23 Ekim 2018 Salı

Kedi bakışı

Pıtpıt bana bakıyor. Bu  bakışlar anlam yüklüdür, kendime gelmeme yardım eder ( hemen kendime gelmezsem, uzun bakışlara dayanamaz üzerime atlar , dişler) Bugün bakışları ile ;  karanlığa küfredeceğine  bir mum yaksana diyor.
Hemen elime kağıt kalem aldım, 

cesaret, azim , başarı ile dolu sözler yazdım , kapıya astım. 
Sakladığım yerden su kabaklarını çıkartım.
Kapı girişine, ayakkabılık üstüne dizdim. 
Bu kabakları oğlum ile birlikte yetiştirdik.
Eskiden köyümüzde her evin bahçesinde yetişirdi, çamaşır yıkamak için.
Kabak , tas görevi görürdü, ırmağa çamaşır yıkamaya giden herkesin elinde bir su kabağı olurdu.
Boyarız anne, dedi. Tohumunu bulduk, ektik, büyüttük, boyamaya vakit bulamadık.
"Su kabağı boyayacak vaktim mi var "  , demişti. Bu önemli vakitlerin içine su kabağı  sokulmazdı, ben de kaldırmıştım.
Artık.
Vakit su kabağı boyama vakti.  
Akşam  okuldan geldiğinde
gözleri yorgunluktan şişmiş, kızarmış iken  kalem tutmaktan nasırlaşmış ellerine fırçayı vereceğim.
Kabaklar renklendikçe yüzüne renk gelecek, umuduyla.
Her hafta sonu deneme sınavları yapıldığı için , çok önemli  mazeretler ile gitmemezliklere göz yumuluyordu,  okula yazı yazdım, " bu hafta sonu köye gitmemiz gerek, çünkü,  ıspanak, bakla, roka, tere, bezelye ekmenin , fide dikmenin,  vakti geldi."
Hafta sonu herkes sınav tecrübesi yaparken ,o, ıspanak ekecek, ceviz fidesi dikecek. (  Köyde , üzerimizde güneş, yerde toprak, ellerimizde tohumlar var iken , yine, "yanlış mı yapıyorum" geliverir yanıma) ( Aslında köyde iken "yanlış mı yapıyorum hiç gelmezdi yanıma", ama diğer anneler aklıma geldikçe....Diğer anneler doğruyu çoktan bulmuş, kendilerinden öyle eminler ki, çocukları da emin, benim oğlum , benim gibi... ) 
Ortaokullar arası şarkı yarışması olduğunu duydum, onun da katılmasını istiyorum.
En sevdiği en çok dilinde olan şarkıları sıraya koydum.



Erol Evgin- Sitem


Ahmet Kaya- Kendine İyi Bak

Eda Baba- O karanlık Gecelerde



 Koro filminin şarkısı

MFÖ- Ele Güne Karşı Yapayalnız

Bulutsuzluk Özlemi- Sözlerimi Geri Alamam



Manuş Baba- Dönersen Islık Çal


Ezginin günlüğü- Eksik bir şey mi var

Özdemir Edoğan- Paranın Ne Önemi Var

En çok söylediği şarkıları sıralarken , içlerinde benim  en çok dinlediğim şarkıların da  olduğunu fark ettim.

Annesinin dinlediği şarkıları söyleyen çocuk için başka şarkılara kapı açabilir umuduyla, kendi şarkısını bulur umuduyla...
"Bir gün geriye dönüp baktığınızda mücadele günlerinizin en güzel günleriniz olduğunu göreceksiniz" sözüne gönülden inanarak dış kapının üstüne asıyorum. Özlü sözlerle dolu  kapıyı açıp su kabaklarına " yeni renkler için" dışarı çıkıyorum.












19 Ekim 2018 Cuma

En yakın arkadaşım


Küçük bir fincanda su koyuyorum , mutfak penceremin önüne. Her gün penceremde kanat çırpınışları , bir kuş yudumu, çok mutlu oluyorum

Marketlerin susuz bıraktığı çiçekleri satın alıyorum.

Kurumuş solmuş çiçekleri salonuma koyuyorum, her sabah  su veriyorum, çok mutlu oluyorum.
( bir senedir benimle olan market çiçeklerimden biri, salonu orman yapmaya hevesli) 
Çorum'daki en yakın arkadaşım, bir sokak kedisidir.  Çorum'daki üç senemin her günü her anında penceremin önünde beni gözetler , yaz kış yağmur kar demeden  büyük bir hevesle inatla pencereme bakması beni ona çok yakın yaptı. Yavruları oldu,  bir karışlık apartman mazgalında doğurmuş, kendisini yavrularından ayıramazsınız o kadar  küçük, zayıf...
Her gün ciğerli makarna yapıyorum.  Her sabah , kapısı kapalı apartman bahçesinde beni beklerler, açılan demir kapının   sesi ile  hepsi yanıma koşar,  çok mutlu olurum.

                                                           (üç yavrusu ciğerli makarna yiyor iken , arkadaşım bana                                                                    bakıyor)

 Uykumda , ayak ucumda Pıtpıt'ın sıcaklığını hissetmek beni  mutlu eder.
Trabzon hurması ve muşmula mevsimine girmek beni çok mutlu ediyor.

Güz elmaları ile dolu ağaca çıkmak beni çok mutlu ediyor.







Fidan dikme mevsiminin başlaması  beni çok mutlu ediyor. Oğlumla birlikte fide çukuru açarız, fideyi ben tutarım, çukuru oğlum doldurur.
Güz yağmurları ile buğulanan pencere önünde kitap okumak beni çok mutlu eder.

Güz yağmurları pencereme vururken en sevdiğim yazarın kitabını okuyorum, yazarın yolu oturduğum şehre düşmüş , sayfalarında  şehrin  anılarını  okumak beni çok mutlu ediyor.

Günlerdir, en yakın arkadaşım  görünmüyor, üç yavru annesiz makarnalarını yiyorlar. Dün akşam,  anlayışlı yöneticimiz ile karşılaştım (apartman bahçesinde  kedileri beslediğim için bana kızmayan), "  Geçenlerde apartman mazgalında ölü bir kedi buldum, çıkarttım, attım, nasıl kötü kokuyordu..." dedi.
En yakın arkadaşı kaybetmenin üzüntüsü ile bu yazıyı yazıyorum, hep hüzünlü yazılar yazıyorsun hiç mi mutlu olmuyorsun diye mesaj atanlar, fotoğraflar ile ispat ediyorum her gün her mevsim mutlu olabiliyorum ama , hiç bir mutluluğum bir sokak kedisinin ölümü kadar yazılmaya değer gelmiyor...

















16 Ekim 2018 Salı

Etine dolgun kazlar

Okullar açıldığı için köye az gider olduk, en son gidişimizde kazları kümeste kilitli bulduk. Kaz satıcıları uyarmış, kazlarınız etli değil, bütün gün gölde yüzen tarla tabak başı boş dolaşan bu kazları hiç kimse almaz diye. Kazları biran önce satmak istiyorsanız kümese kilitleyip önünden yemi hiç eksik etmeyin diye akıl vermişler. Kazların dışarı çıkamamasına herkes üzülüyordu , ama bir  an önce satılmaları gerekiyordu. Henüz bir hafta olmuş iken kazların tutsaklığına en çok  Y.  içerlemiş görünüyordu. " Dört duvar arasında, pencereleri kapalı  günlerce  nasıl kalacaklar diye her birimize tekrar tekrar soruyordu. Bunalıyorlardır, nefes alamıyorlardır, dışarı çıkmak, göllerinde yüzmek, bahçede kanat çırpmak istiyorlardır, diye herkesin gözlerinin içine bakıyordu. Çocuk işte diyorlardı onun bu halini görenler, çocuk aklı işte diye gülümsüyorlardı.
Bu bakışları çok iyi tanıyorum, çocukluğumdan değil bir kaç ay öncesinden okullar açılmadan evvel herkes bana da böyle bakıyordu.
 Bu sene okulu çok ağır çalışma programına sokacağını söylüyordu , her gün on saat okulda kalınacaktı. Her gün on saat boyunca test üstüne test çözmek konulu bu programa göre müzik, resim, beden eğitimi derslerinin yapılmayacağı anlaşılıyordu. Yüzmüş yüzmüş kuyruğa gelmiş iken  daha fazla test çözmek uğruna her şeyden vazgeçmek farzdı.
 Oğlumu bu anlamsız bu saçma sapan test çözme bataklığından kurtarabilirim zannettim, bir kaç senedir tutturuyordum, köyümüzde kalalım . Köyden beri çalışırdı, köydeki okula kaydını yaptıralım, kendine ayıracak biraz daha vakti olur,  kendi kendine kalacağı vakitleri olurdu...
Neden, kendi kendine kalacağı vakitleri bol olsun istiyordum hiç kimseye açıklayamıyordum. Kendi kendine kalmak neden herkese "çok kötü" çok zararlı" geliyordu , anlayamıyordum.
Çocukların eğitimi söz konusu oldu mu büyüklerin hepsi, "tecrübeli kaz satıcısı" oluveriyorlardı,  bütün gün dört duvar arasına sıkıştırılıp önlerine test kitapları konulmalıydı, böyle olmalıydı, değiştirilemez bir doğa kanunu gibiydi, benim gibi bir anne onların gözünde " kazlar bunalıyor" diye ağlayan çocuk gibiydi.
Okuluma devam etmeyelim dedi, okul yıllarca en çok "aidiyeti" öğretmişti,  o okulun bir öğrencisiydi, aksini annesi bile istese  kabul edemezdi, bireyselliğini unutalı çok olmuştu .
Okulundan ayrılmasını talep etmem, onun gri kaz olmasını istemem gibiydi.
En büyük cahil, en büyük umursamaz, her şeyin oluruna giden ilk başta bendim , biliyorum...Her şeyi sorgulayan merak eden bir küçüğü yedi yıl önce okula ben yazdırdım.
Hiç kimseye derdini anlatamıyordu,  kazların bunaldığını nasıl anlayamazlardı?
Köyden ayrılırken anne oğlu birlikte kazların kilitli kapısını açtık, bir hafta hapislikten sonra kanatlarını aça aça göle koşuşlarını izledik. Göle kavuştukları  o anı böyle çektim.

Eve geldiğimde son yıl aldığımız test kitaplarından işe yaramaz olanları ayırdım,( öğretmenleri genellikle tükenmez kalem ile işaretler uyarılar yazıyordu.)  Başka bir çocuk bizim gibi test kitaplarına büyük rakamlar vermesin diye kurşun kalem  kullanıyor, silindikten sonra hiç çözülmemişe dönüyor...
                                                        ( son iki yılın test kitaplarından tekrar kullanılamaz hale gelmiş                                                                   olanlar, kullanılır olanlar burada gözükmüyor ,verildi )
(Geçen yıl çözülen yaprak testler)
 (Testlerin kontrolü veliye düşüyor, hiç bir öğretmen  ödev verilmiş yüzlerce  test sorusunu kontrol edecek vakte sahip değil, Y. kendi kendine kontrol etmiş ama kabul edilmemiş bir ödev)
( Ve bu işkenceyi ilkokul üçten beri çekmesine göz yuman bir anneyim)


                                       



Kazlar korkuyor


Kazlar, bütün gün kümeslerinden çıkmadı,   korkuyorlar. Köyde , gölün karşısındaki evlerin birinde düğün var, sabahın ilk ışıkları ile tüfek- silah sesi, akşam davul zurna eşliğinde, ateş sesleri daha çok hararetlenecek .  Hafif esen bir rüzgarda hışırdayan yaprak sesi ile ürken kazlar için bu silah sesleri çok korkunçtu. Akşam olduğunda durduraksız silah sesleri ile kümesteki bağrışmalarına çığlıklar ile  duvarlara çarpa çarpa  koşuşturmalarına, kazların korkusuna duyarsız kalmak çok zordu. 

Böyle olmaz diyor , babam, korkunç bir şey diyor, böyle olmamalı , yanlış diyor. Biz yabancısıyız bu köyün,babam okumak için çok küçük yaşlarda ayrılmış köyünden, ama dedelerimiz bu köyde yaşamış. Bir konuşmalı diyor babam, bize haber vermeden, silah sesleri içine doğru gidiyor. Köyün  gençlerini görmüş ilkin,   ellerinde çeşit çeşit silah, hepsi ateş halinde...  Sarhoş ellerin tuttuğu silahlar ile her an vurulma ihtimali altında, sesini duyurabildiği kadar " kazlarımı korkutuyorsunuz, yapmayın" diye bağırmış. Arkasından " deli mi " bu diye güleni çok olmuştur. Gelin ile damat ikisinin de  polis olduğunu anlayınca, insan can güvenliğini konuşmak anlamsız gelmiş olmalı babama. "Silah ile ateş etmeyin çünkü kazlar korkuyor" diye cümle kurmak en anlaşılır en anlamlı uyarı cümlesi  olmalıydı bu düğünde... 







19 Eylül 2018 Çarşamba

İstenmeyen

Kazlar bir aylık oldu, büyüyorlar.  "Yavru tüyleri" dökülmeye başladı. Yavru iken bütün kazların rengi tek renk, sarıydı. Elli yedi tane kazın kırk beşi aynı ırktan , bembeyazlar. Diğer on iki tanesi kırma, siyah - gri karışık. On iki tanenin içinden sadece birisinin tüylerinin hepsi gri, hiç beyazı yok.
Artık büyüdüler diye başlarında bekçilik yapmıyordum.  Özgürce istedikleri yerde otlanıyorlar,kocaman gölde diledikleri kadar yüzüyorlardı. Gri kazın topalladığını görünce ayağına diken , kıymık batmış ya da  incitmiş olabileceği aklıma geldi. Yakalayıp ayağına bakmalıyım diye göz hapsine aldım. Topalladığından olsa gerekti diğer kazların hep gerisindeydi. Bir an önce ayağına bakmalıyım diye peşinden  koşuyordum ama  öyle hızlıydı ki ne yaptımsa tutamıyordum. Bir akşam yuvalarına girdiklerinde köşeye sıkıştırıp kucağıma aldım. İlk kez bu kadar yakındık, yakalanana kadar bağırış çağırış iken kucağımda sesi kesildi. Hiç bilmediğim bir bedene sarılmıştım, sıcacıktı.Hemen ayaklarına baktım görünürde hiç bir şeyi yok gibiydi.
  Gri kazı izlemeye başladığımda diğer kazlardan geri kalmasının dışında tek başına dinlendiğini tek başına otladığını gördüm. Oysa kazlar birbirlerine çok bağlıydılar her şeyi birlikte yapıyorlardı, otlarken yüzerken birazcık ayrı düşseler  öyle bağırıyorlar ki, kavuşuncaya kadar huzur bulamıyorlardı.
Gri kazın tek başınalığının sebebi neydi?




 
Elime cep telefonunu alıp uzaktaki kardeşime gri kazın tek başınalığını yollamak istedim. Ceviz ağacının arkasından beri kaydetmeye başladım.
Gri kaz izlendiğini hissettikçe  huzursuz oluyor, kendine güvenli bir yer arıyordu. Gri kaz için güvenli yer arkadaşlarının yanıydı, aynı kuluçka makinasından çıkmışlar aynı kutu içinde bu bahçeye salınmışlardı. Kendi gibi bildiği arkadaşları onun için ana kucağı gibiydi, her tedirgin anında ilk önce  diğer arkadaşlarına bakıyor onlarla birlikte ise korkmuyor,  onlardan uzaklaşmış olduğunu hissedince hemen yanlarına koşuyordu.   Yine arkadaşlarının yanına gitmeye çalıştı, oturduğu yerden zorla kalktı, topallaya topallaya ait olduğu sandığı sürünün içine doğru. Hep birlikte dinlenen diğer kazlar gri kazın yanlarına gelmemesi için ilk önce boyunlarını uzata uzata bağırarak uyardılar , can havliyle  yine de gelen gri kazın ,   her yerini gagalayıp tüylerini yollamaya başladılar. Öldüresiye istenmiyordu. Gri kaz için arkadaşlarından ayrılmak ölüm gibi olduğu için onlardan gelen her acıya alışmış bir şekilde birazcık daha geriye gözlerinden uzak bir yere doğru  kendini attı. Ayağının topallaması da arkadaşlarından aldığı bu  darbelerden dolayı olmalı...






6 Eylül 2018 Perşembe

Kaz çobanlığı



İki aydır kaz çobanlığı yapıyorum.   Kaz nasıl bir şeydir  , ördekten ayırt edemezken, hiç hayvan yetiştiriciliği yapmamışken, ilgi de duymazken hatta hayvanların insanlar tarafından yenilmesine karşı iken vejeteryan olmaya çalışırken … Bir sabah  arabasının arka koltuğunda  57 tane kaz yavrusu ile babam çıkageldiği için, mecburen.

Ön hazırlıksız, birden bire gelmelerine karşı 57 yavru kaz hemen uyum sağladı bahçeme. Ne yapacağını şaşıran ayakları dolanan  bana yol  gösterdiler, " sen tasalanma biz kolay kolay ölmeyiz, bizi kendi halimize bırak" dediler.

Gündüz bahçede dolaşıp akşam olunca evin alt katındaki boş odaya giriyorlardı. Çobanlık yavru iken gerekliydi, başlarından ayrılamıyordum, bahçede otlarken kedilerden yırtıcı kuşlardan akşam da tilkiden kurttan sansardan korktuğum için gözetlemek zorunda kaldım, bahçeye onlar için kümes yaptım ama şimdi iki aylık oldular , büyüdüler, korkum kalmadı.
Sabah gün doğar doğmaz kapılarını açıyorum, sıra sıra dışarı çıkıyorlar, hemen kendilerini göle atıyorlar, karınları acıkıncaya ve susayıncaya kadar( gölün suyunu nedense içmiyorlar) yüzüyorlar, bahçeye çıktıklarında ya otlanıyorlar ya da uyukluyorlar. Akşam gün batmaya yakın (  iki haftadır saat 18:50 de dakikası şaşmadan) yatmak için evlerinin yolunu tutuyorlar. Arada yem alıyorum, talaş alıyorum.
 Yavru iken çok tedirgindim, başlarında anneleri büyükleri olmadığı için ne yapmaları gerektiğini gösterme konusunda kendimi sorumlu hissediyordum. Üç haftalık olduklarında hala yanı
başlarındaki göle girmediklerini görünce zorla göle sokmaya çalıştım, korktular bağırış çağırış kaçıştılar. Oğlumun havuzunu kümeslerinin içine koydum, su ile doldurdum, ilk önce havuz yenir bir şey mi diye  tadına baktılar, o kadar çok gagaladılar ki havuzu, param parça yaptılar ama bir kaç tanesi yüzmeyi denedi...



Bahçemde ot kalmadı, çim biçme makinası gibiler, önlerine ne gelirse gagalıyorlar, zararlı otlar var mı   diye araştırıyorum. Çim kalmadı, en çok kara lahanayı seviyorlar, semizotunu , mısırı, yaprağı , odunu... karalahana diktim onlar için her yere. İncirler oldu, yere düşen incirleri bütün bütün yutuyorlar, korkuyorum boğulacaklar diye...

Onlar için yaptığım her şeyin farkındalar, ilk kez elime keser çivi aldım, yemlik yaptım.



 Gün gün büyüdüklerini görmek tarifsiz bir duygu , mutluluk veriyor.



















3 Eylül 2018 Pazartesi

Okullar açılırken


   Okul formasının pantolonunu alır almaz üç kat geriye katlamışım, ilk sene paçalarını götüremiyordu, ağırlık yapıyor olmalıydı üç kat kıvrılmış kumaş. Ama yepyeniydi, tüm sınıf arkadaşlarının ki gibi.
İkinci sene ilk katı açmışım, en üstteki ince beyaz çizginin işaret ettiği gibi, bu pantolon geçen sene alındı diyor. Yine de yeni, yepyeni olmasa da...

Alttaki ikinci beyaz çizgi , üçüncü seneyi haber veriyor. Üç senedir aynı  pantolonu giyiyorum diye bağırıyor. Yeni değil ama eski de değil.

Kilo aldığı için beli dar geldi diye ilkokul sonda yenisini almak zorunda kalmıştık. Belin idaresi yoktu, aynı pantolonla ilkokuldan mezun olmasına izin vermedi.   Paçalar  bel gibi değildi,  halden anlayan, her seneye uyum gösterendi.

"Yeni"sini almak her çocuğu mutlu edecek diye bir gerçek yok. Bazı çocukları "eski" de mutlu edebilir, idare ettikçe  mutlu olan anne babaları oldukça...

9 Ağustos 2018 Perşembe

Çıralı , Olimpos

Temmuz ayında bir hafta boyunca Antalya Çıralı , Olimpos'taydık.  Kayınvalidemin emekli arkadaşlarından Selen Abla  ikinci baharını  Çıralı'da yaşamış,  Çıralı'ya gelin gitmişti. Evinin üst katını pansiyon olarak kiraladığını duyunca Olimpos'u görme fırsatı bulduk.
 Sabah  gün doğmadan köyün tüm horozları bir ağızdan ötüyor, evin  horozu  ise  yatak odalarının önünde tek tek  durarak öyle içten     ü, ürü, ülüyordu ki  , sabahın köründe kalkmamak ayıp olacaktı.
                                         

Selen Abla'nın horozu sayesinde
  gün ışımadan deniz kenarına inmiş oluyorduk. Birinci günümüzde  sahilde toplanmış  insan kalabalığını görünce, biri boğuldu herhalde diyerek çok korktuk,  ambulans geldi mi nerde diye bakınırken yanımızdan çoluk çocuklu turistler güle oynaya kalabalığın içine doğru gidince  , meraklandık. Deniz kaplumbağaları yumurtadan yuvalarından çıkıyormuş.
                                   






Dünyaya gelen kaplumbağalar ilk önce  telefonları görüyordu. Yumurtadan çıkan kaplumbağalar hemen ayaklanıyor, denize doğru hareket etmeye başlıyordu. Kaplumbağalar yollarını , gece ay ışığına, gündüz ise  güneşe doğru ilerleyerek buluyorlarmış. Bu sahilde geceleri ay ışığından başka hiç bir aydınlatıcıya izin verilmiyor, ateş yakılması , araba farı ,  cep telefonu ışıkları kaplumbağaları yanıltabiliyormuş. Küçücük bedenleri ile öyle mücadele ile ilerliyorlardı ki... Bu zorlu yürüyüş ile doğdukları  sahili akıllarına kodluyorlarmış, yirmi yıl sonra anne olacak yaşa geldiklerinde yine bu sahile gelip yumurtalarını bırakmak için gerekliymiş.


Bu sahil, bu hayat ne çok  mucizelere gebeydi, sabahın bu saatinde deniz en sakin en durgun halinde. Üç yavru kaplumbağa denize kavuşuyor, diğerleri yavaş kaldığı için görevli tarafından toplanıp kovalara konuluyor, gün doğmadan denize ulaşmaları gerekliymiş yoksa tehlikeli dedi. Kovadaki kaplumbağalar gün batınca denize salınacaklardı.
 Yuvalarından güneşe doğru en azimli , en hızlı  ilerleyen üç  kaplumbağa denizde yüzmeye başlamıştı. Biz de suya giriyoruz, üç kaplumbağayı rahatsız etmeden uzaktan kulaç kulaç mutluluğu yaşıyoruz, hayat ne güzel ne harika, burada yaşayan insanlar ne şanslı...
 Selen abla gibi burada yaşasaydım ( dün Çorum'daydım), Olimpos var şimdi,  pırıl pırıl deniz, ayaklarımı ısıran balıklar, tüm ağırlığımı üzerimden alan bu masmavi su, gerçek olan  şu an , gerçek olan şimdi, hayalde yaşamıyorum, gerçeği yaşıyorum, sırt üstü yüz üstü yüzüyorum, dibe dalıp balıkları kovalıyorum...


Güneş, Çıralı kayalıklarından doğmaya başladı. İlk ışıklar ile aydınlanan denizde bir martı havalandı, yanımıza yaklaştı, teker teker su üstünde yüzen kaplumbağaları topladı, yedi. Yavru kaplumbağalar için gün ışığının neden tehlikeli olduğunu anladık.  Ölüm, bir martı ile kanatlanmış, yanımıza kadar gelmiş, varlığın manasızlığını bir piyes gibi canlandırmış, bizi de seyircisi kılmıştı.

Bu sabah doğan , en doğru, en hızlı en iyi yürüyen üç yavrunun ömrü beş dakikaydı, yürüyemeyen yavaş yavrular belki de altmış yıl yaşayabilecekti.(deniz kaplumbağaları hakkında)
 Üç kaplumbağanın yok oluşundan sonra deniz dalgalandı.


                                                  (Horoz 04:00 da uyandırmış 05:00 da yola koyulup,yürümüş, yüzmüş, kaplumbağaların doğuşunu izlemiş, bakkaldan ekmek almış, eve gelip kahvaltı için çay demliyorum ve  saat 06:30)


Çıralı Olimpos çok güzeldi, bir hafta öyle çabuk geçti bitmesin diye gözlerimi kapadım, gözlerimi açtığımda Çorum'daydım.
(Selen ablanın rahmetli annesinden kalan   arazisi çok değerlenmiş bir kaç aya kadar onlarca daire getirecekmiş, ne yapacaktı onca parayı  diye soranlara"  kraliçeler gibi yaşayacağım, hayatımın son demlerini buralarda çürütmeyeceğim dediğinde " artık pansiyonculuk yapmaz, bu güzel yere kolay kolay gelemeyiz" diye iç geçirdik...)

6 Ağustos 2018 Pazartesi

Çıraklık


Yaz tatilini çalışıp para kazanarak geçirmek istedi.  Bol bol oynasın, yüzsün, kitap okusun, dinlensin istiyordum, bu yaşta çalışma hayatını tanımasına lüzum yoktu. Babası olur dedi, ben çok daha küçüktüm para kazanmaya başladığımda dedi. Çalışma hayatını tanıması faydalı olacaktır derken çoktan valizini hazırlamaya başlamıştı. İstanbul'a gidiyordu, otuz yıl evvel babasının da çalıştığı mısır çarşısındaki o büfeye...
O büfeyi ben de tanırım.  Üniversitede  okurken babamın yolladığı parayı almak için Beyazıt kampüsünden çıkardım, yokuş aşağı inerdim, kapalı çarşı yeşil direk, tahta kale, büyük postaneden sonra sıkı sıkı yapışırdım çantama. Mısır çarşının oralara gelince hep karnım acıkırdı. Küçük masaları olan o büfede küçük bir para ile karın doyardı. Onu ilk kez bu büfede görmüştüm, mavi önlüklüydü, bankalar caddesine yetişeceksin diyen patronun elindeki kocaman poşeti sırtlayıp koşarak çıkıyordu, ekmek aramı ısırırken  arkasından bakardım, koşa koşa Haliç'i geçmek kolay mıydı? Sonra mavi önlüklü çırağın bizim üst sınıflarda okuduğunu benim gibi para yollayan bir babası olmadığı için hep çalışmak zorunda kaldığını öğrenmiştim.  Şimdi oğlumuz aynı büfede çalışmaya gidiyordu. Kazandığı para ile en düşüğünden bir ayfon alma arzusu vardı.

Açıkçası işe bir kaç günden fazla devam edemeyeceğini sanıyordum, sabahın köründe  kalkamaz, mısır çarşısının yoğunluğuna dayanamaz, siparişleri aklında tutamaz, tozları iyi alamaz , anne ben işten ayrıldım der diye umuyordum. Ama  Ayfon aşkını iyi kestirememişim . Düşündüğüm gibi olmadı.  Hiç kimse ona ayfon almazdı, ne annesi ne  babası , bir kendisi alabilirdi, bunu farkındaydı.
Sabahın altısında Eminönü, doğmamış bir bebek gibi . Yeni cami, çiçek pazarı, mısır çarşısı...Bu küçük dükkanın önünden biraz sonra büyük kalabalıklar geçecek . Birazdan herkesin karnı acıkacak, ekmek arası döner siparişi verecekler, mısır çarşısının her bir kapısından geçecek, siparişleri teslim edecek, çiçek pazarı kapısı, yeni cami kapısı, bahçe kapısı, tahta kale kapısı, balık pazarı kapısı, hasırcılar kapısı...Ne çok insan görecek. En hesaplısından karınlarını doyurmaya gelenleri görecek. Bu dükkana gelenler hiç bahşiş vermezken, çok şey isteyecekler, çok sorgulayacak, çay ikramı var mıydı, yarım ekmek arası tavuk ve ayran,  ayran bim de 50 kuruş sizde niye bir lira diyeceklerdi, hepsini memnun etmeye çalışacaktı.
 Oğlum bu masayı ne biçim silmişsin bir daha sil dediklerinde aklına hemen ayfon gelecek, daha iyi silmek için uğraşacaktı.
Sipariş götürürken gözü  en çok lokumculara takılacaktı, güllüsü, kaymaklısı, çikolatalısı...
Kapı önünde " harika döner" diye başı önünde sessizce müşteri çağıracak,  ilk önce bu çağırma işinden çok utanacak zamanla açılacak, sesine Tahtakale esnafı ayarı verecek buyruuun efeniiim harikaaa dönerrrrr " diye yoldan geçenin aklını çelecek, buyrun üst katımızda salon var derken elini kolunu da sesine ortak edecekti.  Yoğun iş ortamında bana telefon açacak vakit bulamayacak, eve vardığında yorgunluktan yemeğini zor yiyecek kendini hemen yatağa atacaktı.
Urfa'dan çalışmaya gelen çocukları tanıtacaktı bir gün telefonda, çok acıklı şeyler anlatıyorlar, içim parçalanıyor diyecekti.

Otuz  günden fazlasına müsaade edemedim, arkadaşları bu sene girecekleri büyük sınav için harıl harıl test çözüyorlar, özel dersler alıyorlardı, kitap yüzü açamamış, çok geri kalmıştı.
 Otuz gün sonra yanıma geldiğinde anlatacak ne çok şeyi vardı, esnafları, garsonları, patronları, harika tavuk döneri, yeni camiyi, baharatları, lokumları,  kazandıkları tüm parayı memleketlerinde bekleyen babalarına annelerine yollayan Urfalı çocukları...
Harika döner diye bağırmak, masa silmek, bir yarım bir ayran çek diye sipariş almak kolay ve  zevkliydi de, bunun için coğrafya, tarih, okumaya koordinat sisteminden x, y  doğrusunu bulmaya gerek yoktu. Ama sabahın ilk ışıklarından akşama kadar  bütün gücü ile çalışması ona istediği parayı kazandıramamıştı. Haftalıklarına bakarak neden böyle oldu diye vahsındı. Çalıştığı günlerde öyle yoruluyormuş ki eve geldiğinde bilgisayar oyunu bile oynamaya, yemek yemeye bile hali kalmıyormuş. Bu tecrübesi ile beden gücü ile çalışmanın nasıl zor bir şey olduğunu anlamış, mühendis doktor akademisyen olmaya heves eder sanıyordum. Ama o sorgulamaya başladı, neden  çıraklar bu kadar az para alıyor, bu para ile nasıl geçiniyorlar, çıraklık neden önemsenmiyor?...


İlk parası ile bize hediye de almış, kitap sırf benim için parfümü baba ile ortak kullanacağız, sipariş götürdüğü bir parfümcü en iyi testerini uyguna vermiş.
 En düşük modeli için tüm haftalıklarının üzerine iki katı daha para gerektiğini görünce telefoncudan kaçmak istedi.  Şimdi  ayfon sahibi ama ayfon  mayfon  umurunda değil, emeğin para etmediğinin şokunda...