık edip beyazlığını kana buluyordu. Bir an önce kediciğe yuva bulmak için iki kişiden yardım istedim, benim gibi bir  cahile yol göstersinlerdi. Bu iki kişi ile hiç yüz yüze gelmedim kedi üzerine bir internet sitesinden tanışmış ikisini de çok sevmiştim. İlk arkadaşım profil resminde adında paylaşımlarında ateist olduğunun üstünde duruyor, öbürü ise muhafazakar. İkisine de güveniyorum , kapılarını hayvanlara açmışlar sayısız hayvana ev bulmuşlar, sonuna kadar canla başla yardımcı olmaya çalışan , koca yürekli insanlar. Her ikisi de yuva bulma sürecinde neler yapmam gerektiğini nelere özellikle dikkat etmem gerektiğini anlattı, yazdı. En sonunda, ilki "evrene emanet" diğeri ise " Allah'a emanet" diyerek Aydın'a şans dilediler.

 
 
İlk ilanım hemen ses getirmeye başladı, sahiplenmek isteyenlerin profil fotoğraflarına paylaşımlarına, işlerine güçlerine yaşlarına daha önce kedi bakmışlıklarına tatile gidişlerine yakınları olup olmamalarına kadar Aydın için sorular sorup ön elemelerden sonra kalanlardan ilk sıradaki bir kadın  ile anlaştım, oğlu kedi istiyormuş, oğlu kedi  çok seviyormuş. Akşam dokuzda Aydın'ı evlerine götürdük, oğlu ile birlikte Aydın'a sarıldılar, öptüler, kucakladılar.( benim kedi olsaydı,  bir metre yakınına kimseyi yanaştırmaz. yanaşanı asla af etmez, dişler, tırnak geçirir, yaralardı, Aydın'ın ise  yarım saat boyunca kadının koltuk altında sıkışık halde durabildiğine şahit oluyordum) Kedi sevgileri öyle büyüktü ki, ilk önce kedinin ismi değiştirdiler Pamuk koydular , sonra gece 11 e kadar kedi ile hayallerini anlattılar, en sonunda ayrılırken, iki arkadaşımın son sözlerini yerine getirmek kaldı,evrene mi, Allah'a mı emanet ? ( Kadın ve ailesi muhafazakar giyinmişlerdi) şüphe etmeden " Allah'ın emanetini bırakıyorum" dedim, koltuğunun altına sıkıştırdığı kediye öpücükler kondurarak  Allah'ın bu güzel emaneti sonsuza kadar bizimle, dedi ve  gece 11 den sonra  Aydın'ı( Pamuk'u) yeni yuvasına bırakarak  ayrıldım.
Sabah uyanıp kapalı telefonumu açtığımda mesaj üstüne mesaj bombardımanı, kediyi  bir an önce gelip almamı istiyordu dün gece teslim ettiğim kadın.  Kedinin tüyü dökülüyormuş, oğlu öksürmüş, sabaha kadar uyuyamamışlar oysa bana sormuş tüyü dökülüyor mu diye ben de sıfıra yakın tüyü olan bir kedi ve kendini taratmayı seviyor, demişim, tüm bunlardan tüyü dökülmediği anlamı çıkarmış, yanıltmışım...( benim kedim ile kıyaslamam yanlış oluyor demek ki, kedimin merinos koyunu gibi uzun lüle lüle tüyleri var ve asla asla taratmaz, her yerde pişmaniye gibi beyaz tüyler parça parça iken) Bu nerdeyse tüysüz kedinin tüyleri yüzünden istenmeyeceği, bir gecelik olağan üstü sabır gösterişlerini destan yapmış   yaz yaz bitirilememiş, onlarca  mesajı sabahın ilk ışıklarında alacağım aklıma hiç gelmemişti.
 
 Yüzümü yıkamadan  yola düştüm, Aydın'ı almaya gittiğimde evin çocuğu kediyi vermemek için direnirken anne üst üste  " sen astımsın, sen hastasın, senin astımın var, sen tıkanıyorsun..." diyordu. Yanlış bilgi verdiğim için bütün gece uykusuz kalmalarına sebep olduğum için özür dileyerek kediyi aldım, eve getirdim. Aydın eve girer girmez çiçek saksılarının arasına sıkıştı, kendini görünmez yaptı, bütün gün oradan çıkmadı.
Bu sefer daha dikkatliyim tüyü dökülüyor, alerjiniz var mı diye de soruyorum, sahiplenmek isteyenlere. Emekli bir profesör benim alerjim , eşim, çocuğum yok , kediyi istiyorum dedi. Profesör oluşuna hemen vuruluyorum, Çorum starbaksında bekliyorum kediyi diyor. Aydın ile starbaks kapısında bekliyorum. Profesör elimdeki sepete eğilip kediye bakmadan, umarım her yeri tırnaklamaz, umarım klozete yapmaya hemen alışır,  kedi kumundan hiç haz etmiyorum,  umarım uysaldır diye umarlarını ardı ardına sıralıyor,  kediye, cipine atmadan önce şöyle bir baktı ve umduğum gibi küçük değilmiş adı da Aydın değil artık  Lokum  dedi. Kediyi zorla mı veriyorum diye ikilime düşmüşken, Allaha emanet diyerek arka koltuktaki Aydın'a , (Lokum'a ) veda ediyorum. Prof yine umduğunu bulamamış gibi yüzüme bakarken , " birbirimize emanetiziz, birbirimize, birbirimize emanet" diye yanlış yaptığının farkına varsın diye öğrencisine tüyo veren eğitmendi...  Yanlışımın farkına cip hareket etmeden vardım, Evrene emanet, evrene emanet ol Aydın diyerek arkalarından el salladım.
Yine sabah erkenden daha erkenden telefonum çaldı,   profesörün yorgun  sesi, lütfen rica ediyorum kediyi geri alın sabaha kadar uyutmadı, miyavladı durdu, bu kedi beni sevmedi.. 
Yine sabah yollara düşmüş iken ne oluyor diye sorgulamaya başladım, bu işler böyle mi oluyor diye iki kedi sever arkadaşımı aradım. Yok dediler böyle olmuyor, iki sefer üst üste sadece bir gece dayanabilen çok istekli sahipleniciler bir tek benim başıma gelmişti...Birazcık sabır etseydiniz diyemeyeceğim kadar , baskın bir şekilde çok çekmişliklerini haykırıyorlardı, özür dileyerek alıp geliyordum kediyi...
 
 
 
Nasıl bunaldım, nasıl yoruldum nasıl korktum nasıl anlatayım? Aydın'ın eve girince yine aynı saksıların dibine girip sinmesini görünce esas yorulan bunalanın kedi olduğunu fark ettim. Keşke  karanlık bir günde bana gözükmeseydi sokaklardan kurtulmasaydı, bu insanları tanımak zorunda kalmasaydı, evlerini, ciplerini, egolarını koklamak zorunda kalmasaydı...Telefonumu kapattım. Aydın'ın yeni sahiplerine dair  umudumu kaybettim.
 
Günler sonra telefonumu açtım,  çok istekli sahiplenicilerin arasından iki  kardeşin fotoğrafını gördüm, anneleri babalarını dahil etmemişler ,kediyi  biz istiyoruz diyorlardı, aldığım tavsiyelere göre asla vermemem gerekiyordu, çocuklara emanet edilemezdi...Çocuklar ile konuştum, Çorum'un uzak bir köyünde oturuyorlar, kedinin yatağını yapmışlar...anneniz ile konuşayım dedim, konuşturdular, Çorum'un köyündeki kadın , çocuklarının elinden her iş geldiğini ne yaparlarsa güzel yapacaklarını, çocuklarına güvendiğini söyledi. Aydın'ı aldım yüz yirmi kilometre yoldan sonra köyün girişinde el ele tutuşmuş iki kardeşe emanet ettim. İsmini siz koyun ben Aydın diye çağırıyordum dediğimde, kedinin kafası karışmasın Aydın kalsın dedi biri, öteki ,kedinin psikolojisi bozulmasın Aydın kalsın dedi. Eve döndüm  ama içim içimi kemiriyor, yine  gelin alın diyecekler , tüyü dökülüyor, miyavlıyor, diyecekler diye yüreğim ağzımda bekledim. Ertesi sabah telefon gelmeyince ben aradım ne yaptınız diye, Aydın akşam birazcık ağladı, başını okşadık yanında yattık , uyuttuk dedi iki kardeş. Bir haftadır Aydın'ın fotoğrafları geliyor, köyde bahçede oynayan Aydın , minderlerde huzur ile uyuyan Aydın'ı görünce çocuklara emanet etmekle doğru bir şey yaptığıma yeni yeni ikna olmaya başladım.
 
 

27 Haziran 2018 Çarşamba

Aydın'ın uykusu için

 
 
Kara bulutlar ile dolu bir gökyüzüne uyanmış, içim daralmış dışarı çıkmıştım. Kafamı yukarı kaldırdıkça kara bulutların kocamanlaştığını görüyordum. Evimizden bir sokak aşağısı ,Beyaz Park'ın oradan geçerken akasya ağaçlarının altına sinmiş beyaz bir kedi önüne konulmuş sütü içiyordu. Durdum. Pisi pisi dedim, kafasını sütten kaldırdı yüzüme baktı, koşarak kucağıma atladı, boynuma kollarını doladı, ağlar gibi hırlamaya başladı. Çorum'un sokak kedileri iki metre yakınına insan yaklaştırmazdı, bu ev kedisi olmalıydı, evinden mi kaçmıştı... Kedi kucağımda parkın etrafındaki evleri dolandım, sabahın erken saati, kimseleri göremedim. Parka oturdum, kucağımdaki kediye dikkatlice baktım, beyaz tüyleri çok kirli, günlerce sokakta kalmış gibi yaralı bereli, bir gözü mavi diğeri kehribar...Eve götüremem Pıtpıt  rahat vermezdi , etrafıma bakınıyorum ne yapacağım?
 
Kara bulutlu bir sabahta kucağıma bembeyaz bir aydınlık atlamış, yeni  sevgililer gibi parkta birbirimize sarılmış ne yapacağımızı bilmeden bekliyorduk.
Bırakamadım, eve getirdim,  Pıtpıt'ı görünce hemen koltuk altına sindi ( Pıtpıt öyle büyük ki koltuk altına sığdıramazdı gövdesini)
 
 
 
 
 
 
(Yabancı bir yerde kendini ancak böyle korurdu, koltuk altına sindi ve gözlerini açtı)
 
 
 
Pıtpıt'ı sakladım.
Yemek su çıkardım önüne, okşadım güvende hissetti, çıktı sindiği yerden

Birazcık etrafı kokladı.

Koltuğa uzandı, oyuncağa sarıldı, gözleri kapanmaya başladı
 
 
Uyudu
 
 
                                                                
                                                              uyudu

                                                                uyudu
 
uyudu, hiç uyanmadan uyudu, yüzyıl  uyuyacak gibi uyuyordu...
O uyurken hep ona bakıyordum, uykusunda kara yüklü bulutlar yüklerini sessizce boşaltıyordu, gökyüzü şehir  insanlar yüklerinden sessizce  kurtuluyorlardı, dünya hafifliyor, hafifliyordu.  Dünya yok oluyordu,  o uykudayken...
O uykudayken Çorum'daki kayıp kedi ilanlarına baktım on gün önce bir inşaat içinde karanlıklar içinde çekilmiş fotoğraflarını gördüm, sahibi kim diye soruyorlardı...
 
Belli ki sahibi onu bulmada istekli değildi,  en az on gün boyunca sokaklardaydı.
O uyurken  ona isim koydum, içimden Aydınlık dedim, Aydın , Umut, olsun dedim
 
O uyurken, kara bulutlar gitmiş güneş çıkmıştı, karanlık aydınlığa, kötülükler iyiliğe , umutsuzluklar umuda dönmüştü .
Hissediyorum ki uyanınca gerçekler yüzünü gösterecek, Pıtpıt üzerine atlayacak, bu yavruya yuva arıyorum, huzurlu uykularına devam edebilsin diye...
 
( Yuva Bulundu:)
 
( Dün gece çok istekli aileye kumunu mamasını da yanına vererek evlerine kadar götürüp vermişken, bu sabah sekizde telefona " lütfen geri alın, sabaha kadar uyutmadı, oğlumun alerjisi var istemiyoruz" diye mesaj geldi. Şimdi geri almak için yoldayım, lütfen sahiplenirken hayvanın psikolojisini de düşünün, aileye teşekkür edeceğim sokağa bırakmadığı beni aradığı için)
 
(  Son durum, kedicik için yuva aranıyor)
 
 

19 Haziran 2018 Salı

Hayattaki sınavlar

Oğluma karne hediyesi için nevresimcideyim, elimde çift kişilik dünya haritalı nevresim takımı ,tek kişiliği var mı diye kasaya soracağım . Yatağını görünce çok sevinecek diye heyecanla  kasa sırasında bekliyorum. Telefonum çaldı, eşim arıyordu, sınavı kazanamadığımı söylüyordu. Üzülme dedi. Tamam,  üzülmem dedim, telefonu kapattım. Sıra bana geldi, bu nevresim takımının tek kişiliğini istiyorum dedim. Kasadaki görevli elimdeki nevresime bakarak , maalesef dedi, bitti, bundan sonra da gelmez dedi. Nevresimi aldığım yere bırakırken ağlamaya başladım.( Yazılarımda artık acıtasyondan kaçınsam da yazının gidişatı için  gözyaşlarımı açık etmem gerekiyor)

Belediye otobüsüne bindim, kafamı cama yapıştırıp arkada kalan insanlara duraklara evlere dükkanlara bakarak, unutmak istedim. Çorum sokakları unutmaya izin vermeyecek kadar mesafesizdi, durakları azdı. Otobüsten indim. Bir musluk üstten  , diğeri alttan açılmışken boş havuzları doldurabiliyordum, işçilerin birlikte ve tek başlarına bir işi kaç günde bitirebildiklerini, saatin bir daha kaçta çalacağını,  bir yuvarlak etrafında koşanların bir daha ne zaman karşılaşacaklarını, araçların hızlarını, çocukların annelerin yaşlarını, gözlüklülerin , Fransızca bilmeyenlerin sınıftaki yüzdelerini , torbadan sarı bilye çıkma olasılığını, kare köklü üslü mutlak değerli tam sayıları doğal sayıları, reel sayıları , kümeleri, eşitsizlikleri, yarıçapı, hipotenüsü, pisagoru, açıortayı, düzgün beşgeni, yöndeş açıları yıllar sonra  tek tek hatırlamış, hatırladıkça yapmaktan zevk alacağım işime yakınlaştığımı hissetmiştim.

 Ağacın gölgelediği  boş bir bank gördüm. Bankın ucuna oturdum. Kafamı yukarı kaldırdım, bu çamın adı neydi, göknar mı ladin mi?   Sınav yaklaştıkça  uykularım kaçmıştı , günlerce uykusuz kalmıştım önemsememiştim, elbet uykum gelecek yorgunluktan sızıp kalacak uyuyacaktım. Uyuyamamak uzadıkça aklıma Gülsüm abla gelmişti, kendisini bloğumdan tanırım, yorumları her yazıma ışık olurdu, eczacıydı, bana seve seve yardımcı olurdu ama anlamsız çekingenliğimden dolayı  arayamamıştım son gece uyuyamıyorum diye sabaha kadar ağlamış göz kapaklarım şişmiş kapanmış, yüzüm davul gibi  zombi gibi sınava girmiştim.
 
Sınava hazırlanırken kitap satış sitesinin indirimine tav olmuş, fotoğrafta  masa üzerindeki tüm kitapları bir seferde almıştım, altını çize çize okumaya başlamıştım . Sınavda , okuduğunu anlamak ile ilgili Türkçe testlerde çok yanlış yapmışım. ( Türkçeden okuduğunu anlayamayan ben, James Joyce " Ulysses"   okumaya niye heves etmiştim). Bir baltaya sap olamadan göçüp gidecektim, herkesin bir işi vardı benim yoktu, oğluma kendi paramla nevresim hediye edemeyecektim,  başarısızlığımın bahaneleri, kendi kendime yetememezliğim hep böyle devam edecekti. Etrafıma baktım herkesin bir işi vardı, bankın ayaklarından beri ağacın gövdesine yol yapmış karıncaların ağzında çekirdek kabukları vardı.
Yalnızlığımı çok sever ve kutsarım, yalnızlığıma çok bağımlıyım ama bazen birinin, Ayşe üzülme demesine, bir dahaki sefere, başarabilirsin demesine öyle ihtiyaç duyarım ki, çünkü yıkılmışımdır, nefes alamaz olmuşumdur, derin bir kuyuya düşmüşümdür. Bir insana , bir sese , boş ver demesine , her şeyin hayırlısı , sağlık olsun denilmesine hava gibi su gibi ihtiyaç duyulur mu?
Gülsüm ablayı arayıp sınavı kazanamadığımı söylemek istedim, o da bir zamanlar benim girdiğim bu sınava girmiş ama kazanamamıştı, sonra hayatın ona getirdiklerini , soğuk odalarını , ayrılıklarını, iki kızı ile yaşam mücadelesini ve sonunda hep hayalini kurduğu aşkına nasıl kavuştuğunu her yazımı yorumlarken yeri geldikçe anlatmıştı. Adından emin olamadığım ağacın altında, bankın  ucunda, hızlı hızlı ilerleyen karıncalara bakarken tam da Gülsüm ablayı aklımdan geçirirken telefonuma bir mesaj geldi;
 
"Ayşem ....Ben sevgili eşimi can yoldaşımı kaybettim. Dün defnettik onu. Ruhu şad olsun"
Gülsüm abla, yıkılmıştır, nefes alamaz olmuş, derin kuyulara düşmüştür, hangi  teselli cümlesi kurulmalı? Telefonu açıyor, çok görmüş olgun bir ses, gölgesinde oturduğum ağaç gibi bir ses, ağlama kızım diyor, hayatta üzülmeye değer çok az şey var.... 
 
 

6 Haziran 2018 Çarşamba

Pıtpıt nöbette

Pıtpıt lütfen yapma, halden anla, birazcık empati lütfen...Bir güncük sadece, sabretsen.
 Hiç tanımadığım misafirler gelecek yarın, kedi bilmeyenlerin gözü ile bakıyorum salonuma.
 Koltuklar halılar tırnaklanmış parça parça olmuş, sinek avlarken duvardan  düşürdüğü çerçevelerin camları çatlamış, perdeler yırtılmış beyaz gri uzun tüyler her köşede , koltukta, halıda, döşemede , kapı arkasında yatak altında ,yastıkta, sandalyede , büfe içindeki fincanlarda, kavanoz kapağında , kazakta, pijamada, terlikte...Her gün süpürge her gün silme sayesinde topak topak değil, tane tane her yerde...Sadece salonun bir camındaki perdeyi değiştirmeli, diğer perdeler masa , büfe arkasında kaldığından idare ederdi. Parçalanan koltuk üzerine bir örtü serilmeli,  bir hafta önceden salon temizlenmeye başlanmalı,  Pıtpıt'a ,salonun kapıları, (misafir gidene kadar) kapatılmalıydı. Bir kere, bir anlık içeri dalsa tüm temizlik yanardı. Misafir kaşığında Pıtpıt'ın uzun beyaz tüyü , misafirin beyaz peçetesinde Pıtpıt'ın uzun gri tüyü... Ama anlamıyor Pıtpıt, bugün bütün gün salonun kapısında nöbetteydi.

 
 
 
 
 
 

Bahçemde





                                                 (Pıtpıt bir şeyden çok korkmuş olmalı, akasyanın dikenlerini unutmuş)
Çekirdekten yetiştirdiğim avokadom, bir yıl boyunca mutfak penceremin önünde benimle beraberdi. Birlikte baktık aynı pencereden, mutfağımdaki tabak kaşık sesini sofra sohbetlerini açtığım radyo kanalını duydu. Toprağa gömdüğüm ilk gece uykudan uyanıp köyün penceresinden ona baktım, karanlıkta görünmüyordu, köpekler üzerine mi basacaktı, kaplumbağalar yapraklarını mı ısıracaktı,  karıncalar kökünü mü kurutacaktı, güneş yakacak, rüzgar  dalını mı kıracaktı? 
Artık benim mutfağımda değildi,  kökleri benim daracık saksımda değildi, onun evi artık dünya diyerek penceremi kapattım. 

Bahçemizin her yerini dikenli akasya fideleri kaplamış. Akasyanın dikeni gibi bir diken hiç bir yerde görmedim,  kalın keskin sağlam dikenler...

Bahçeyi budamaya gelen bahçıvan tüm akasya fidelerini çalı diye biçmiş bir kaç irileşmiş akasya fidesini ise nerdeyse kökünden budamış iken bu sene hepsi daha gür bir şekilde yerlerinden fışkırmış. Bu gidişle küçük bahçemizde yüze yakın  akasya ağacı olacak... Akasya fideleri yanına fazla yaklaşanı derin çiziyor, kanatıyor olsa da seviyor ve kıskanıyorum akasyayı. 

Bu sene de karadut dibine çok düştü, şurubunu, pekmezini yaptık. Bizden daha çok kuşlar yesin dutları. Dut için özellikle gelen kuşlar var, karatavuk bunlardan biri. 

Bu sene ilk kez domatesin çekirdeğinden fide yetiştirdim. 
(Geçen seneden domates,ellerim ceviz karası)
Domates bizim oraların atalık domatesi, ince kabuklu çok iri nerdeyse hiç su istemiyor çok dayanıklı ve kışın bile domates verecek kadar uzun ömürlü.
İlk deneyim, fideler çok cılız, hepsi bir arada ,  şaşırtma yapmadan hemen toprağa ektim.

(Fidelerimin toprağında yumurta muz kabuğu kahve çay posası var diye umutlanmıştım)


Avokado , bana öyle yabancı ki bu yaşıma kadar gözüme hiç görünmemiş , ilk kez yolum Antalya ya düşmüş iken köylü pazarından güler yüzlü bir pazarcı hediye etmişti. Bu ilk avokadomun çekirdeğini atmamı söyledi uzaklardaki arkadaşım, tarif etti nasıl fideye dönüşeceğini. Arkadaşım sayesinde avokadonun yabancılığı gitti, aylarca gözümün önünde gelişimini izledim, değişimleri arkadaşıma haber ettim, uzaklara köprü kurdu avokado çekirdeği. 
"Avokado cekirdeginin kabugunu bekletmeden soyun. Oval seklin ince tarafina uc tane kurdan batirip ici su dolu bir siseye koyun. Kurdanlar sisenin agzinda ve avokadonun kalin alt kismi suda kalacak sekilde sabitlenmis olacak. Bir kac hafta icinde alt kismindan kok salacak sonra da ust kismindan yeserecek. Kok salana kadar, sisedeki su azaldikca su ekleyin, avokado cekirdeginin yarisinin suda kalmasi gerektigini unutmayin. Yeseren ust kisim 10, 20 cm kadar olunca saksiya ekebilirsiniz. Resim de gonderecegim. Bu arada internete avokado nasil ekilir diye yazarsaniz videosunu izleyebilirsiniz. Ben de internetten ogrenmistim. Umarim yardimci olabilmisimdir.
Sevgiler,
                           Gülay"   









1 Haziran 2018 Cuma

Ahlat Ağacı bizim şehre gelmedi.

 Ahlat Ağacı'nı bekliyordum, gelmedi.

Beklediğim şeyler aklıma sıra sıra geliyor ve Ahlat Ağacı'nı nereye koyacağıma karar veremiyorum.

Her sabah  dağıtılmış kirletilmiş üç oda bir salon ile baş başa kalıyorum, her yerin toplanmasını ve temizlenmesini bekliyorum.
Eskimiş rengi solmuş beyazları çamaşır sulu leğenlere bastırıyorum bembeyaz yeni gibi çıkmalarını bekliyorum.
Kedimin tüylerini taratmaya izin vermesini bekliyorum.
Süpürge sapının en derin köşelere uzanabilmesini bekliyorum.
Soluğumu tıkamayan yer silici markayı bekliyorum.
Ellerimde parça parça kesikler oluşturmayan   çamaşır suyunu bekliyorum.
Pencerelerimin, aynalarımın lekesiz olacağı günleri bekliyorum.
Çorbanın pişmesini bekliyorum.
Fırın alarmını bekliyorum.
Göz yaşartmayan soğanı bekliyorum.
Hamurun mayalanmasını bekliyorum.
Okul servisinin gelmesini bekliyorum.
Ellerine sağlık denilmesini bekliyorum.
Ev ödevlerinin eksiksiz yapılıp yatağa gitme vaktini bekliyorum.
Bir çocuğun büyümesini bekliyorum.

Düzenli çekmecelerin çok olduğu zamanlarımı bekliyorum.

Kendi yatağını topladığı
ayakkabı bağını bağlayabildiği günleri bekliyorum.
Sütün ılımasını bekliyorum.
Kıyafetlerin ayakkabıların bir sene daha idare edebilmesini bekliyorum.
Hep aynı duvarlar arasında hep aynı işleri yaparken farklılaşmayı bekliyorum. Daha güzel olmayı bekliyorum.
Aynı penceremden aynı çatılara bakarken farklı şeyler görebilmeyi bekliyorum.







31 Mayıs 2018 Perşembe

Öğrenci evi

Yan dairemize üniversite  öğrencileri taşındı. Eğitim fakültesi son sınıf öğrencileriymiş,  aile apartmanı diye( apartmanın hepsi akraba ,yabancı ve kiracı olan bir tek biz varız) yöneticimiz soğuk bakmış. Yöneticinin yaşlı hasta annesi ," öğretmen olacaklarmış , kabul et oğlum " diye ısrar etmiş zaten bir sene sonra gidecekler diye  öğrenciler ile  aynı katta oturmaya başladık.
Öğrencilerin seslerine ve görüntülerine diğer apartman sakinlerine göre  en yakın olan bizdik. Erkeklerin dar pantolonları vardı bileklerinin üstüne kadar. Çıplak bileklerinin altında markalı spor ayakkabıları hep montlarının rengindeydi. Şekilli saçları ve sakalları vardı, ellerinde sallanan hep bir tesbihleri vardı. Küfrederek konuşmaları vardı. Sabahlara kadar kahkahaları vardı.
Uyarılmalardan ricalardan anlamaları mümkün değildi , sel gibi enerjileri vardı duramazlardı , düşünemezlerdi, hissedemezlerdi, apartmanda çocuklar vardı, vur patlasın çal oynasın da nasıl uyuyacaklardı...Öğrencilere yakın odalarımızın kapısına kilit vurdum, "bu odalara girmiyoruz artık bize iki oda yeter" dedim . Kahkaha sesleri daha az duyulur oldu, aradaki duvar sayısı artıkça, akşamları uyuyabilmek kolaylaştı.
Kesintisiz , hiç azalmadan her gece sabahlara kadar kahkaha sesleri , kendimi sorgulatmaya başlattı. Ben, çok yaşlandım, gençleri anlayamayacak kadar çok yaşlandım, her akşam sabahlara kadar gülebilmeyi anlayamıyorum. İnsan ilişkilerinde yanlış olan o şey aklıma geliyor" ben gençliğimde böyle değildim, ben de öğrenciydim ailemden uzakta başka şehirlerde, böyle değildim" diyerek kendim ile kıyaslamaya başladım komşum öğrencileri. Ben her gece efkarlanırdım, annemden babamdan kardeşlerimden uzaktayım diye, her şeyinden fedakarlık ederek beni okutan ailem için memleketim insanlık  için bir şey yapmalıyım diye uykularım kaçardı. ( şimdi bu yaşımda keşke bu kadar düşünmeseydim hüzünlenmeseydim ben de bu öğrenciler gibi kahkaha ile dolu olsaydım diye de aklıma geliyor)
Kocaman bir şehirde kocaman bir üniversitede kocaman bir amfide  yüzlerce kişi ile yan yana oturup ders işleyip sonra yüzlerce kızın olduğu öğrenci yurduma gidip yatağa yattığımda yalnız olduğumu hissediyordum. Yalnız olduğumun hissi o kalabalık şehirde hiç yakamı bırakmamıştı ve beni ,kendimi bulmaya itmişti. (kendimi bulamadım hala arıyorum ama kendimi bilmek adına ilk adımı başka şehirdeki üniversitemde atmıştım, hepsi bu, kahkaha atmayan bir öğrenci olmak beni paralı, iş güç sahibi yapmadı)


Geçen hafta komşumuz öğrencileri anlamak adına kendimi sorgulamayı bıraktım.
Geçen hafta, alt komşumuz olan  yöneticimizin annesi vefat etti. Bir öğlen vakti elimde telefon karatavuk peşinde koşuyordum, bir arka balkonda bir ön balkonda içli içli ötüşünü kaydediyor iken  sokağımıza apartmanımızın önüne cenaze aracı geldi. Teyzeyi aldı arkasında gözü yaşlı bir kaç kişiyi bırakıp gitti.


O gün oğlumun  arkadaşları ile oynama günüydü, hafta da bir gün herkes kendi evinden internet bağlantısı ile   bir oyun oynuyorlardı. Arkadaşlarına komşumuz teyze öldü, oynamak istemiyorum dedi. 
Öğrenci komşularımızın kahkahasını hiç bir şey durduramaz demiştim, aşağıda ağlaşmalar yanımızda kahkaha sesleri içinde oğlum " anne odalarımızın kapısını açmaya çok az kaldı üniversiteleri bitiyor "dedi.

Bu küçük şehirde düşük puanlı  üniversitede yüksek kiralı evlerde oturup markalı kıyafetler giyerek okuldan daha çok kafelerde giden komşumuz öğrenciler , çocukların uykusunu, ölünün yakınlarını hissedemeden her gün eğlence her gün sabahlara kadar kahkaha ile bir ay sonra okullarını bitirecekler öğretmen olmaya çalışacaklar.


Başka odalara kaçarak oğlumu onlardan  uzaklaştırabilmiştim, öğretmen olup oğlumun karşısına çıktıklarında ne yapacağım? 





24 Mayıs 2018 Perşembe

Camdaki sinek



Pencere kenarındaki koltuğumda oturmuş çatılara mavi gökyüzüne bakıyorum. Her gün baktığım bu pencerede hep aynı şeyleri görmek  güven veriyor; " yine buradayım, bu gökyüzü,  bu bulutlar,  bu çatılar ,  bu ağaçlar dün gördüğüm gibiler ,bugün de...Bugün de  penceremdeki manzara bana " sen buradasın" diyor. Ben buradayım diyorum, pencereme.  "Gerçekten" ,  "bugün de buradayım".
Bir sinek geliyor pencereme.  İnce bacakları ile camın her köşesinde dolanıyor, camın bittiği tahta çerçeveye gelince duruyor, geri dönüyor, diğer uca doğru hızlı hızlı yürüyor. Çerçevenin dört köşesine de uğruyor, alta üste sağa sola... hızlanıyor , yavaşlıyor...Sonra hırslanıyor vızıldayarak kendini cama çarpıyor, üst üste defalarca küçük bedenini çarpıyor. İstediği şeye kavuşsun diye pencereyi açıyorum, anlamıyor, dışarıyı göremiyor, cam ile derdi var gibi camı bırakmıyor vızır vızır kendini cama çarpmaya devam ediyor...
Sinek gitmiyor penceremden, manzaramın üstünde dolanıyor, vızırdanıyor. 
Çatıların bulutların ağaçların ,gökyüzümün önüne geçti. Her şeyin önüne , gerçekliğimin önüne geçti .

Şimdi camda bir sineğim. Çerçeveli sahte bir gökyüzünde dolanıyorum. Gerçeği göremiyorum. Hissettikçe sahteliği hırslanıyorum, tüm bedenim ile çarpıyorum cama. Sinek vücudumun çarpması ile sahte olan parçalanır, gerçek görünür mü? 






16 Mayıs 2018 Çarşamba

Vejetaryen mi oldum?

Köyümdeyim, köylü akrabalarım ile yer sofrasına bağdaş kurmuşuz, sofradaki tabaklardan en çok kavurmaya kaşık gidiyor, köy ekmeği ile yeşil soğanı dürüm yapan bana kızıyorlar," kavurmaya da uzan!".
Uzanamıyorum. Et yiyemediğimi bilsinler istemiyorum. Sessizce, kendimce, saygısızlık yapmaktan korkarak, midem almıyor, alerji yapıyor, hasta yapıyor diye geçiştiriyorken bile et yemeyenlere karşı savaşa gider gibi bir tavır alıyor, eti kutsuyor, et yemeyeni kutsalına küfür etmiş sayıyorlar. Et yenmez mi, Müslüman değil misin, sosyetik misin, aptal mısın, hasta mı olmak istiyorsun, ne biçim annesin, bencilsin, aklını başına topla diye uyaranlar ile dalga geçip küçük görenler , bitkilerin de canı var  , et yemiyorsa tavuk yesin diye alay edenler...

Et yiyemememin sorumlusu ilk başta en başta bizim köylülerdi. Hayvanlarına küfür ederler,  döverler, eziyet ederler, havasız karanlık pis  ahırlar içine hapsederler.
 Köy yollarında hep aynı trafik, traktörlerin arkasına bağlanmış hayvanlar, boyunlarından bir ip ile, traktör arkasından sürüklenmeleri hiç kimseyi rahatsız etmez geneli bunu yapar. Köyümüzde doğal beslenen hayvan kalmadı, otlak kalmadı, tarlama  mal girdi diye her sene büyük kavgalar çıkıyor,  hayvanlar gün yüzü görmeden ahırlarda hazır yem ile besleniyor.


Sofradan biri , "bu vejetaryen olmuş dede" diyor.  Dede gözlerini açıyor," ne olmuş , deterjan mı olmuş! " Yeni yeni icatlara kapılıyorlar, ahlakımızı kültürümüzü bozuyorlar! "Hiç bir şey olamadı ne yapsın vejetaryen oldu" "Nerden kaptı bu illeti?"

Bir yerden kapmadım,   vejetaryen nasıl yazılır, ne yer ne içer kimlerle konuşur, nerede bulunurlar bilmiyorum, hiç vejetaryen görmedim, neye benzerler nasıl giyinirler bilmiyorum. Ben köylüyüm, et yiyemiyorum, vejetaryen mi oldum?
Ekmek arası yeşil soğanım ile  her kafadan çıkan kınamaları afiyetle yiyerek sofradan kalkıyorum.



Hollanda'da yaşayan sevgili arkadaşım, Hollanda da olsam artık et yemiyorum, vejetaryen olmuşum.



(Köyümüzün oraya geçenlerde bir gemi  geldi, gemilere sıkıştırılan haftalarca kendi pisliği içinde tutulan bu hayvanların eziyeti bitsin diye et yiyemediğim için mi vejetaryen oldum?
https://www.samsunhaber.com/samsun-haber/samsun-u-hayvan-kokusu-sardi-h33844.html

Bu da başka bir gemi

http://acikradyo.com.tr/yesil-bulten/nada-gemisinin-getirdikleri-insanlik-vahseti-desteklemek-istiyor-mu

http://acikradyo.com.tr/vegan-saglik/iklim-krizi-ve-vegan-beslenme)

8 Mayıs 2018 Salı

Papik için

Çorum'da yağmur var, gökyüzünde kara bulutlar.   "Çorum gökyüzüsü'nden " içime kaçıyor kara bulutlar, günlerdir içimde dinmeyen yağmurlar, soğuk, rutubet...
Telefonum dıt dıt etti, bir fotoğraf gelmiş arkadaşımdan. Bir köpeğin fotoğrafı. Fotoğrafa baktım uzun uzun , fotoğraftaki gözlerden ayıramadım gözlerimi. İçimdeki bulutlar yükünü boşalttı, güneş açtı, gökkuşağı çıktı...



John Berger'in Hayvanlara Niçin Bakarız? kitabı aklıma geldi. Köpekler bir anahtar sunuyordu ona  bakan kişiye, bir kapıyı açmak için...

Karşı komşum elime bakarak bu yemekleri nereye taşıyorsunuz dedi, bahçedeki kedilere dedim. Bahçede kediler mi var diye şaşırdı. Ben şaşırmadım, ben de otuz yaşıma sokakta kedi köpek görmemiştim. 



"Her şeyi kendini merkeze alarak düzenleyen insan,

doğadan uzaklaşma sürecinin 20. yüzyılda kapitalizm ile tamamlandığını söylüyor. Öyle ki felsefecilerden, sanatçılara ve bilim adamlarına herkes bu sürecin bir parçası oluyor. Bu süreçte hayvanları ve doğada yer alan birçok şeyi gitgide nesneleştiriyoruz. Neden? Kendi varlığımızı, biricikliğimizi somutlaştırabilmek için,
 doğadaki herhangi bir şeyden daha önemli ya da önemsiz değiliz. Berger, bu bakışın yüz yıl önceki insan ve hayvan arasındaki karşılıklı bakış olmadığının altını çiziyor ve bunun neden olduğu bugün yaşadığımız olumsuz sonuçlarına dikkat çekiyor."(+)

Fotoğraftan bize  bakan üç ayaklı köpeğin adı Papik, henüz yavru iken bir ayağını kaybetmiş, ona kapılarını açan aile (bana da hayvanları sevdiren gözlerimin açılmasına vesile olan bu aile), ameliyatını yaptırtmış sağlığına kavuşturmuş, şimdi Papik'e yuva arıyorlar.  Papik'ten  çok sonra bahçelerine sığınan beş köpeğe yuva bulmuş yolcu etmişken Papik için hiç kimse başvurmamış. " Kim üç ayaklı bir sokak köpeğini ister ki, kimse istemiyor" diye umutsuz konuşmalarının içinden bir fotoğraf istedim.
İşte fotoğraf geldi.
Papik kendini görebilen o kişiye bir anahtar sunuyordu, bir kapının anahtarını, sadece sahibinin görebileceği bir kapının anahtarını....
Umut ederek yazıyorum, bu yazıyı okuyan bir çift göz bu fotoğraftaki bakışların sırrını çözsün, Papik'i sahiplensin, birlikte   çok mutlu olsunlar, dayatılan kusursuzluğa, mükemmelliğe, nesnelliğe inat...

(Papik'i bahçesinde ağırlayan arkadaşımın notu:  Papik tahminen Ağustos 2017 doğumlu, 9 aylık filan ve erkek köpek. Ayrıca takibini kolay yapabileceğimiz yakın illere verebiliriz ancak. Kocaeli, Sakarya, Yalova, belki İstanbul'un bir kısmı.
Sahiplendirme ilanlarımıza her zaman verdiğimiz tel no: 0554 9242864 )