30 Mart 2020 Pazartesi

İngiltere'de corona virüs





3 Mart

Şubat ayında haberim oldu,  üniversite , öğretim görevlilerinin eşleri için sohbet (conversation)  şeklinde her hafta eğitim veriyormuş. Hemen kaydımı yaptırdım, martın üçünü beklemeye başladım.
Martın üçü ,İngiltere'nin bu güzel küçük şehrindeki üniversiteye gitme vaktim geldi.
  Uçsuz bucaksız yemyeşil  bahçelerde kocaman ağaçlar ,bisikletli öğrenciler ile dolu kampüste  dersimin olduğu binayı buldum,  piyanosu kahve makinesi kadife koltukları  olan bekleme salonunda   beklemeye başladım. Kadife koltuklardan birine oturdum. Sınıfının kapısında ders saatini bekleyen bir öğrenci  piyanonun başına oturup çalmaya başlayınca  18 yaşıma gidiverdim, benim de üniversitem vardı, içi yokluk ile dolu bir memeden  emerek büyüdüğüm  mezun olduğum yılları hatırladım. Bu zengin varlıklı binalarda ,kendini tanıyabilmiş, ne istediğinden emin olmuş bisikletli , piyanolu öğrenciler ile kendi üniversitemi karşılaştırmadım, 18 yaşım gibi özlemle anıyordum onu...
Yabancı hanımlar gelmeye başladı, sınıfın kapısı açıldı... Üç tane yuvarlak masalı sınıfta nereye oturacağım konusunda kararsız kaldım. Geçici olarak bir masaya ilişip çoğunluğu kadın olan öğrencileri gözetlemeye başladım. Tanışma faslında  nereli olduklarını söylemeye başladılar; güney kore, italya, japonya, çin, iran kırgızistan...Kırgızistanlıyım diyen iki kadının yanına oturmak için sabırsızlandım , öyle iyi biliyordum ki onları, 18 yaşımda üniversiteye ilk başladığım yılda Cengiz Aytmatov ile tanışmıştım.  Beyaz gemi, cemile, deniz kıyısında koşan ala köpek, gün olur asra bedel, toprak ana, elveda gül sarı'yı okumuştum. Hepsi aklımdaydı. Hepsi ile ilgili ingilizce kelimeleri seçmeye çalıştım..Usulca yerimden kalkıp   yanlarına oturdum. Bozuk tek tük ingilizcem ile Cengiz Aytmatov 'u çok sevdiğimi tüm eserlerini okuduğumu söyledim. Akıcı hızlı ingilizceleri ile ne güzel dediler,  Aytmatov.'tan daha çok bozuk ingilizceme yoğunlaşarak. Beyaz gemi, cemile diye girmeye çalıştığım conversationumu kibarca sonlandırdılar, biz hiç Aytmatov okumadık, sorry dediler. Sonra benden  yüzlerini çevirdiler. Benim gibi ingilizce konuşan biri ile  aynı masada oturup conversation yapmayı istemediklerini de kibarca belli ettiklerinde,  birazcık hayal kırıklığına uğradım. Sevgili Cengiz Aytmatov'un hatırı için beni masalarında misafir edebilirlerdi diye iç geçirdim...Aytmatov sayesinde  uçsuz bucaksız yaylalarındaki yabani atlarının nasıl koştuğunu , ıssık göllerini  tanrı dağlarını biliyordum...

Başka masalara bakındım. Ufacık tefecik , saçları  kısacık bir İtalyan kadın  kahkaha atarak conversation yapıyordu  masasındaki Güney Koreli, Çinli,İranlılarla...Kahkaha atarken beni gördü, etrafıma nasıl acı acı bakıyorsam; hayyy , do you want to come here, dedi...Zıpladım yanına...Adı Sonya'ymış, Floransalıymış, kesik kesik ürkütücü kötü ingilizcemin başını okşayarak, excellent, perfect diye bağrına basıyordu beni... Coronayı yakınımda ilk kez o gün hissettim,  İtalya'da corona görülmeye başlamış ama korkulacak bir şey yokmuş öyle diyordu kahkaha aralarında Sonya.
 Ders sona erdiğinde Sonya sayesinde bir daha ki dersi iple çekmeye başladım.
Üniversite ile evimizin arasında beş kilometre ,  koca gövdeli ağaçlar sincaplar robinler ile dolu dar patikalarda yürümek her gün yağmur fırtına da olsa zor değildi...
3 Martta eve dönerken mahallemize birçok  kamyonun park ettiğini gördüm. Gezici lunapark kurmak için , paskalya tatilinde çocuklar eğlensin diye her sene bu vakitler geliyorlarmış.

 Haftaya Sonya ile kolayca konuşabilmek için conversation pratikleri hazırlamaya başladım.

 Sonya'ya , çocukluğumda dinlediğim İtalyan şarkılarını anlatmaya başlarım ilk önce

Feliçita yı hatırlıyor musun derim, Feliçita, limonato,  diye söylerdik bu şarkıyı..


Sonra  Laşante Kantare derim...Laşantere Kantare, piyano, italyano...

Tabi ki en sona en favori şarkım, ki ki ki ko ko ko ....İlkokul piyeslerimizin kahramanıydı bu şarkı  , yedi yaşımdaki gibi kollarımı tavuk kanadı gibi yaparak ki ki ki ko ko ko glu glu vak vak vak diye söylemeye başlayacaktım Sonya'ya...Conversationumu hazırlarken ne çok güldüm, hiç görmediğim İtalyaya  ne  yakınmışım çocukluğumda...Sonya'nın kahkahalarına yenilerini  ekleyecektim.
Sonra Bisiklet hırsızları ile Cennet sinemasını izleyip izlemediğini sorarım, Mona Lisalı çocukluk anımı anlatabilir miyim  bilemiyorum, kendime güvenemiyorum.

10 Mart
İkinci ders günümü sabırsızlıkla beklerken tüm  ayrıntıları ile telefondaki yakınlarıma sınıfımı anlatıyordum. Aynı masada İtalyan, Güney, Kore Çinli, İranlılarla oturduğumu duyduklarında " aman hemen masanı değiştir, yakın oturma onlara diye uyarılara başladılar... 10 Mart sabahı yine hava yağmurlu fırtınalıydı, lunapark kurulmuş , atlı karıncası çarpışan arabaları, havalara fırlatan , uçuran dönme dolapları ile eğlenceye hazırdı.
Sınıfıma girdiğimde  masamızda Sonya yoktu, İngiliz öğretmenim İtalya  karantinaya girdi  dedi.  Yanıma Mohsen oturdu. İranlıydı, karısı bu üniversitede doktora yapıyorken o da İngilizce öğrenmek bu sınıfa kaydolmuştu. Öğretmen dersi anlatırken yanımda sessizce dersi dinleyen  Mohsen için   conversation hazırlığı yapmaya başladım.
O günkü dersi  zaten çok iyi biliyordum,  monarşi tanıtılıyordu, çocukluğumda evimize her gün gazete dergi girerdi, aylık abone olurduk Hürriyet gazetesine ,  magazin eklerinde her gün İngiltere prensesi ile Monako prenseslerini görür neler yaptıklarını okurduk. Hatta  Prens  Charles'a Ankara'daki yoksul mahallemizde el sallamışlığım da vardı. 1989 yılının baharında mahallemizin sokaklarında bir telaş başlamıştı. Gecekonduların eski apartmanların sokağa bakan yüzlerini boyamaya başladılar, polis arabalarının hoparlöründen balkonlara çamaşır asılmaması önemle bağırılıyordu...O gece  küçük kardeşim altına kaçırmış annem yatak yorganı yıkamış kurusun diye dışarı atmıştı  tüm mahalle gibi  güneşli günü değerlendirirken hiç oralı olamamıştık...Hoparlörden kraliçe geçecek  çamaşır yorgan halınızı sallandırmayın diye bağırmaya başladılar...Annem kraliçeyi duyunca  hemen ıslak yatağı yorganı içeri sokmuştu ...Çamaşırsız balkonlarımızda pencerelerimizde Kraliçe bekledik, tüm mahalle  hızla geçen bir konvoya  el salladık...Ertesi gün gazetelerde sokağımızdan geçen kraliçe değil prens Charles'ın  olduğunu öğrendik. Prens akşam odasına bir görevli çağırmış kaç tane televizyon kanalımız olduğunu sormuş, iki cevabını alınca da yüzünde alaycı bir gülümseme belirmiş...Neye utanacağımı şaşırmıştım, prensin geleceği günün akşamında kardeşimin yatağa işemesine mi, Diana'sız gelmiş yalnız prensin akşam  odasında sadece iki kanal ile yetinmek zorunda kalmasına mı?

Teneffüs arasında Mohsen'in masadan kalkmasına fırsat vermedim ders boyunca hazırladığım notlarım ile conversation yapacaktım. Furuğ Ferruzat'tan girdim , Sadık hidayet, Firdevsi, Attar, Hayyam, Sadi...Aman Allah'ım ne çoklarmış aklıma ilk  gelenleri saymaya başlamıştım oysa...Mohsen hepsine kafa sallıyordu. Sonra konuşmasına fırsat vermeden İran sinemasına geçtim..Abbas Kiyarüstemi, Macid Macidi, Asgar Ferhadi, Bahman  Ghobadi'nin tüm filmlerini  , hepsini anlatmak istiyorum, büyük bir iştahla aşkla... ama dilim dönmüyor,  very good excellent den başka kelimem yok...Kiyarüstemi'yi neden çok beğendiğimi neden tüm filmlerini defalarca izlediğimi anlatamıyorum.
Mohsen incecik boynunu yazdığım nota yaklaştırmış bildiklerine kafa sallıyor, bilemediklerine hüzünleniyordu. Sonra sustum, eciş büzüş yazılı notlarıma  sessizce bakmaya başladık. Konuşamadığım anlatamadığım kadar yakındım Mohsene...Mohsene hissettiğim bu yakınlığım, ona benzerliğimdendi, görünmeyeni bilebildiğimiz, söylenmeyi anladığımız, yokluğu sevebildiğimiz için miydi?
İran'da hızla yayılan virüs için üzgün olduğumu söyledim Mohsen'e...Mohsen zayıf yüzünü yine  notlarıma çevirip hüzünlü bakışına devam etti.

Kısacık teneffüs bitti, öğretmenimiz kraliçe ölürse tacı kimlerin giyeceklerini anlatmaya başladı.Masamızdaki Çinli güney koreli kadınların  İngilizcesini anlayamadan , her konuştuklarına gözlerimi açarak , yes yes dedim, ders bitti.
Eve yürürken yağmur birazlığına dinmişti.  Haftaya olan dersimi şimdiden özlemiştim, Rus bir kadın vardı ona da conversition yapmayalım diye iç geçirdim, tarkovsky'i anlatırım tüm filmlerini, yeni rus yönetmenlerden de haberdar olduğumu sonra rus edebiyatını... Venezuellalı kadına da, Gustavo Dudamel'i her gün dinliyorum , diyecektim. İçim içime sığmıyordu. Hayatımda ilk kez bir italyan bir iranlı ile konuşabilmiştim, harika bir duyguydu... Bizi birbirimize bağlayan sevgili yazarlara yönetmenlere şairlere, orkestra şeflerine hepsine teşekkür ettim.
 Lunaparka insanlar gelmeye başlamış, havaya fırlayanlar çarpışanlar dönenlerin şen çığlıkları mahallemin penceresine mutlu bir tül gibi gerilmişti. İngiltere'deki mahallemizden , henüz virüs görünmüyordu.







4 yorum:

  1. Ne muhteşem deneyimler biriktiriyorsun. Senden haber almak beni mutlu etti. Umarım bundan sonraki yazın çabucak ulaşır bize. Kendinize iyi bakın.

    YanıtlaSil
  2. Sevindim haber aldığıma. Kendinize dikkat edin.yelda

    YanıtlaSil
  3. Umarım siz de italyan ve iranlı arkadaşların da iyisinizdir.

    YanıtlaSil
  4. Merakla devamını bekliyorum. Allah'ıma emanet olun hepiniz.

    YanıtlaSil